14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yiğit Okur’dan “Buralardan Geçerken” ‘Dolu dolu yaşadım’ Çocukluğumu ikiye ayırmak gerek. Erzincan’daki çocukluğum, sonra İstanbul’da devam eden çocukluğum. Erzincan’daki çocukluğum daha mutlu, daha kaygısız, bir çocukluktu. Tılsım İstanbul’a gelince bozuldu. Başlangıçta İstanbul benim için bir bilinmezlik, bir korkuydu. Hiçbir şeye egemen değildim. Sürekli bir boşluğa düşüyordum. Bir türlü kendim olamıyordum. Benim için İstanbul köşedeki Hacı Abbas’ın aktar dükkânından ibaretti. Parayı, paranın bir karşılığı olduğunu, veresiyeyi, komşuluğu, duru bir sevda olan arkadaşlığı o dükkânda öğrendim. Anılarınızdan anlaşıldığına göre okuyup yazmayı geç öğrenmişsiniz? Evet, ilkokuldayken anneme soruyorlardı; “Söktü mü, söktü mü?” diye. Annem boynunu büküyor, “Hayır, diyordu, daha sökemedi!” Bir türlü sökemiyordum, okuyup yazamıyordum. Sonra bir gün söktüm! O gün bugün bir örgü gibi kafamın atlasını söküp yumak yapıyorum. Bir süre önce, arkamda bıraktığım yılları söküp yumak yapmaya başladım. Sancılı bir süreç oldu. Buralardan Geçerken kitabım böyle oluştu. Anılarınıza imgesel bir ilkler sıralaması yapsanız dizgeyi nasıl düzenlerdiniz? Deprem, göç, tren, vapur, deniz, İstanbul, asansör, tramvay, dondurma, sorumluluklar, can sıkıntısı, Hacı Abbas’ın dükkânı, sokak köpeği “itogli”, sekiz yıl yatılı okul ve isyan, Alman ilerleyişi sonucu KütahyaTavşanlı’ya teyzemin evine taşınmamız, mürekkep kokusu, sahne tozu, dergi, gazete, yazın, büyükbabamın İstiklâl Madalyası, annemin pandantifi, Cenevre, hukuk… Hepsi yaşamımın kilometre taşları. İlk olarak depremden önceki yaşamım, sonra İstanbul’da devam eden çocukluğum sonra yatılı okulda geçirdiğim sekiz yılım, yaşamımın önemli sayılacak dönemlerinden biri, beni en çok şekillendiren dönem. Yazarlık tutkum da bu dönemde başladı. Elimde olsa bile bunların hiçbirinin sırasını değiştirmez, hiçbirine öncelik vermezdim. Bu dizge içinde dolu dolu yaşadım. Sokak çocukluğu, haylaz bir delikanlılık, edebiyat dergilerinin, günlük gazetelerin yazı işlerinde geçirdiğim yıllar... Sonra Cenevre. Kozmopolit bir üniversitede değişik kültürlerden gelmiş öğrencilerle sürüp gitmiş arkadaşlığım... Ne çok şarkı dinledim, şiir okudum, şaşırdım, güldüm, sevindim, sevdim ve sevgilim oldu. Bazılarıyla hâlâ yazışıyorum. Aralarında yılbaşı kartlarına iliştirip torunlarının resimlerini gönderenler var. Denkliklerim vardı. Bunlara dayanarak doğrudan bitirme sınavlarına girecek oradan Paris’e gidip tiyatro eğitimi alacaktım. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Üç ay için gittiğim Cenevre’de sekiz yıl kaldım. Hukuk beni öylesine içine aldı ki tiyatro eğitimi aklımdan çıktı. “AŞKLARIMI YAZAMAZDIM” Anılarınızda aşklarınızdan ve mesleğinizden söz etmiyorsunuz. Aşklarımı yazamazdım çünkü sevgililerimi de yazmam gerekirdi. Bu hakkı kendimde bulamadım. Ama söylemeden geçemeyeceğim; yaşamım bir sevdalar zinciri oldu. Gülriz Sururi anılarında “Yiğit Okur’un çevresinde hep havalı kadınlar oldu,” diye yazmıştı. Mesleki anılarımı da yazamazdım. Çünkü bence hekimler, avukatlar, katolik papazları meslek anılarını yazmamalı. Bir kimse ya da bir kurum mesleğiniz gereği, güven duygusu içinde size her şeyini açmış, anlatmışsa siz, üzerinden birçok yıl geçmiş olsa da bütün bildiklerinizi, duyduklarınızı, dinlediklerinizi, sanki sizinmiş gibi kalkıp başkalarına nasıl aktarabilirsiniz? Üstelik “anılarım” adı altında! Hatta o adam ya da o kurum artık yaşamıyor olsa bile. Özellikle size sırrını açan bir bireyse onun eşi, çocukları yok mu? Belki onlar dahi bilmez sizin öğrendiklerinizi. O zaman siz, mesleki anılarım diye ne hakla başkalarına anlatabilirsiniz öğrendiklerinizi! Katolik papazları, hekimler, avukatlar mesleki anılarını yazsa papazlık, hekimlik, avukatlık sığınılır bir yer olmaktan çıkıp ileriye doğru işleyen bir dedikodu yuvası haline gelmez mi? Üstelik bir meşruiyet kazanarak! “YAZAR İKİ OLUKLU HAVUZA BENZİYOR” Öyküden çok roman yazdınız. Neden? Öykü bana hep güdük kalmış bir roman gibi geldi. Roman benim için güldür güldür akan bir su imgesi verir. Özgeçmişinizde “40 yıl süren sessizlikten sonra tekrar edebiyat dünyasına döndü” şeklinde bir cümle var. Bunu açar mısınız? Liseyi bitirdiğim yıl kendimi Haldun Taner’e çömez atadım. Haldun Taner’in böyle bir istemi elbette yoktu. Ama beni dışlamadı da... Artık Haldun Bey neredeyse ben oradaydım. Böyle böyle Türk edebiyatının ölümsüzlerinden ikisini tanıdım: Sait Faik ve Orhan Kemal. O dönem, Yenilik, Mavi, Varlık dergilerinde şiirlerim yayımlanıyordu. Haldun Taner bir gün “Şiirlerini okuyorum, beğeniyorum” dedi, sonra ekledi; “Siz niye düz yazı yazmayı denemiyorsunuz?” Ustam bir şey sordu ya hemen yanıtladım: “Efendim, biriktiriyorum, bekliyorum” dedim. “Beklemeye koyulduysanız daha kırk yıl beklersiniz!” dedi. Şimdi yazmaya başlamazsan bir daha yazamazsın demek istemişti. Kehanet miydi? O konuşmadan kırk yıl sonra yazmaya başladım. İzleyen üç yıl sonra da 2003 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü aldım. Başka roman veya öykü yazmayı düşünüyor musunuz? Yazar iki oluklu havuza benziyor, bir oluktan doluyor, öbür oluktan boşalıyor. Havuzun yüzeyini “besleyen oluk” devam ettikçe havuzun yüzeyi aynı kalıyor. Şu anda zihnimin havuzunda biriken, yüzen şeyler var. Ne kadar zamanda oluşup öbür oluktan akar, şimdilik kestiremiyorum. n [email protected] Buralardan Geçerken/ Yiğit Okur/ Can Yayınları/ 432 s. K İ T A P S A Y I 1324 Yiğit Okur’un anı kitabı “Buralardan Geçerken” okurlarla buluştu. Göçük altında kaldığı 1939’daki büyük Erzincan Depremi’yle başlıyor Okur’un anıları ve kısa bir süre sonra savcı babasının atandığı İstanbul’la ilerliyor. Galatasaray Lisesi ve Cenevre’de üstün başarılarla dolu hukuk eğitimi ve yazınla devam ediyor yaşam yoluna. Anıları yazmayı insanlık ve bellek düzleminde tarihsel bir sorumluluk olarak yorumlayan yazar, kitabında siyasi, toplumsal, sınıfsal gelişmeler ve kimlikler bağlamında birkaç dönemlik Türkiye panaroması da sunuyor. Yaşama sıkı sıkıya bağlı, Türkiye’nin yakın tarihine tanıklık etmiş üretken bir aydının anıları “Buralardan Geçerken”. Okur’la kitabını konuştuk. S A Y F A 4 n r Gamze AKDEMİR “Anı yazmak; kendini ayıklamak, kendini temize çekmek, kendini ciltlemek, tortuya hayat vermektir.” (Kitaptan) istiyorsunuz? “Oyun” sözcüğüyle elbette “Bahriyeli çiftetellisini” kastetmiyorum. Yüzer yıllık süreçler içinde değişse de yaşamımızı saran birçok kural var. “Oyun” diye simgelediğim şey, bu kurallar karşısında takındığımız doğal tavırlarımız. Bunlar çeşitli. Özel hayatımızdakiler, meslek hayatımızdakiler, kurumsal olanları, toplumsal olanlar var. Yaptığımız işe göre de tavırlarımız değişir. Örneğin bir cerrahın hastasının göğüs kafesini açıp kalbini çıkardığı esnadaki tavırlarıyla sevgilisine kur yaptığı tavır birbirlerinden değişik birer oyun. Bunlar yapmacık değil, aksine doğal. Bunlardan kendimizi soyutlayamayız. Anılarınızın önemli bir bölümünde çocukluğunuzu öne çıkartıyorsunuz. Saptamanız doğru; anı kitabımda çocukluğuma ilişkin olaylar, duygular ağır basıyor. Unutamadığım anılarımın birçoğunu çocukluğumda yaşadım. Örneğin deprem! Beni enkaz altından cezası infaz edilmemiş, idama mahkum bir hükümlünün kurtarması... Sonra İstanbul’a kadar uzayan zor bir yolculuk; göç! İlk defa tren, ilk defa vapur, ilk defa deniz... Anılarımı yazarken çocuk yıllarımın üstünde durmam kaçınılmazdı. Ergenliğimi çocukluğum hazırladı. Kin, hırs dolu, kavgacı insanların çocukluğuna dikkat edin, genellikle dayak yiyen, horlanmış, dışlanmış, örselenmiş çocuklar. “KAFAMIN ATLASINI SÖKÜP YUMAK YAPIYORUM” Çocukluğunuzda depremin dışında sizi en çok neler etkiledi? 2 T E M M U Z 2 0 1 5 K itabınızın alt başlığında “Yaşam ve Oyun” sözcükleri var. “Oyun” sözcüğüyle neyi vurgulamak Fotoğraf: Vedat ARIK Yiğit Okur’un yazma tutkusu yatılı okulda geçirdiği yıllarda başlamış. C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle