05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

susmasıdır. Ama roman sanatı çoğunluktan ayrılan kara koyunları anlatır, bu yüzden Mürşit ve Madenci konuşuyor. Susan, ağrının yükünü taşıyamayan da intihar ediyor Madenci’nin karısı Arzu gibi… Evet, bu açıdan baktığımızda günahkârın işi daha kolay. İtiraf bir tür tazelenme, huzura yaklaşma getiriyor, sanki suç sadece suçu saklamakmış gibi. Arzu ise kurban ve kurban olmanın yükü günahkârınkinden daha büyük. E. M. Cioran’ın sizdeki yerini kitapta görsek de burada da anlatın isterim yeri gelmişken… Cioran hayatının büyük kısmını Fransa’da geçirmiş, çoğunlukla Fransızca yazmış Rumen asıllı bir felsefeci. Bir papazın oğlu. Hiç çalışmamış, düşünmüş, yazmış ve kıt kanaat yaşamış. Fazlasıyla karamsar bir düşünür. İnsanın ruhen sürekli çürüyen bir varlık olduğunu, varolmanın başlı başına bir problem olduğunu düşünüyor. Kitaplarından birinin adı Doğmuş Olmanın Sakıncası mesela. İntiharın kullanmadığımız bir olanak olduğunu ve intihar edebileceğimizi bildiğimiz için yaşamaya devam edebildiğimizi söylüyor. Hem insanın tekil varoluşu hem tekil varoluşların toplumu bir araya getirişi hakkında düşünceleri dikkate değer. Unutamayanların çağını yaşıyoruz, unutamayacakları yükleri sahiplendikleri için desek? Bence bu epeyce iyimser bir yaklaşım. ‘Unutamayacakları yükleri sahiplenmek’ ifadesi sorumluluğunu alma duygusu içeriyor. Oysa biz unutmamanın, hatırlamanın sıradanlaştığı bir çağı yaşamaya başladık. Günahlar, çirkinlikler, haksızlıklar hayatın ortasına boca ediliyor, ama etki yapmıyor. Ancak hesabının sorulduğunu ve cezalandırıldığını görürsek etki yapmış olur, ama olmuyor, çoğunluk yığılmış bu günahları umursamıyor. Kayıtsızlık çağı bu. “DUYGUSAL BUZLAŞMA ÇAĞI” En nihayetinde küçük günahlarla da örtemiyoruz artık büyük günahlarımızın üstünü. Bu geçmişte mümkünmüş gibiydi sanki. Zaman ve çağın bunda etkisinden söz edebilir miyiz? Dünyanın yeni siyasetinin ve yeni siyasi aktörlerinin iletişimi öcü gibi göstermeye çalışmasının, sansür, bastırma, önleme mekanizmalarının tümünü birden devreye sokmak istemesinin nedeni tam da bu, günahların örtülemez hale gelmesi. Ama ne yazık ki fazla uzun sürmeyecek. Siyasiler hatırlamanın hesap sormak anlamına gelmediğinden emin olunca başka bir çağa gireceğiz. Daha iyi mi olacak daha mı kötü bilmiyorum. Dijital çağın özelliği kaydın asla yok olmaması. İnternet denen meçhul mecrada dolaşıma girmiş bir imaj sonsuza kadar orada kalıyor, istemediğiniz imajı ulaşabildiğiniz bütün hard disc’lerden silseniz de yok edemiyorsunuz. Ama bu silememenin sonsuz sayıda imaj için C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I geçerli olması, niceliği nitelik haline getiriyor. Bundan umursamazlık anlamında kayıtsızlık ve etkisizlik doğması ihtimali var. Bence kayıtsızlık çağına çoktan girdik. Çağ demişken; kitapta yer yer “duygusal taşlaşma çağı’”tanımını kullanıyor kahramanınız… Evet, Batı’da başlayan bu çağ bize de sirayet etti artık. Şöyle bir süreç yaşandı: Batılılar vaktiyle Afrika kıtasının yok edilmesinden ırkçılığa kadar çok büyük kitlesel günahlar işlediler. Sonraki kuşaklar atalarından kalan günahların yarattığı vicdan yükünden kurtulmak için vakıflar, birlikler, örgütler kurarak dünyanın ağrılı bölgelerine koştular. Dünyanın ağrısını tedavi edeceklerini umuyorlardı. Başlangıçta ettiler de, ama kendilerini daha çok. Dünyanın her köşesine o kadar çok koştular ve yoruldular ki, sonunda Avusturyalı müthiş yönetmen Michael Haneke’nin deyimiyle buzlaştılar. Artık hemen koşmak istemiyorlar, duymazdan geliyorlar, ayak sürüyorlar, ağırdan alıyorlar. Haneke bu yeni çağa “duygusal buzlaşma çağı” diyor, Madenci de ona gönderme yaparak “duygusal taşlaşma çağı” diyor. Bu taşlaşma aynı zamanda merhamet yorgunluğu dediğimiz şey. Avrupa’da dünyadaki ağrıları dindirmek isteyen örgütler istedikleri gibi bir etki yaratmakta zorlanıyorlar artık. Ağrıya koşmak isteyenler azaldı. Biz bu sürecin başındayız, tümüyle taşlaştığımızı söyleyemem, çünkü hâlâ açık yaralarımız var. Bizim sorunumuz yaralarımıza yenilerinin eklenmesi. Üstelik bizimki Batılılarınki gibi kapanmış bir yaranın ağrısı değil, yeni yaraların ağrısı. Peki, bu romandan çıkan izlenimim: büyük günahların üstünü sanki büyük şehirlerde bir süre daha örtebiliyoruz da taşrada yalnızlaşıp çözülme erken oluyor gibi… Ne dersiniz? Bence bu günah sahibinin karakteriyle ilgili. Taşra hayatına başka bir açıdan baktığınızda imrendirici bulabilirsiniz. Daha yavaş akan bir hayat, ölçeği küçültülmüş ama rahatlığı ve huzuru artmış bir yaşama biçimi, doğanın huzur ve sükuneti. Pek çok büyük şehirlinin rüyası bu. Ama taşra iyi yürekli insanlar cenneti değil. Taşrada günah işleniyor, saklanıyor ve hayat devam ediyor. Yüzleşme niyetinde değilseniz, günahlarınızla barışık yaşamayı becerebiliyorsanız taşra hayatı büyük şehirden daha kolay bile olabilir. Son olarak, büyük ikramiye hepimize ne zaman çıkacak sizce? Bilmiyorum. Ama depremin kaçınılmaz oluşu gibi, günahlarımızın altında kalmamız da kaçınılmaz. Arada bir küçük işaretler veren toplumsal hafızamız bir gün patlayacak. Günahları gömüp geçerek hayata devam etmemiz imkânsız bence. n Dünya Ağrısı/ Ayfer Tunç/ Can Yayınları/ 336 s. 1251 6 Ş U B A T 2 0 1 4 n S A Y F A 1 7
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle