06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K er roman, biz onu ne oranda kuşatıyorsak o da bizi bu oranda kuşatıyor… Etkiye tepki olayı da denebilir bunun için. Nitekim Hiçlik’ten Özgürlük Kampı’na geçtiğimizde, yani üçüncüsünü okurken, okuduğumuz ikinci romanda gezintimizi sürdürüyorsak biz hâlâ, o zaman kuşatıldığımız romanları, bizim de ağırdan kuşatmaya koyulduğumuzu, söylemdeki yoğunluğun, söyleme biçiminin önüne geçtiğini görmezden gelebiliriz miyiz? Ferhan Şaylıman’ı Zaman Geriye Dönmez (Merkez, 2006) adlı ilk romanıyla tanımış, “Kitaplar Adası”na konuk almıştım yapıtıyla. “İlk roman”mış doğru, ama “ilk kitap” değilmiş bu… Öncesinde iki öykü kitabı yayımlamış yazar, nereden bileceğim… Bunu dillendiren satırlara, ilk romanında değil ikincisinde rastladım çünkü. Sonuçta haberim bile olmamış iki kitabından: Sığınak (1992), N’olur Beni Eve Götür (?). Üstelik iki kitap da öyküler toplamı… Buna göre son dönem öyküden romana geçenler arasında Ferhan Şaylıman adının da anılması gerekiyor. Oysa sözünü ettiğim öykü kitaplarını bırakın okumayı, görmüş de değilim kendi payıma… İkinci romanı Hiçlik (Turkuvaz, 2009), bu bilgileri içerirken romanda kalıcılık için çabaladığını da gösteriyordu yazarın. Nitekim çok geçmeden üçüncü romanıyla okur karşısına çıktı Şaylıman: Özgürlük Kampı (Bence Kitap, 2012)… Zaman Geriye Dönmez, karmaşık evren yapısı, karakterlerindeki oturmuşluk, sağlamlık kadar bunların olaylarla öteki kişilerle ilişkilenişi çerçevesinde dikkat çekiciydi. Böylece yapıttan yayılan gerçektenlik duygusu da düzeyini koruyor, süreğenlik sergiliyordu. Şaylıman’ın bu romanıyla Melih Cevdet Anday’ın Raziye (Altın, 1975) adlı romanı arasında kimi çağrışımsal bağlar kurmaktan kendimi alamamıştım. Üstelik bunu, Melih Cevdet’in şair, denemeci, oyun yazarı olarak cebinden üç şair, yazar çıkardığını, ama romanlarının enikonu “vasat” kaldığını öne sürdükten sonra söylüyorsam, bir çelişkiye yol açmıyor mu bu? Raziye, kanımca en yukarıdaki romanı Melih Cevdet’in. Ötekiler daha anlatımcı boyutta kalırken, yüksek soyutlayımı, buna dayalı dönüştürümüyle önümüzde açtığı yoğun anlamlandırma adalarıyla hâlâ değerini koruyan bir roman bana göre. Melih Cevdet, bunda olgun birinin tutkularına bir genç aracılığıyla karşı açılı bakış getirirken kırsal, ama söylensel temelde kurduğu olağanüstü evreniyle, bu evrene yerleştirdiği karakterlerle müthiş dinamizm de kazandırıyor anlatısına. Ne yalan söylemeli, İşte Ferhan Şaylıman da Zaman Geriye Dönmez’de, doksanlık ressam Mişon’la, karşı açı oluşturan genç anlatıcısıyla yüksek bir giriş yapıyor romancılığımıza… FERHAN ŞAYLIMAN’IN ROMAN EVRENLERİ... Şeylıman, evreni, karakterleriyle, göz okşayan yapısı, dikkat çekici kurgusu, bütüne dönük yaydığı albeni duygusuyla elbette övgüyü hak ediyor bu ilk romanında. Üzerinde durduğuma göre, bunu bırakıp öteki romanlarına geçelim biz yine de… SAYFA 22 ? 17 OCAK itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] H Romanı kuşatmak, romanla kuşatılmak... bağlamındaki “Canan çok çaresiz, kapana kısılmış hissed(er) kendini. Ne yapacağını bilm(ez)” (166) belki, ancak yolunu değiştirmez yine de. Özgürlük Kampı’nda Canan’ın yerini, yaklaşık aynı konumda bir erkek alıyor: Tunç. Bu kez aldatan, televizyonda yönetmenlik yapan anlatıcı Tunç’tur. Önceki erkeklerin yerini, eşi Sedef’le sevgilisi Berna almıştır. Sedef, “üç şeyi yapmayı çok istedi(ği) ama başaramadı(ğı)”(7) için Tunç’u bırakmıştır: içkiden, kadınlardan vazgeçememek, kalem kâğıdı alıp bir türlü yazıya başlayamamak. “Bir çeşit hastalık” (208) olan Berna’yla ilişkileri de inişli çıkışlıdır zaten anlatıcının. Çalıştığı televizyon kuruluşunda gerçekleştirdiği günün tartışılır programı sonrasında kanalla ilişkisi kesilmiş, kapı önüne konulmuştur Tunç. Bu bakımdan yitirendir anlatıcı her yönüyle. Roman, adını, birbirini yok etmeye yönlendirilmiş yedi katılımcısıyla, kıran kırana gerçekleştirilen parlatılmış bu “yarışma programı”ndan almıştır zaten. Hepimiz bu “özgürlük kampı”nın içinde birer oyuncu olarak yer alırız yazara göre. Ferhan Şaylıman ROMANCILARIMIZ ARASINDA6 yapıldığı bu işleyişte ilk kavranması gereken, yaşanan gerçeklik yanılsaması aslında. Ne ki başkalarınca kurgulanan gerçekliği kendi gerçekliğimiz bağlamında alırken bu odakların kurmaca kişileri ya da kuklaları olmaktan yakamızı kurtaramıyoruz bir türlü… “Camgöz saltanatı”na son verip kurtlar sofrasını dağıtmanın ilk koşulu gerçeklik algısını hep göz önünde tutmak oysa… Zaten Tunç da “[h]er şeyi yeniden öğreneceği(.) bir aşama(ya)” gelmiştir. “Kırk yıllık yazlığın(ı)… yazıevine dönüştü(rerek)”, sonunda “önü(ne) yeni yazıldığı belli olan uzun bir metin” alabilmiştir görece. (129, 128, 118) Yazar, gerek Hiçlik’te gerekse Özgürlük Kampı’nda okuru, bir biçimde önce kendi savunma adasına çekiyor, sonrasında hücum yetileri kazanmasını sağlayacak verilerle donatmaya girişiyor onu. Yalnız son iki romanında değil ilk romanında da gerçeklik algısı ile bunu gölgeleyen yanılsama olgusu, yazar olarak Ferhan Şaylıman için ana sorunsalların başında geliyor… Bu çerçevede o, süreç içinde geçirilecek “rasyonel” bir gerçeklik algısı değişimi dışında tüm toplumu yönlendirip buyruğuna almak amacıyla oynanan sahte gerçeklik algısına, kurgulanmış gerçeklik yanılsamasına karşı uyarıyor hepimizi… Hele Hiçlik’le Özgürlük Kampı’nda bunu iyiden iyiye geliştirip odağa oturtuyor da denebilir… EVRENDEN KİŞİYE ROMANLAR ARASINDA GEÇİŞLER... Hiçlik’in, tekinsiz, ancak daha bireysel görünen evreninin Özgürlük Kampı’nda daha toplumsal, daha kuşatıcı evrenle geliştirildiği düşünülebilir. Ancak Şaylıman’ın üçüncü romanını da yine bir aşk üçgeni tragedisinin açılımı üzerine oturtması, her ikisinde de bu sacayağını koruması, ister istemez iki evren arasında koşutluklar kurulmasına, buna dönük kimi özdeşleyimler ortaya çıkmasına yol açıyor. Bunun yanında her iki romanın sürekli iç sorgulamalara yaslandırılması, çatının bu şekilde kurulması, kızağa böyle oturtularak bu omurgayla kaydırılıp taşınması farklı romanlara aynı ağırlıkta yayılınca enikonu tekdüzelik çıkıyor ortaya… Kuşku yok ki iyi bir anlatıcı, işini iyi bilen bir dil işleyici Şaylıman. Ama temel güdüleri yönünde insanoğlunu yapılandırırken, karakterleri, evreni kurarken bir yazardan, üstelik her yapıtında farklı yönsemeler beklenmez mi biçemsel tutum bağlamında? Hayır, olay aktarıcılığını, anlatımcılığı öneriyor değilim elbette… Buna göre Tatar Davut’la Kevser ilişkisi elbette göz dolduran bir anlatı, ama bunun nefis bir öykü gereci olduğunu düşünebilseydi keşke yazar. Tersine örtükleştirmeyi dağıtmadan, ama bunu geliştirerek, tıpkı ilk romanda gözlendiğince yapıtı çoksesli hale getirmek olanaklı değil mi? Kaldı ki o, yinelemeye düşmeyen, anlatısına yan anlam örgülerini ustaca yerleştiren, zaman zaman dolgu, orta malı, kullanmalık öğelere göz kırpsa da işlevsel ayrıntının değerini iyi bilen biri zaten… Her roman, biz onu ne oranda kuşatıyorsak o da bizi bu oranda kuşatıyor… Etkiye tepki olayı da denebilir bunun için. Nitekim Hiçlik’ten Özgürlük Kampı’na geçtiğimizde, yani üçüncüsünü okurken, okuduğumuz ikinci romanda gezintimizi sürdürüyorsak biz hâlâ, o zaman kuşatıldığımız romanları, bizim de ağırdan kuşatmaya koyulduğumuzu, söylemdeki yoğunluğun, söyleme biçiminin önüne geçtiğini görmezden gelebiliriz miyiz? Bu nedenle Hiçlik de Özgürlük Kampı da elbette nitelikli romanlar, ne ki evrenleri, karakterleri bağlamında sergilediği örtüşme nedeniyle gereken “değer”i yansıtamıyor. Oysa Ferhan Şaylıman, kanımca bunların çok daha üzerinde bir güçle okuru kuşatacak romanlar verimlemeye aday bir yazar! ? Yazar, ilk romanından tanıdığımız dil, anlatım ustalığıyla çıkıyor karşımıza Hiçlik’te. Karmaşık dizilişle, bakışımsız olarak roman evrenine yerleştirdiği CananEsat çiftini tanıtıyor bize. Özöyküsel aktarımla anlatmasa da öznel bir kameranın bakışıyla, sıcak kucaklamalarla sunuyor onları. Bir türlü örtüşememiş, ilişki yorgunu iki insandır Canan’la Esat. Geçirdiği büyük ameliyat sonrasında, düz bir yaşam sürdüren bilgisayar mühendisi Esat’la bir özel okulda, üstelik kayınpeder torpiliyle öğretmenlik yapan Canan’ı iki özürlü insan gibi aynı düzleme getirip eşitler yazar yoğun bakımda… Her ikisi de bu bağlamda yaşam savaşımı verirken, geri plandaki toplumsal oluntuların simgesi sayabileceğimiz aileleri de taraf konumundadır. Canan, ünlü gazeteci Haluk’la kaçınılmaz bir aşk yaşamaya koyulmuştur. Ancak bu süreçte eşini aldatmanın getirdiği iç baskısıyla düşünsel gelgitler içindedir. Esat ise yaşadığı ölümcül ameliyat sonrasının ciddi sarsıntısını göğüslemeye çabalar. Ne ki yaşadığı “hiçlik” duygusunu atamaz içinden. Karı koca masum kızları Ceren’i düşünür… Masumiyetin elde kalmış tek verisidir çünkü çocuk… Çift, kendini anlatmaz, ancak biz sanki onlar kendilerini anlatıyormuşçasına tanımaya koyuluruz karakterleri, öte yandan tutumlarıyla, davranışlarıyla, artalanda kusan aile yapılarına bağlı sıkışıp kalmışlıklarıyla enikonu kabulleniriz onları. Bu nedenle yapıt, nahif bir izlenim bırakıyor insanda. Çünkü karakterlerin davranışlarına bakarken, sanki başka türlü herhangi davranışları, duyuşları, düşünüşleri, tutumları olamazmışçasına onları benimsiyoruz alımlama sürecinde. Özgürlük Kampı’nı yapılandırırken de yazarın temel karakter bağlamında söz konusu aşk üçgenindeki bu kişilerden yararlandığı görülüyor. Hiçlik’te iki erkek (Esat, Haluk) karşısında kendi geçmişiyle hesaplaşarak ayağa kalkmış modern bir kadınla tanışıyoruz: Canan. Emma Bovary’nin, Anna Karenina’nın bir değişkesi KUŞATMAYA ÇABALADIĞIMIZ ROMANLA KUŞATILMAK... On yıl kadar önce, genç bir yazar olarak Eray Sezer’den, BBG / Bazı Bilinmesi Gerekenler başlıklı bir roman dosyası okumuştum. Söz konusu dosyada yazar, “Eray Sezer” adlı roman kişisinin, bir televizyon programına katılmadan önceki yaşamıyla, sonrasında başına gelenleri anlatıyor, bu arada yine birer roman kahramanı olarak kendisi gibi birtakım insanları da bu evrene buyur ederek enikonu ilgi de çekiyordu. Diyeceğim, dosya, başlangıçta belki salt yaşamsal gerçekleri aktarmış görünüyordu ama ilerleyen sayfalarda yazınsal değerler kuşanmaya koyuluyordu. Görmesem de andığım dosyanın, sonradan kitaplaştığını sanıyorum. Demek öndeki cilanın ardında kalanlara sızmak, olgular arasında bağlar kurarak, toplumsal ilişkiler yumağı odağında yaşamımızı yeniden değerlendirip farklı bir kavrayış mantığıyla bunu çözümlemeye girişmek, deşmek gerekiyor. İşte Şaylıman bunu yapıyor bir bakıma… Tanrılara sunulmak üzere arenaya çıkarılıp gladyatör olarak birbirlerine saldırtılan, katılımcı gibi görünse de yaşam karşısında kendilerine yalnızca yarışıp yenen olmak gerektiği öğretilmiş kapitalist ilişkiler kurbanı yedi kişi aracılığıyla, varsayalım ülkenin yedi rengine göndermede bulunan bir tuhaf ritüel… Yazar, söz konusu ritüel aracılığıyla bize kendi toplumsal gerçekliğimizi gösterirken arkada ipler ellerinde bu kuklaları oynatan odakların büyülü camda gerçeklikle kurmaca arasında yanılsamaya dayalı ne oyunlar çevirdiğini, böylece neye yol açtığını da ortaya koyuyor bir bakıma. Çünkü “güç, camgözlerin yarattığı bir dünya ile sınırlı” tutulmuştur. (179) Kaldı ki “camgözler yeni bir dinin doğuşuna (.) öncülük et(mişlerdir)” (300), ötesinde onlar “güçlüleri sever” zaten. (327) Seyrederken uyarlaştırılıp yönlendirilen toplumda herkesin giderek emir kulu 2013 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1196
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle