23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K K adınlar, öyküde erkekleri geçeli çok oluyor… Gerçekten öykücülüğümüzde erkek yazarların öyküleriyle kadın yazarların öykülerini birer ana gövde olarak aldığımızda, kadın yazarların verimlerinin erkeklerinkini fersah fersah geride bıraktığını görmemek için kör olmak gerek… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com İlk öykü kitaplarıyla kadınlarI... BERNA DURMAZ: “TEPEDEKİ KADIN” Berna Durmaz (d.1972, İstanbul), Tepedeki Kadın (Can, 2011) adlı ilk öyküler demetinde, söylen diline dayalı bir damarın izini sürerek geliştiriyor anlatısını. Öyküleri çarpıcı kılan belki en önemli yan, kurduğu arkaik evren, bunun üzerine oturan söylensel anlatım düzeyi, bir ritüelden çıkagelmişçesine gezinen karakterler… Yazar böylelikle on binlerce yılı bir çırpıda birbirine kararken okuru da bu yönde etkiliyor. En yüksekteki kadın figürünün bir ucu ana tanrıçayla bütünlenirken öte ucunun aşağılanıp yoksanmış kadınla ilişkilendirilişi, okuru öykülerin bukağısında tutuyor. Nitekim kadının, “bin yıllık bir hikâyenin üstüne oturmuş” (35) gibi görünmesi de bunu ele veriyor bir bakıma. Sema Kaygusuz’a koşut söylensel kılınan bir dille, buna attığı ilmeklerle kuruyor anlatısını yazar. Yer yer Kaygusuz’un Yere Düşen Dualar (2006) romanından (“Altın” bölümü) kimi esintiler de dolabiliyor insanın kulağına. Sonrasında Latife Tekin, Hasan Ali Toptaş, Faruk Duman anlatılarıyla kurulan yakınlıklar, aralarındaki anıştırmalar da kendini duyuruyor bir çalım. Simgeli anlatım, gücünü kendisi üreten, bu arada dişiliğini erkeye dönüştürerek en tepeye tırmanan kadınlara odaklanıyor öykülerde. Ayrıca insanın kendini, dünyayı, evreni tüketme çağına karşı kökten bir silkiniş de karşılıyor okuru. Durmaz, öykülerini artalanlarıyla birbirine yataklar seren, yoğun ilmekli sözdizimleriyle kuruyor hep. İyi de bunca yoğun kıvamlı bir dokuya yaslandığında, anlamlandırmanın ötesinde havalandırmaya gereksinim duymaması olası mı öykünün? Bu yoğun, baskılayıcı anlatıyı tartıp dengeleyebilmek için de kılcal damarlarına dek büyüyle karmaya çalışıyor yazar. Başarıyor da. TÜLAY GÜZELER: “DAR KORİDOR” Tülay Güzeler (d.1961, İskenderun), ilk öykü kitabı Dar Koridor’da (Kanguru, 2012) okur karşına çıkarken “Gerçek”i bir karaktere dönüştürüp anlatı evreninde gezindiriyor. Bu nedenle de ister istemez denemeye göz kırpan bir bükülme sergiliyor. Dil de bunu yansılıyor bir bakıma. Böyle olunca öyküden kapsanıklık temelinde beklenen dilsel kurgu mantığının zorlandığı, bir açıdan sorgulayıcı dil mantığına kaydığı gözleniyor. Yazar, söyleyeceklerini gerçeküstücü öğelerle harmanlayıp sunabilmek için çabalamıyor değil. Ama öyküleri okurken “Gerçek” denen sanal bir öykü karakterine gerek var mıydı diye düşünmeden edemiyor insan yine de. “Kalabalık içinde olsak da, kimseden gerçek anlamda haberdar değilizdir” (34) belki, ama bunu anlatabilmek için ille öykü kişisi olarak mı yer açılması gerekir gerçeğe? Böyle değil de anlatı dilinde kurulup işlenen, dönüştürülüp geliştirilen büyüyle gerçeküstücü öğelerle sürseydi gerçek, herhalde hem anlamlandırma açısından hem biçemce daha uygun olurdu öykü için. 2012 Kadınerkek yazarların sayıca eşitlendiği alan olarak da görebiliriz öykücülüğümüzü. Yirmi yıl kadar önce erkek yazarların sayısı görece üstündü belki, ama arada büyük bir uçurum yoktu yine de. Oysa bugün öykücülüğümüzdeki kadın yazar oranının yüzde 60’lara vardığı bile öne sürülebilir… Öte yandan ilk kitaplardaki yaş dağılımlarına bakıldığında, bir çeşitlilik de çıkıyor karşımıza… Nitekim ilk kitaplarını erişkin çağlarda yayımlayan azımsanmayacak kadın yazarla karşılaşılıyor. Kadınların öyküde erkeklere oranla neden önde olduğu konusu üzerinde daha önceki yazılarımda uzun boylu durmakla birlikte aralıklarla dönüp buna değinmekten alamıyorum kendimi… Örtük nedenler arasında cesaret, girişim, direnme, sabır, inat, göze alma, göğüs germe vb. konularda, erkeklere göre kadınların daha kunt duruş, koparıcı tutum sergilediği, anlatılarında yeni bir kadın varlık kurmak için can attığı öne sürülebilir. Sonuçta kadınlar, kaleme aldıkları öykülerle artık hem farklı hem düzeyli soyutlamalarla kendi yaşamlarını dönüştürüp buna dokunabilmeyi öğrendi. Süreç içinde yaşam ortamına tam anlamıyla müdahale edebilmeyi, muhalif yaşantılar aracılığıyla alanda çığa dönüşmeyi de… Aysu Erden’in Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar / KötücüllükCinsellikErotizm (Hayal, 2011) adlı çalışması, bunun somut bir örneği olarak duruyor önümüzde. Erden, “Türk kadın yazarların öykülerinin ve romanlarının bütünü incelendiğinde, kadın yazarların yarattıkları kadın kurmaca kişilerin genellikle (…) tepki göstermekte, hemcinslerine, erkeklere ve topluma başkaldırmakta” (8, 9) olduğu yargısını paylaşırken bizimle, pek çok örnekle de bunu destekliyor. Bütün bunların itkisiyle kadın öykücüler, kaleme aldıkları öykülerle kendilerini ortaya koymak kadar bunlardan yansıyan biçemle de ışık düşürüyor alana… Ancak yine de öyle dertliler, sorunlarla öyle içli dışlılar ki, bunları düzgün biçimde dile getirip anlatıvermenin yeteceği yanılsaması, hâlâ ağırlığını koruyor diyebiliriz, pek çok sıra dışı örneğe rastladığımız halde kadın öykülerinde… Bundan ötürü kadın öyküleri temelde ikiye ayrılıyor. Sözgelimi “uzluk” aşamasına gelenler, kadın sorunlarını farklı kanallardan işleyip anlatımcılığın dar hendesesinden kendini kurtarmayı başarıyor, ama öteki bölümü, sorunları salt anlatma durumunda kalmanın duvarları arasında boğuluyor bir ölçüde… Bu hafta ilk öykü kitaplarıyla dikkati çeken üç kadın yazarımızı konuk alacağım “Kitaplar Adası”na… SAYFA 24 ? 16 ŞUBAT Yazarlar, yazınsal gereçlerle öğelerin, kimileyin öyküde ya da anlatıda nasıl yüke dönüştüğünü, onu ağırlaştırdığını göremiyor… Güzeler ayırdında bunun, bu nedenle kara anlatı, ötesinde dolambaç öykülerini çağrıştıran bir hava katıp çekimi artırmaya çabalıyor verimlerinde. Ama böyle bir zeminde kayan, okuru yer yer bu yöne çeken öyküler, bunca ustalıklı soyutlayıma karşın bu cehennemi karmaşanın içinde insanı adeta kötürüm bırakmış gibi oluyor neredeyse. Oysa kızının ölümünü görmemek için debelenen bir anne, olup bitenler karşısında bunlar birer ekran görüntüsüymüş gibi yaşanan yabancılaşma, başka bedenlerde farklı kadınlar kurma yadırgısı vb. örnekler büyü sarmalına karılmış halde gerçeküstücü öğelerle ne güzel teyelleniyor… Ustalıklı soyutlayımlarıyla, dönüştürümleriyle dikkati çeken böyle bir yazarın ilk deneyimini çabucak aşarak çok daha yüksek düzeyde öykülerini okuyacağımız kesin. Anlatımı, ayrıntıları işleyişi, bunları bütüne yerleştirişi de bunu apaçık ele veriyor zaten. NALAN YILMAZ: “KÖZ” Nalan Yılmaz (d.1959, Malatya), yayımladığı ilk öykü kitabı Köz’ü (Şenocak, 2011) üç ayrı başlık altında bölümlendirmiş: “Biraz Hayal”, “Biraz Gerçek”, “Ne Hayal ne de Gerçek”… Öteki iki yazar gibi Yılmaz da gelişmiş bir anlatı düzeyi yansıtıyor. Simgeli anlatımın düze çıkardığı bu öyküler, işte bu düzlemle kendini koyuyor denebilir. Buna yazarın kattığı yoğunluk kadar içkinliği de eklemek gerek. Ancak böylesi yoğun sözdizimlerinin, özellikle ilk bölümde zaman zaman fazla kaçtığı, hak etmediği halde denemeyi çağrıştırdığı, sonuçta öyküyü görece ağırlaştırdığı seziliyor. Bu çerçevede yazar, ilk elde kendini aforizmaya dönük iştahtan arındırsa iyi olacak kanımca. Oysa ilk bölümde simgelemeden öylesine yararlanıyor ki, neden bunu dayanak yapmıyor kendine diye hayıflanıyor insan elinde olmadan. İkinci bölümdeki öykülerse kıpır kıpır. Yine de herhangi sabun köpüğü algısına yol açmıyor kesinlikle. Sözgelimi “Şark Geceleri”, Binbir Gece Masalları’ndan çıkagelmişçesine hoş bir hava yansıtıyor, üstelik artalandaki sıkılık göz ardı edilmeksizin… Olgusallıkla iç içe olduğunda ise yazar, ilk bölümdeki anlatım biçimini bırakıp dolaysız ya da doğrudan anlatımı önceliyor göründüğü kadarıyla. Gerçeklikle bağlantı temelinde kurduğu ikinci bölümde kara anlatı, hatta bir ölçüde kara güldürü su yüzüne çıkarken, aykırı gerçekçi bakış da kendini gösteriyor yer yer. Sonra öykü uçlarının gülmeceye dek varıp kapıyı araladığı görülebiliyor… Öte yandan öykülerinde enikonu bir ardışıklık seziliyor; çünkü yerleştirim kavrayışı karşılıyor bu öykü dağarında okuru… Bütün bunların ardından, andığım ilk öykü kitaplarına göre üç kadın yazarın belli yönsemelerde el ele verdiklerini söylemek olası. Buna göre Berna Durmaz, Tülay Güzeler, Nalan Yılmaz üçlüsünün öykülerindeki buluşma noktaları şöyle sıralanabilir bana göre: 1. Her üç kadın yazar da bu ilk kitaplarındaki öykü verimleriyle berkitilmiş bir art alan yaratmayı önemsemiş görünüyor. Simgeler aracılığıyla ya da imgesel bağlamda ürettikleri anlamsal yoğunlukla yol alıyorlar bu öykülerde. 2. Her üç kadın yazar da artık söylenenin önemi denli, söyleme biçiminin de en az bunun kadar önem taşıdığının bilincinde olduklarını ele veriyor öykülerinde. Bu nedenle büyüden gerçeküstüne, aykırı gerçekçilikten alaysamaya vb. uzanan geniş bir kuşatmayla karşılaşılıyor. 3. Her üç kadın yazar da anlatılarına içirdikleri yoğunlukta, kavramsal tortu bırakmaya aday gördükleri içkinlik anlayışında da çakışan tutum sergiliyor. Demek ki her üç kadın yazarımız da, sorunları anlatma kaygısının, telaşının ağır bastığı o ilk evre nahif aşamayı çoktan aşmış… Kendilerine öykücülüğümüzün koca coğrafyası içinde öyküleme biçemleriyle bir kanal açmaya çabalıyorlar belli ki. Bu nedenle her üçünün de izlenmesi gerekiyor. Öykümüzün bir kazanımı olarak. İki hafta sonra başka bir grup kadın yazarlarımızla, onların ilk öykü kitaplarıyla birlikte olacağız bu kez… ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1148
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle