Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tarihe tanıklıklar Dost mektuplar AixLondraİstanbul Mektupları adlı incecik bir kitap yayımlandı. Her anlamda incecik. Orhan Suda ile Nezihe Meriç’in, 1980’de o bildiğimiz zarflıpullu mektuplarla başlayıp, 2000’li yıllarda epostalarla devam eden yazışmalarını bizlere ulaştıran bir kitapçık. Çabucak okunuyor. Öyle ki, Nemika Tuğcu, “Su gibi akıp gitti Mektuplar, hemen o gece” demiş. Selim İleri de “Bir gün ve bir gece boyu mektupları soluk soluğa okuduktan sonra” diye söz ediyor kitaptan. Ama asıl inceliği içinde saklı bu kitabın. Okuyanın içini ince ince sızlatıyor. Ağustos 2009’da aramızdan ayrılan Nezihe Meriç’in ruh inceliğini yüreğinizde duyarak okuyorsunuz. Orhan Suda’nın sevdiklerine, dostlarına mektup yazmaları konusunda inceden inceye uyguladığı baskının pek hoş bir sonucu da diyebiliriz bu kitaba. Ë Gülnihal GÜLMEZ eçen yüzyılın mektup edebiyatına gönül vermiş” (1) Orhan Suda, “Mektubunu bekleyeceğim”, “Haydi, bir sonraki mektuba kadar hoşça kal” türünden, cevabınızı biraz geciktirmenize izin verebilecek hatırlatmalarla başlayıp, “Bu mektubu alınca hemen bildir ki emin olayım (Süleyman değil) eline ulaştığından”, “Hemen cevap yaz, çünkü vakit az” “Sabah uyandığında mektupla beni” tonunda süren hınzır baskılarla cevabınızı çabuklaştırır. BİR YUDUM ŞİİR GİBİ MEKTUPLAR “G Mektup bekler dostlarından, Londra’nın güneşsiz günlerinde yüreğini ısıtacak mektuplar. Tezgâhtaki işlerine rağmen sabırsızlıkla beklediğimiz FransızcaTürkçe sözlüğü de var bunların arasında hiç ihmal etmez dost sesleri taşıyan mektupları. Okuduğu kitapları, dinlediği müzikleri (2), yazdıklarını, Türkçenin incelikleriyle ilgili gözlemlerini (3) paylaştığı mektuplarına cevaplar bekler arkadaşlarından. “Ben dostlarımı ve mektuplarımı hep koynumda saklarım. Onlara hiç kıyamam” der (4). Sakladıklarını da aradan bir zaman geçince bizlerle paylaşır. “Geçmiş zamana bir güzelleme” diye nitelendirdiği Bir Ömrün Kıyılarında (5) kitabında, roman tadı katarak yazdığı anılarını o güzelim mektuplarla zenginleştirmiştir. Öylesine çiziktirilivermiş değildir bu mektuplar. Bir yaşanmışlık izlenimi sarar ruhunuzu. Bazen de bir deneme, ya da bir öykücük gibi okursunuz o mektupları ve hepsinde de bir yudum şiir bulursunuz. Nezihe Meriç’le mektuplaşmalarının arasına da sıkıştırmış dostlarının mektuplarını. Hele, can arkadaşı Halim Spatar’ın bir mektubunu paylaşmış ki, benim gibi 50 kuşağının aydınlarına, yazarlarına büyük saygı ve sevgi duyan biri için bir hazine bu mektup. SAYFA 4 17 MART 2011 Nasıl teşekkür etmem Orhan Suda’ya, dönük, canlı, sıcak, bugüne kadar adını duymadığım bu sevgiyle dolu (çok), cânım “dinozoru” tanımama fırsat yaşamı ayrıntılarına verdiği için. dek tadını çıkararak Nezihe Meriç... İnsan yüz yüze geleyaşayan, gülen, sevimediği, bir iki telefon konuşması dınen bir yaradılış olaşında şöyle bir karşılıklı oturup söylerak görünen şu şemediği bir kişi için nasıl olur da ta Ben’in, nasıl da içine içten gelen bir sevgi yeşertebilir? Ah dönük, aşırı duyarlı, işte, edebiyat! Nezihe Meriç’i öykülealıngan, çekingen (çok) biri olduğu. riyle çok sevdim ben. Epeyce genç‘Ah canım benim! Diyorum... Kendiken, okumama izin verilmediği için mi nazlandırıyorum” (7). saklandıkları yerlerden bulup kaçak SAHİCİ İNSAN kaçak okuduğum Kerime Nadir’lerde, Ben öykülerinde çoktan yakalamışMuazzez Tahsin Berkant’larda tanıdıtım o incecik “ben”i. Bu yüzden, aklığım kadınerkek ilişkilerinden çok ma ilk gelen öykü de “Suskun Ezgisi” farklısını keşfetmiştim Menekşeli Biolmuştu. Aslında, “Dış dünyayı anlinç’de. Böyle girdi Nezihe Meriç ismi lamlamaya çalışırken ‘susup kalmış’ dünyama. Sonra, uzun yıllar sonra bir bir yazarın, ‘Hiçbir zaman, düşüngün, edebiyat metinlerinde içkonuşdüklerimizi tam tamına söyleyemiyoma tekniği ile ilgili bir inceleme hazırruz, çoğu içimizde kalıyor. Bir sohbeti lamak istediğimde, elimi attığım ilk yakalamak, bir arkadaşla binde bir’, kitap Bir Kara Derin Kuyu (6) olmuşdeyip gerisini getiremeden kafası yine tu. Neden diğerleri değil de bu kitakarışan kurmaca kişisinin içten içe sübı? Galiba o sıralar ben de bir susrüp giden söylemini nasıl bir dil edikunluk döneminden çıkmaya çalıştığım için. Kitabının başına “Öykülerden Önce” adı altında koyduğu giriş bölümünde duyuruyordu suskunluğunun nedenini: “78’den beri, 68’den beri” olduğu gibi “gergin, burnunun ucunda bir sızı” ile uyanarak geçirdiğini söylediği o 1988 yılında, “bungun, coşkusuz, incinmiş” olarak kalakaldığı uzun bir suskunluk döneminden sonra, elinde birikmiş duran ve çok sevdiği “şu, yaz kenti öykülerini”, yayımlama kararıyla gözden geçirişini anlatırken “Hepsinin içinde dolanan O’nu ele geçirmeye çalışıyorum” diyordu. Sonra da ekliyordu: “Bu aranışın içinden her zaman düşündüğüm başka bir şey çıktı karşıma gene: ÇocukluDost mektuplarını saklamaya da, günışığına çıkarmaya da özen ğumdan bu yana, çok dışa gösteren Orhan Suda bu anıları bizlerle paylaşıyor kitabında. miyle metinselleştirdiğini görmek istedik” (8) gibilerinden kara kuru bir akademik yazı biçemine sığmayan bir sevgi vardı ilgimin arkasında. Ben, ruhuma sinmiş olan Nezihe Meriç’in peşindeydim: Hep kendi kendine konuşupdüşünüp duran; içinde yaşadığı toplumun acılarıyla burnunun direği sızlayan; hep meşgul, hep yapılması gereken işleri sıraya sokmaya çalışan; sofralar kuran, konuklar ağırlayan; insanı, denizi, çiçeği, çıtır ekmeğitaze yeşil biberi, kurdukuşu seven, sevdiren ve çok içten, garip biçimde, her şeyiyle içten. O kadar içten ki, öykülerinde hissettiğim yazaranlatıcıöykü kişisi, AixLondraİstanbul Mektupları’nda da insan olarak aynen çıkıyor karşıma. Sahici. Zorlamasız. Capcanlı. İster istemez “şıkırdımlı.” Ama derinden derine hep duyarlı ve ince. “Suskun Ezgisini” çok sevmiştim, çünkü Meriç’in usta işi kurgulamalarından biri daha vardı orada: Henüz kalem değmemiş boş bir sayfanın simgeleyeceği yokluk “an”ı ile okuma zamanı arasındaki sınırın aşılıverilmesini, nerede durduğu belirsiz bir anlatıcının eylemi olarak metnin bir anda ortaya çıkmasını sağlayan bir cümle ile başlar öykü: “Çok iyi yaptı: ‘Hadi canım gülegüle. Hadi gülegüle canım!’ Kimin konuştuğunu merak edersiniz. Bu cümle yazara, aşması gereken en önemli sınır çizgilerinden birini yumuşatma, fazlaca belirgin olacak bir başlangıçtan kaçınma, metnin başlamakta olduğunu unutturma olanağı sağlar: Metnini, okuyucunun gözleri önünde başlayan bir olayı anlatarak başlatmaktansa, daha önce söylenmiş olması gereken birtakım sözlerin devamı gibi algılanmasını istediği bu cümleyle başlatmayı yeğler. Duyuverdiğimiz bu sesten önce var olan diğerleri nedir acaba? Onlar da, Suskun’un, düşünceler/ anılar/ anlar arasında dağılan zihnini toparlayarak düzene sokmaya çalıştığı iç konuşma sürecindeki bir geriye dönüşle dinletilir okura. Bu düşünceler/ anılar/ anlar arasında izleksel birliktelikleri açısından hemen dikkat çeken üç çağrışım vardı ki, anlatı metninin başlangıç, orta ve son bölümlerine yerleştirilmeleri rastlantısal olamaz: Yazlık sitelerin, dingin, sere serpe geçmesi için onca uğraşılan günlük yaşamından bir kesiti çerçeveleyen bu üç çağrışım; içinde yaşadığı toplumun acı veren çalkantılarını, en azından evet, en azındanözgürlük kapatılmışlık karşıtlığı düzleminde düşünen/ hisseden ama paylaşamayan, “başka şeyler düşünüp başka şeyler söyleyen” bireyin sinirliliğinin, dağınık zihninin debelenişlerinin gerçek arka planını oluşturur. İşte bu üç çağrışım: “Kırpışan gözlerinin arasında bir an İşte gene! Kara parlak derili taylar geçiyor ufuktan. Denize girip kayboluyorlar” (s. 33). 2. “(ohf! Sanki bir bıçak saplanıyor yüreğinin başına. Çok sivri, çok keskin. Her yanından bir titreme geçiyor. Bir utanç duyuyor, tanımlanması olanaksız. Aylardır yıkanamamışlar) ” (s. 40). 3. “(Of of Esin’cim, ne halsın oralarda! Güzin öleli beş yıl, sen içerde beş yıl. İnanamıyorum. Gene haber yok kaç zamandır. Boğuluyo¥ rum)” (s. 4647). B ca, daha ağ yüklen yol açtı parlak “taze k nacak k boyunc “Önem evetlem lincin ü kadar d içinde siyle “S bir sem benzer gönder latıcı, ö lük ise kişinin rılması öyküle bu bir bulur k boyunc ne oldu ki de b başka b lamasın ru hep nüyord ediyord yazdığı zıyoruz sonunu ¥ DOS Ben d sanıyor İçinde cülüğü de “Ya layıp, ö den ku parken ma doğ yor dem da bu n Nezim oradan hatırlay mutlul nı öner zihe’ciğ mektup çıkarm Orhan tı yakal mişti m öğrenm de açıp nemin, nına N “Sev zaman ’sevgili bir sev anlatm duygun gili’), in böyle. o, ucun geliyor man an karaciğ o güzel sıra sız katarak ikinci d sak. Öt Ama, o sak.) İn sına, ta CUMHURİYET KİTAP SAYI 1100 CUMH