06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Betül Çotuksöken’in Ortaçağ Yazıları adlı kitabı, tarihin içinde yer alan dönemlere sadece belli bir açıdan bakamayacağımızı gösterirken “dışdünya, düşünme, dil” üçgeni çerçevesindeki okumada karanlık çağ olarak aktarılıp nitelendirilen Ortaçağ’ın, neden karanlık olmadığını anlamamıza yardımcı oluyor. Ë Hâle SEVAL rtaçağda öznenesne arasındaki ilişki, var olanın nasıl nesneleştirildiği, filozofların dünya görüşleri ve elbette tanrı merkezli (teosantrik) bir dünya görüşü ışığında, ortalama insan olarak sürdürülen hayatların zorlukları, açmazları, kırılganlıkları ana göstergeler olarak karşımıza çıkar. Ortaçağın kapalı, sonlu, sınırlı dünya anlayışı, hiyerarşik düzen içerisinde sembollerin, renklerin, tarikatların gölgesinde filizlenen hayat, iklim koşullarıyla birlikte birçok zorluğu da içinde barındırır. M.S. 529’da Platon Akademisi’nin ve felsefe okullarının kapatılmasıyla başlayan bin yıla yakın bir sürece, üçgenin “düşünce” köşesinden baktığımızda Augustinus, Abælardus, Boethius, Ockham gibi filozofların eserlerinde sürüp giden felsefenin de (philosophia perennis) varlığını beraberinde taşıdığını görürüz. Kültürel olarak Antikçağ’ı ortaçağa taşıyan Augustinus’un, her ne kadar Hıristiyan olsa da geçmişle kültürel bir birleşim ortaya koyduğunu ifade eder Çotuksöken. Augustinus’un zaman kavramını derinlemesine işlediği Confessiones (İtiraflar) adlı eseri, var olma ile zaman arasındaki ilişkiyi an kavramında birleştirir. Augustinus’un felsefi görüşünün temelinde “credo ut intelligam”; “anlayayım diye inanıyorum” vardır. Çotuksöken devamında Augustinus’tan şöyle söz eder: “Tanrıbilimle felsefenin kesiştiği noktada yer alan sorular ve bu sorulara ilişkin olarak gözler önüne serdiği çözüm denemeleri onu, çok çeşitli yönlerden hep gündemde kalmayı başaran bir filozof haline getirmiştir” (s. 22). ORTAÇAĞIN KAHRAMANLARI Yirminci yüzyılın ikinci yarısında çift kutuplu olan dünya, SSCB’nin dağılmasıyla tek kutuplu hale dönüşerek kendi yerini yeni söylemlere bıraktı. Bu dönemde ortaya çıkan söylemlerin içinde en çok dikkati çeken “cemaatçilik” elbette insanları ortaçağ ve Rönesans üzerine düşünmeye yöneltti. Skolastik dönemde tarikatların önemli bir kurum olarak karşımıza çıktığı, ustaçırak ilişkisinin varlığını yapılandırdığını ve koruduğunu, kitapta ele alınan Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı eserinde derin bir şekilde okuruz. Çotuksöken, Eco’nun kitabına felsefi bir bakışla ortaçağın var olan yapı ve sistemlerini ayrıntılı olarak değerlendirir. Fransisken SAYFA 6 ? 15 ARALIK Betül Çotuksöken’den ‘Ortaçağ Yazıları’ Hangi Ortaçağ? (1) tarikatına bağlı papaz William’ın çırağı Adso, öğrenim ve eğitimin en önemli basamağın ustanın yanında yetişmek olduğunu gözler önüne serer. Ustanın her şeyi iyi yapabilmesi ve düşünebilmesi sadece onun zamanla ilgili olarak önde olmasından mı, yoksa deneyin yarattığı kavramları bilmesinden mi kaynaklandığı sorusunu bize hatırlatırken ortaçağda Batı’da Platon ve Aristoteles’in üzerinin tamamıyla örtül(e)mediğini de anlamış oluruz. Çotuksöken kitabında “Ortaçağda manastırlar bilgilerin üretildiği, saklandığı, aktarıldığı, insanların birbirlerini tuzağa düşürdükleri, suçladıkları, tartıştıkları yoğun yaşama ortamlarıdır. Tek bir manastırın öyküsü bile, tüm Batı ortaçağını yakalamanın bir aracı olabilir. Düşünmeye, özellikle aykırı olanı düşünmeye çabalayan tek bir filozofun yaşamı, bize ortaçağın tüm kültür dünyasını verebilir ” (s. 136) değerlendirmesini yapar. Eco’nun Gülün Adı adlı eseri de bir manastır öyküsüyle ortaçağı bize anlatır, gizlenen bir kitabın peşinde yaşanılanları gözler önüne serer. Ortaçağ Yazıları‘nı, Çotuksöken’in felsefi söylemini kurarken altını çizdiği “insan, dünya, bilgi” üçgeninden hareketle okursak gerçekten de bu bağlantının çağlar boyuca, düşünce dünyasında ortaya konulanlarda somutluk kazandığını görebiliriz. Şöyle yazıyor bu konuda Çotuksöken: “Eco yapıtında her şeyden önce insanı sunuyor bize. Gündelik insanı, sıradan insanı; din adamı, filozof kişiliğinde ortaya çıkan insanı; taşıdığı toplumsal görevler ötesinde yüzyıllardan beri yaşamakta olan insanı ve özünü anlatıyor en canlı biçimiyle. İnsanlar değer verdikleri, kendilerine göre anlamlı kıldıkları şeyler uğruna kıyasıya birbirleriyle savaşıyorlar. İnanç dizgeleri, felsefe dizgeleri adına, varoluşlarının çeşitli, hatta sonsuz, sınırsız boyutlarını ortaya koyuyorlar. Yapıtta yer alan her tipte insana ilişkin tüm durumlar ortaya konmakta; insan evrensel olarak sergilenmektedir” (s. 134). Ortaçağ Yazıları‘na insanbilgi bağlamında yaklaştığımızda, ortaçağ insanının sadece kilisenin suskun ve soğuk duvarlarının arasına sıkışmadığını, var olanın varlıkça yapısını araştırmak, bulmak ve açıklamak üzere düşünceler ürettiğini de görmüş oluruz: “Ortaçağ dünyası, bilgi edinmek isteyen bir avuç insanın dünyası; inancın içeriği ile yetinmeyip, aklı kendine kılavuz edinen ve bundan ötürü de yaşamını sonsuz tehlikelere atan, sürekli soruşturmalara uğrayan, oradan oraya savrulup giden, her an ölümle burun buruna gelen çok az sayıda kişinin bulunduğu bir dünya” (s. 137) diyen Çotuksöken, her zaman, yaşadığı çağın önünde giden insanların olduğunu ve bu filozoflardan birinin de Historia mea calamitatum (Bir Mutsuzluk Öyküsü) adlı eseriyle Abælardus olduğunu vurgular. Çotuksöken, Abælardus’u yorum geleneğinin, tek bir yorumla yetinmeme geleneğinin ve okul 2011 kurma geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olduğunu özellikle belirtir. YENİDEN DOĞUŞ Kitabın ikinci bölümdeki bazı yazılar “Boethius’un Bilgi Anlayışı”, “Anselmus”, “Dil ve Mantık Filozofları Abælardus ve Ockham” ve “Abælardus’un Ahlak Anlayışı” üzerine. Kitapta Abælardus’un Heloissa ile yaşadığı bir gönül ilişkisinin de kurbanı olduğundan söz eden Çotuksöken, Abælardus’u üç kısımda inceler: Birinci olarak, filozofun O Ortaçağ Yazıları‘na insanbilgi bağlamında yaklaştığımızda, Ortaçağ insanının sadece kilisenin suskun ve soğuk duvarlarının arasına sıkışmadığını, var olanın varlıkça yapısını araştırmak, bulmak ve açıklamak üzere düşünceler ürettiğini de görmüş oluruz: yaşadığı çağa genel bir bakış sergileyerek, ikinci ve üçüncü kısımda ise ahlak anlayışını kapsamlı olarak ele alarak. Din ile ahlakın nasıl bir ilişki içinde olduğu, ahlakın salt eylem alanı olup olmadığı, ahlakın eylemlerle örtüşüp örtüşmediği, ahlakın amacı, en yüce iyinin ne olduğu, mutluluğun nasıl çözümlendiği, erdemlerin neler olduğu bölümü içeren yazıların ana temalarını oluşturur. On ve on birinci yüzyılda manastırların sanatın ve kültürün gelişmesinde büyük bir rol oynadığı bir gerçek. Manastırların bu üstünlüğüne on ikinci yüzyılda eğitim ve mimarlık alanıyla kent okulları da katılır. Bu yeni kent okullarının eğitimi, ana eksen olarak psikoposluk okullarına dayanmakla birlikte, öğrenci ve öğretmen seçimi, eğitim programında bulunan farklılıklarla manastır okullarından ayrılır. Ortaçağda tanrı merkezli bir yapılanma olmasına rağmen, eğitim teolojik bir başlangıçla değil, trivium (gramer, mantık, re torik,) ve quadrivium (aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) diğer bir deyişle Septem artes liberales (Yedi özgür sanat) ile şekillenir. Yedi özgür sanatın asıl şeklini bulmasına yardımcı olan Boethius (470525) “Son Romalı ilk Skolastik” olarak adlandırılır. Bütün bunlardan sonra, ortaçağın kapalı bir düzen anlayışının ardından gelen tek bir Rönesanstan söz etmek mümkün mü? Sekiz ve dokuzuncu yüzyıl Karolenj Rönesansı, eğitimin özellikle öne geçtiği on ikinci yüzyıl Rönesansının devamında üniversitelerin kurulması ve on beşinci yüzyıl İtalyan Rönesansı (2). Ancak üç aşamada ulaştığımız Yeniden Doğuş, bedenin, aklın ve coğrafi keşiflerin sayesinde kendini var eder. Bedenin beden olarak kavranmasının ardında nominalizmin olduğunu düşündüğümüzde, ortaçağda başlayan tümeller tartışması bize, Rönesansı hazırlayan nedenler arkasında nelerin olduğuna dair hiç bilmediğimiz bir bakış açısı kazandırıyor. Kitabın ilk bölümünde ele alınan “Tümeller Tartışması: İlk Çözüm Denemeleri” adlı kısımda Çotuksöken, “Tümeller sorunu ve bu bağlamda oluşturulan tartışmalar, ortaçağın en önemli sorunlarından, tartışmalarından biri olarak belirir. (…) Tümeller tartışmasını belirgin dile getirişiyle felsefe tarihine kazandıran, kuşkusuz, Porphyrios’tur. Isagoge’nin başlangıç paragraflarında ortaya konulan düşünceler bunu açıkça göstermektedir.” (s.69/92) der ve şöyle devam eder, “Aslında Porphyrios’un daha sorunu ortaya koymaya çalışırken kalkış noktası, varolanları bilmede, tanımadabölmede, sınıflandırmada bu belirlemelerin ne denli işe yarayacağını göstermekle ilgilidir.(…) Boethius Platon ve Aristoteles’in görüşlerini de içerebilecek bir çözümden yanadır; tümelin varlığı ve bilinmesiyle ilgili çözümleme, belli bir çözümü de içinde taşımaktadır. Bu çözümde tümelin cisimsiz olarak var olduğunu, fakat duyulur olanda varlığını sürdürdüğünü ileri sürer. Ancak, tümellerin farkına varılması, bilinmesi duyulur olanı gerektirmektedir” der (ss. 93113). Betül Çotuksöken’in Ortaçağ Yazıları adlı eserinden hareketle sorduğumuzda “Acaba, siz hangi ortaçağı biliyorsunuz?” Kilisenin ruhani uzantısı olan konsi(ü)llerin iki dudağının arasındaki sahte gerçekliği mi, renklerin en koyusuna sarılan günahkâr bedenleri mi, filozofların bilginin ışığında gerçeği arayışlarını mı, üniversitelerin kurulmasını, öğrencilerin yedi özgür sanat üzerinden ders görmelerini mi, tümeller tartışmasını mı? Sizce hâlâ karanlık mı, ortaçağ? Ne dersiniz? ? (1) Ortaçağda diğer önemli bir tarikat ise Dominiken tarikatıdır. (2) XIV., XV. ve XVI.yüzyılda serpilen Rönesans. Ortaçağ Yazıları/ Betül Çotuksöken/ Notos Kitap/ 350 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1139
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle