09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hakan Bıçakcı’yla ‘Ben Tek Siz Hepiniz’ üzerine ‘Okur kitaptaki karakterlerin hiçbirine güvenmemeli’ Hakan Bıçakcı bu kez öykü kitabıyla okurlarının karşısında. Ben Tek Siz Hepiniz adlı kitabının tanıtımında “tuhaf” hikâyeler okuyacağımız belirtiliyor bizlere. Okuduğumuzda da anlatılanların yaşantımızda ne kadar da olağana doğru kaydığını görüyoruz. Saplantılı, kuşkulu, ürkek bir hale dönüşen yaşantımızın biraz da yansımasını okuyacaksınız bu kitapta. Bıçakcı’yla Ben Tek Siz Hepiniz‘i konuştuk. Ë Erdem ÖZTOP eni romanlarıyla tanıyan okurlarının karşısına bu kez öykü kitabınla çıkıyorsun. Gerçi bir öykü kitabın var ama Hakan Bıçakcı adı bize romanlarını hatırlatıyor. Neden sence? Senin bu işte bir payın olabilir mi? Ben de kendimi öykücüden çok romancı olarak görüyorum. Bu öykü kitabını da romanları yazarkenki ruh haliyle yazmadım. Roman yazarken arka plandaki düşünceleri gizlemeye gayret ediyorum. Romanların tezlerini mümkün olduğunca derinlere gömmeye çalışıyorum. Bazı ayrıntıların işaret ettiği gerçekleri fark edilmeyecek kadar silikleştiriyorum. Ancak bu kitaptaki öyküleri böyle bir kaygıya kapılmadan yazdım. Her şey çok daha açık. Yani kafamda öykülerimle romanlarım ayrı yerlerde duruyorlar ve romanlar daha çok yer kaplıyor. na uygun olduğuna inandığım bazı öyküleri seçip Ben Tek Siz Hepiniz’e dahil ettim. Bu eski öyküleri yeniden gözden geçirdim. Yeni öykülerle aralarında yeni ilişkiler kurmaya çalıştım. Sonra tüm öyküleri 5 ayrı bölüme ayırdım. Yeni bir yayınevine geçtikten sonra eski romanlarım yeniden basıldı. Ancak eski öykü kitabını yeniden bastırmak yerine yeni bir kitapla çıkmayı tercih ettim. Kitap R. L. Stevenson’un, “Başımızdan geçen hikâyelerle, kafamızdan geçen hikâyeler arasında hiçbir fark yoktur” sözüyle açılıyor. Demek ki, bu sözü sen de şiar ediniyorsun… Bu teze karşı çıkan yazarlar da olacağını düşünerek neler söylemek istersin? Kitapta her öykünün ayrı bir alıntısı var. Ama bu söz tüm kitabın alıntısı. Hepsinin üzerinde bir şemsiye gibi duruyor. Gerçekten de beni yazmaya iten bir yaklaşım bu. Sınırların bulak olmasını seviyorum. Resimde de, edebiyatta da... Sinemadaysa bu işin üstadı David Lynch... Yeni anlatılarda insanları iyi veya kötü diye ikiye ayırmıyoruz artık. Cennet ve cehennem gibi net iki âlemden de bahsedemiyoruz. Başımızdan geçenlerle kafamızdan geçenlerin birbirene karışması da bu yeni anlatı geleneğinin bir uzantısı aslında. Stevenson’un bu ifadesini, kitap içindeki “yalan” adlı öykünün takdiminde geçen, “Not: Bu öykü tamamen gerçek olaylara dayanmaktadır” ifadesinden ayırmak gerekir, değil mi? Daha çok sinemada kullanılan ve içten içe ticari bir kaygı barındıran bu kitsch not ciddi bir açıklama değil tabii. Az sonra okunacak öykünün durumuyla dalga geçen ironik bir uyarı. O öyküdeki karakter her şeyi kafasından uyduruyor ve biz gerçekmiş gibi okuyoruz. Sonra bize yalan söylemiş olduğunu söylüyor çat diye. Bir anda bütün okuduğumuzun S uydurma olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Sonunu merak ettiğimiz olayın başının yalan olduğunu öğreniyoruz. Bu da bizi tedirgin ediyor. Edebiyatın “uydurma” boyutuyla uğraşıyor bu öykü. Böyle bir anlatının başında o notu eklemek sinir bozucu bir biçimde cazip geldi bana. Normalde “Bu öykü tamamen gerçek olaylara dayanmaktadır” notunu sevmem. Bu, kurmacanın gücüne olan güven eksikliğinin işaretidir çünkü genellikle. “Bu olay gerçektir ona göre okuyun ha, öyle diğer öykülerdeki gibi uydurma değildir” der resmen. Ne ayıp. “TÜM TUHAFLIK OLAĞAN DURUMLARDAN KAYNAKLANIYOR” Kitabın tanıtımında “tuhaf” hikâyeler okuyacağımız muştulanıyor. Okuduğumuzda da anlatılanların yaşantımızda ne kadar da olağana doğru kaydığını görüyoruz. Daha doğrusu ben öyle gördüm. Biraz saplantılı, biraz kuşkulu, ürkek bir hale dönüşmüyor mu sence de yaşantımız? Kesinlikle. Tüm tuhaflık olağan durumlardan, sıradan ilişkilerden, normal olandan kaynaklanıyor. Asıl tuhaflık da bu zaten. Bu konuda romanlardaki anlayışımı koruyorum. Öykülerde olağanüstü gibi görünen her türlü atmosferin dekoru olağan mobilyalarla oluşturuluyor birkaç istisna dışında. Bu denemenin en uç örneği de “Paranormal Domates” öyküsündeki dehşet figürünün tabakta duran üç dilim domates ve bir bardak su olması sanırım. Sen de işte bu hali pür melalimizi ortaya koyuyorsun… Günlük haberlere, gazetelere, dizilere bakarsak… Bunu sosyolojik tespitler silsilesine çevirmeden öykünün diline tercüme ederek yapmaya çalıştım. Gerçekten de hemen her öykünün günlük olayları eleştiren veya onlara gönderme yapan bir noktası var. Bazıları daha günlük bazıları nispeten zaman dışı temalar... Biraz da o meşhur Truman Show gibi hikâyedeki atmosferler… Mesela “Telaş” adlı öykü… Kahramanın deniz oto “KATEGORİLERDEN KAÇAMAYIZ” Şunu merak ediyorum aslında: Hakan Bıçakcı öyle kendini kategorilendiren bir yazar değil. Roman da yazıyor, öykü de… Belki daha başka türlere de kayabilir istese… Böyle bir kategorilendirmeye de karşısındır zaten, değil mi? “Karşıyım” demeyeyim ama anlamlı bulmuyorum gerçekten de. Kategoriler, türler genelde yazarlar için uzaylı kavramlardır zaten. Bir tür raf düzeni bu. Gerekli de tabii. Aşırı “profesyonel” değilsen yazarken türüne falan kafa yormuyorsun. Anlatmak istediğini en etkili biçimde kâğıda dökmeye uğraşıyorsun. Sonradan o nasıl olsa bir türe, bir kategoriye ait oluyor. Hiçbir türe ait olmasa postmodern türe dahil oluyor. Anarşistlerin bile bayrağı var. Siyah miyah ama bayrak işte. Kategorilerden kaçamayız. Bu kitaptaki öykülerden bazıları o ilk öykü kitabına, Bir Yaz Gecesi Kâbusu’na ait… Ama en nihayetinde yeni bir kitap bu elimizdeki Ben Tek Siz Hepiniz! Ağırlıklı yeni öyküler yer alıyor… 2005’te çıkmış olan Bir Yaz Gecesi Kâbusu’nun baskısı tükendi. Yayınevimi değiştirdiğim için yeni baskısı da olmayacak. Oradan tükenmesini istemedi Hakan Bıçakcı’nın kitabındaki öykülerden bazıları ilk öykü kitağim ve bu kitabın dünyası bına, Bir Yaz Gecesi Kâbusu’na ait… SAYFA 4 ? 3 KASIM 2011 Fotoğraflar: Barış Sarhan büsüne yetişme anını televizyonlar yayımlıyor, deniz otobüsündeki halk olaya dışarıdan tanık oluyor. İnsan paranoyasını, psikolojinin geldiği durumları mı meselen haline getirdin, merak ediyorum? “Ben Tek Siz Hepiniz” diye en çok bağıran öykülerden biri... Toplumun bir parçası olmak için koşturan bir adam var orada. Otobüsten inip deniz otobüsüne koşuyor. O arada tek başına ve sıkıntılı. Her şey bir video oyunu gibi. Tek başına kalırsa ölecekmişçesine koşuyor. Paranoyanın bir yaşam tarzı haline gelmesi gibi bir durum var öykülerin çoğunda. Bir taraftan da “Silahlı Kuvvet” adlı öyküde de ölen bir kahramanın, nasıl öldüğünü kendi ağzından dinliyoruz… Bu, tezi en açık öykülerden biri. Hatta iyice açık etmek için adını da “Silahlı Kuvvet” koydum. Köpekleri kaçırmak için kullanılan şu sinyal veren aletlerden satın alan bir adam var öyküde. Ancak aleti kullanmasına hiç gerek olmuyor. Yine de para vermiş olduğu için kullanmak zorunda hissediyor kendini. Çalışıp çalışmadığını görmek istiyor en azından. Ve kendi halinde uyuklayan sakin bir köpeği üstüne saldırtıyor. Durup dururken her yer kana bulanıyor. Bu kitaptaki bazı öyküleri arka plandaki düşümcemi açık etmekten çekinmeden yazdım derken bunun gibi öyküleri kast ediyordum. Romanda mesajın bu kadar açık olması beni rahatsız eder. Ancak kısa öykülere bu netliği yakıştırıyorum. Biraz da mazoşistleşmeye yüz tutan insan profiline odaklanıyorsun. Kendisine duygusal işkence çektiren kahramanın var mesela; “Randevu” öyküsü... Sevgilisini anbean izleyen, onun için acı çeken bir kadın yaratmak!.. Neler söylemek istersin? Doğru. Kendine eziyet etmeyi yücelten insanlarla karşılaşıyoruz öykülerde. Bir tür sosyal mazoşizm... Bunlar içinde bulunduğumuz durumların biraz abartılarak veya soyutlanarak aktarılma denemeleri aslında. Mesela “Depresyon Fetişi”nde daha da psikopatça bir durum söz konusu. Bu öyküde karısının eskiden çekilmiş video görüntülerine bakıp bir ölüyü anar gibi ağlayan bir adam var. Halbuki karısı o sırada salonda kanlı canlı oturuyor. Bu, “seksenler partisi”, “doksanlar partisi” diye coşan kitlenin nostalji hastalığının biraz abartılmış versiyonu mesela... Sonra “Misafirperest” öyküsünde konukları için çay hazırlığı yapan yaşlı kadın da mazoşist. Tenkit edilme, beğenilmeme paranoyasından beslenen kahredici bir hamaratlığı var. Söyleşinin son sorusu konuyu bağlamada alakasız kaçabilecek türden. Kitaptaki birkaç öyküde, 80’lerin efsane şarkısı “Big in Japan”a atıf var, özel bir sebebi var mı? İki ayrı öyküde iki ayrı karakter, iki ayrı kafede, aynı şarkıyla karşılaşıyorlar kitapta. Bunun “Big in Japan” olmasının şöyle bir nedeni var. “Big in Japan”in şarkı sözleriyle ilgili resmi olmayan iki ayrı yorum vardır. Bir yoruma göre şarkı Japonya sokaklarındaki uyuşturucu deneyimini anlatır. “Big”den kasıt kafanın güzelliğidir. Diğer yorum şarkının Batı’da tutunamayan sanatçıların Japonya’da patlaması üzerine olduğudur. Karakterler de aynı şarkının sözlerini ayrı ayrı yorumluyorlar. Biri ilk yorumdan haberdar ve diğer ihtimali düşünmüyor bile. Diğeri için de tek yorum ikincisi. İkisi de kendinden emin bir biçimde bizimle bilgisini paylaşıyor. Buradan da şu sonuç çıkıyor. Okur kitaptaki karakterlerin hiçbirine güvenmemeli. ? Ben Tek Siz Hepiniz/ Hakan Bıçakcı/ İletişim Yayınları/ 162 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1133
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle