25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Murat Darılmaz’la ‘Yola Düşen Gölge’ ‘Yolculuğun izdüşümüdür gölge’ Murat Darılmaz, ilk öykü kitabı “Yola Düşen Gölge” ile kendine özgü bir ses taşıdığını duyumsatıyor. Genç öykücülerin atak diline bir yenisi daha eklendi demek mümkün. Aydın Şimşek’in Murat Darılmaz öykülerine ilişkin yaptığı şu tespitleri anımsayarak açalım bu söyleşiyi: “Yola Düşen Gölge bir ilk kitap olmasına karşın bizi özgün bir yazarla tanıştırıyor. İnceliklerle dolu dilanlam bütünleşmesi tüm öykülerde görülüyor. Derinliklere doğru yapılan bir yolculuk Yola Düşen Gölge.” Ë Zeynep SÖNMEZ maya daha doğrudan ve içerden bağlanmış olmalarının yanında, ikinci bölümdeki öykülerde daha dolaylı ve izleksel bir bağlanış var. Denebilir ki gölge, yolculuğun bir izdüşümü olarak yeniden var edilmiş; anılar ve çocukluk, ilk gençliğin uçarılıkları ve aşk gibi yan konular da birer “gidememe biçimi” olarak sunulmuş. Öyleyse eğer, yolculuğun umut vaat eden yanına ilişkin neler söylersiniz? Yolculuğun izdüşümüdür gölge. Yolda olana, yola düşene aittir. Işıktır onu var eden. Gölge ışığı takip eder... İkinci bölümde tematik bütünlük daha geride kalmış gibi algılansa da bu bölümde, evin, damın, dairenin, caddenin, fotoğrafhanenin, pansiyonun gölgesi vardır; yansısı gidememe biçimi olarak öykülere vurur. Ayrıca, gölgedeki fluluğa denk düşsün istedim biraz, onun gibi net olmasın. Bir öykücü olarak, kalma halinin de en önemli öykü malzemesi olduğunu düşünürüm. Belki de kalan gidenin gölgesidir… TAŞRA SIKINTISI Özellikle kitabın ilk öyküsü olan Can Kenarı’nda yoğun biçimde “taşra sıkıntısı” hissediliyor. Sizce yolculuk taşra ile nasıl bir kavşakta kesişiyor? Toplum olarak içinde taşralılığı barındıran bir yanımız var diye düşünüyorum, kentte doğup yaşasak da bu böyle. Taşradaki kültür öğeleri bir şekilde kentteki yaşam tarzımıza, düşünce yapımıza veya düş dünyamıza yansır. Gençken sizi sıkıntıya boğan, kurtulmaya çalıştığınız yer, bir bakmışsınız öykülerin içinde kendi yerlerini bulmuş. Bunu Cemil Kavukçu, Hasan Ali Toptaş, Ethem Baran öykülerinde, romanlarında görebiliriz. Sanırım benim yapmaya çalıştığım, geçmişte yaşadığımız o ruh halini şimdiye yansıtmak. Tabii kitaptaki bütün öyküleri bu kapsama almak ne kadar doğru bilemiyorum. Yine de insan ne yaparsa yapsın kendinden kaçamıyor. Ayrıca bir yazarın yazdığı ilk kitapta kendini hiç yazmadığını söylemek zor olur. Can Kenarı öykümde, biraz “Ceyhan” kenarı bulunabilir, biraz da Çukurova’ya davet benimkisi... luk” olan öykülerle çıktınız; okura yabancı olmayan, yazınımızda sıkça ele alınmış bir tema… Sizi, denenmiş olması bakımından riskli denebilecek, böylesine alışık olduğumuz bir konuda yazmaya iten öznel ve yazınsal nedenleri sorarak başlamak istiyorum. Neden daha baştan “gitmek” üzerine bu ilk kitap? Gitmek eylemi, insanı var eden en aktif eylemdir kanımca. Gitmedeki hareket durağan özneden, hareket eden özneyi işaret etmektedir. Özne başkalaşır. Gitmeyi çekici kılan belki de bu başkalaşmadır… Gitmeyi, bir mekândan bir başka mekâna doğru yer değiştirme olarak algılamamak lazım. İnsanın kendinden de yola düşüp gittiği oluyor. Gidilen yerde kendini bulamama olasılığı da olsa, “yazar” gider. Evet, gitmek en çok şair ve yazarlara yakışır. Yolculukların, gitmelerin edebiyatımızda sıkça kullanıldığı doğru olmakla birlikte, her metnin biricikliği üzerinden gidersek, her yazar kendi yolculuğunu ve gitmelerini yazmıştır çünkü herkes kendi yolculuğunda bulur kendini. Diğer yandan, okumaktan haz aldığım temadır yolculuk. Daha önce işlenmiş olup olmadığına ilişkin tereddütlerim olmadı ama şu var: On dört yaşında yollara düşmüş bir çocuğun epey biriktirdikleri olsa gerekti. İşte o düş ve düşüncelerden çıktım yola... İnsana odaklanmayı başarmış öykülerin kitapta iki bölümde “Yola Düşen” ve “Gölge” toplandıkları görülüyor. İlk bölümdeki öykülerin teSAYFA 14 6 EKİM 2011 İ lk kitabınız Yola Düşen Gölge ile okur karşısına, teması “yolcu Genel karakterleri bakımından öykülerin daha çok bireyin anlatımına odaklandığını söylemek mümkün olmakla birlikte, Saha, 12 Eylül sonrasında toplumsal hayatta baş gösteren yozlaşma ile koşut giden yeni sosyokültürel yapılanmadan muzdarip mahalleli bir grup gencin geleceğe dair umutlarının sınandığı, okuru sarıp sarmalayan bir dönem öyküsü. Anlatımda slogana kaçmayan diliyle de ilgi uyandırıyor bu öykü. Bu bağlamda, bireyselden toplumsala açılan yelpazede öykü sanatının nerede yer alması gerektiğine inanıyorsunuz? Öykü için böyle bir gereklilikten bahsedilebilir mi? Öykünün yazımı da okunması da bireysel bir edimdir. Onun en rahat alımlanacağı biçim de bireyseldir. Toplumsal olarak alımlansın diye yazılan metinlerin bireyin alımlamasını bozan bir mekanizmasının olduğunu düşünürüm. Toplumun bir parçası olan bireyin toplumsal olandan ayrı düşmesi düşünülemez ama bunun yanında kendi bireysel yaşamını da sürdürür birey. Yaşamı içerisinde topluma ait kalıtlar illaki kalacaktır. Bu kaçınılmazdır. Ben o kalıtlara dokunmak isterim, sadece dokunmak; hem toplumsalın içinde, hem de ondan ayrılan bireye... Otel adlı öyküde olduğu gibi, Yolcunun Seyir Defteri adlı öyküde de, öykügörsel sanatlar iliş kisi dikkat çekiyor. Vesikalık Düşler Fotoğrafhanesi’nde bu vurgu güçleniyor. Adı geçen öykülerdeki anlatım dilinde benimsenen kısa, kesikli, eylemin ardıllığına uygun sözceleme, okurda görsel bir algı yaratmaya yönelik biçimde kullanılmış gibi. Öykü dilinde görselliğin yaratılması ile ilgili olarak, başka ne gibi unsurların öyküde yer alabileceğini düşünüyorsunuz? ATMOSFER YARATMAK Öyküde atmosfer yaratmayı çok önemsiyorum. Bazen bir atmosfer yaratırsınız, öykünün her şeyi olur, tıpkı sinemada olduğu gibi. Sinemada görsellikle yaratılan atmosferi, öyküde betimlemelerle, imgelerle yaratmaya çalışırız. Oradaki ışık, ses görselliği, sözcük, cümle veya boşluğa bırakır öyküde yerini. Öykü ve sinema arasındaki sınırlar bugün daha belirsiz; bu iki tür arasında geçirgenlikler var. Öykünün sinemaya da yaklaşan, yakışan bir yanı var bana göre. Sinemanın görsel gücünün öyküyü çok etkilediğini düşünürüm. Adını andığın öykülerim gerçekten öyledir. “Vesikalık Düşler Fotoğrafhanesi”ni İzmir’de bir arkadaş kısa film olarak çekmek istedi. Sonra ne oldu? Bilmiyorum… “Caddede” adlı öykümde sarhoş bir adamın asfalta düşüşü, asfaltın üstündeki o hali, bir sinema sahnesi gibidir... Gerçekten sahneatmosfer ilişkisi birbirine çok yakışan iki ayrı sanat türündeki aynı kavramlar gibi gelir bana... “Ormanı yanmış kuşlar gibi kalakalmıştık...”, “Karşıda bir kadın can sıkıntısını kollarının arasına almış oturuyordu...”, “gözlerine kıymık gibi batan sızıyı saklayan çocuk”, “Sanki yüreğimizi sürmüşlerdi...” gibi sıkça karşımıza çıkan cümleler şiirsel nitelikler taşıyor. Şiire yakın ilgi duyduğunuzu biliyoruz. Bir öykücü olarak günümüzde öyküşiir ilişkisi hakkındaki düşüncelerinizi kısaca paylaşır mısınız? Öyküşiir ilişkisi, edebiyatımızdaki en canlı ilişkidir. Kimi yazarlarda sevgili olur bu iki tür, kimisinde kardeş. Bazen birbirlerine yaklaşırlar, bazen de uzaklaşırlar birbirlerinden. Şiirle uzunca bir süre haşır neşir olan, şiir ve şiir kuramı üzerine okumalar yapan bir yazar olarak öykülerimde imgeler ister istemez bulunuyor. İmgelerin öyküdeki anlatımı güçlendirdiğini; kurgu ve anlam boyutuyla, öyküde yaratılan boşluğa büyük katkılar sağlayarak bize kestirme yollar gösterdiğini düşünüyorum… Yola Düşen Gölge/ Kanguru Yayınları/ Murat Darılmaz/88 s. Murat Darılmaz, öykülerinin anlatımında kullandığı dille okurda görsel bir algı yaratmaya yönelmiş. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1129
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle