22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ Çünkü hepimiz kendimizle, kendi hayatımızla ilgiliyiz. Korkağız. Bu korkaklık hepimizi kör etti. Görmüyoruz. Başkalarının acılarına yabancıyız. Dolayısıyla Kirpiklerimin Gölgesi bizi bu zamana ait bu hastalıklı duyguyla yüzleştiriyor. Vicdanını diri diri gömmek bu zamana ait bir duygu. Zaman öyle hızlı ki hislerimiz, duygularımız üzerinde ciddi bir değişim var. Bu ilgimi çeken bir şey. Bu romanda tırtıkladığım bu duyguyu sanırım bir sonraki romanda sürdüreceğim. Ya da anlatıcı kızınki gibi, okurun unutkanlık davranışını alaşağı etme isteği sizin yaptığınız? Yan karakterdeki nine ve anlatıcının yaptığı gibi, yaşanılan kötülükleri unutmamak, unutturmamak, dile getirmek bir şekilde… Yazı kalır. Romanlar kalır. Romanların bugünden çok yarını vardır. Bu açıdan önemsiyorum tanıklıkların yazıya dökülmesini. Benim romanımda bu bir kurgu elbette. Ancak romanın yaşadığı çağın dertlerini alıp yüklenmek gibi bir misyonu vardır. İnsanlar bazen nelerin nelerin yaşandığını hayatta değil kitaplarda görürler. Sinemanın sanatın böyle bir misyonu olduğunu düşünüyorum evet. Ayrıca romanlar hem unutturmaz hem bir vicdan yaratır. Romanın önemli izleklerinden biri de belki söyleşimizin başından bu yana sözünü ettiğimiz isyan durumu. Yahut dayatılan yapay inanç sistemine bir tepki. Tanrı ve devlet, yer yer iç içe de geçebilen tanrıdevlet ya da devlettanrı gibi bu iki kavrama karakterler ve hikâye aracılığıyla, büyük isyan söz konusu, ne dersiniz? Haklısınız kahramanım tıpkı yazarı gibi isyankâr. Kendisini koruyamayan herşeye isyan ediyor usul usul. En dramatik olan bunu çaresizlik içinde yapması. İnançlı bir çocuk. Ama tıpkı romanda karşısına çıkan o tuhaf adamın söylediği gibi bir inanç bu. “Çok dindar bir inançsızım ben.” Aynı şekilde kızın ninesi de romanın bir yerinde “Allah böyle istediği için” der ve ekler: “Devlet baba, güçlüler, erkekler.” Saf inanç elbette güzel bir şey. Ancak bunu sistemin içine yerleştirince baskı yaratıcı ve yıkıcı bir etkisi olabiliyor. Ancak çocuğun hikâyesi bir küçük kutsal kitap gibi zaten. İncil gibi. Bölüm başlıkları, çocuğun mucizeleri bize bir peygamberin hayatını çağrıştırabilir. Hayvanlarla ilgili meseller, dini göndermeler... Bunları yazarken ben de etkilendim açıkçası. Bütün dinlere özel bir ilgim var. Çünkü en temelde hepsi bir hikâye. Ayrıca ben de inaçlı bir kadınım ama yine romandaki o tuhaf adamın dediği gibi. Annesini öldüren (!) on bir yaşındaki anlatıcı, işlediği cinayet sonrası kendini ormana atıyor. Yer yer de ormanı bir koruma alanı olarak görüyor, onca vahşiliğine rağmen… Doğal ve doğal olmayan vahşiliğe vurgu yapıyor sanırım anlatıcımız? Yaşadığı ya da zorla yaşatılan tecavüzler, henüz on bir yaşında salyalı erkeklere satılan kahramanımıza ormanın olanca vahşiliğine rağmen kendisini nasıl da sahiplendiği ya da koruduğuna tanık oluyoruz… Tabiat ananın sağı solu belli olmasa da… Romandaki çocuğun tıpkı tabiat gibi müthiş bir gücü var aslında. Tabiat ve onun arasında bir bağ kurabiliriz dediğiniz gibi. Çünkü biz insanlar tabiata da kötü davranıyoruz. Tıpkı romandaki çocuk gibi yıkıyoruz, yakıyoruz. Ama tabiat hepimizden güçlü. Çocuk da öyle. Hepimizin karşısında çok çaresiz görünüyor çünkü çocuk. Karşı koyma gücü yok. Ama yaşadığı dehşet dolu hayata dayanma gücü etkileyici gerçekten. Her şeye rağmen umut etmesi, kendisini ormanın kucağında avutması ise bana kalırsa romanın en dramatik yanı. Orman büyülü bir yerdir. Beni de her zaman etkilemiştir. Çocuğun orman ve orman hayvanları üzerine anlattıkları onun saf dünyasını çok güzel süsledi bence. Kirpiklerimin Gölgesi’nde o bölümleri ben de büyük bir coşkuyla anlattım, yazdım. “İYİLER ELMASA DÖNÜŞÜR, KÖTÜLER PETROLE DÖNÜŞÜP YANAR!” Cinayet sonrası anlatıcımız, bulduğu ilk telefon kulübesinden polisi arıyor. Ya da zorla yaşatılan olaylar karşısında gittiği okulun bekçisinden umut bekliyor… Anlatıcımız ve biz okurlar da bu umuda yelken açalım istiyoruz ama bize en büyük kötülüğü doğa değil, insan yapıyor ve bu kadar da vahşileşen bir toplumda yaşadığımıza lanetler yağdırıyoruz… Peki ya sonuç? Valla aslında ormanda kök salan ağaçlar bile birbirlerine eziyet ediyor ve güç mücüdelesi içinde. Biri diğerine kurutuyor, diğeri ötekini boğuyor. Yani şiirdeki gibi bir orman gibi kardeşçesine durumu yok aslında. Toplumun ve insanların da böyle bir yapısı var elbet. Doğanın kuralı gibi. Ben yaşamaktan korktuğum için yazıyorum. Sizin anlayacağınız bu çarktan sıyrılmanın yolunu böyle buldum. Masamın başında bambaşka bir âleme yolculuğa çıkıyorum. Kâğıt üstünde bütün acılara katlanma ve insanlarla baş etme gücünü kendimde buluyorum. Ama hayatta nasıl yaşanır, yazmadan nasıl yaşanır bilemiyorum. Sanırım tüm bu vahşilikler karşısında tabiat ananın da yapacağı bir şey kalmıyor. Sinsice onu da ele geçirmeyi başarıyor insan denen yaratık… Ne dersiniz? Biz insanoğlu tabiata ne yaparsak yapalım... Tabiat ananın hepimizi önce kömüre sonra elmasa ya da petrole dönüştürme olasılığı var. Resmigeçit’te Mühendis lakaplı kahramanım söylerdi bunu. Cezaevinden kaçmak için tünel kazarlarken yerin altındaki dünya onu büyülerdi. İşte o zaman yerin altındaki zenginlerin bir önceki uygarlığın kalıntısı olabileceğini öne sürerdi. Bilinmez belki cennet cehennem orasıdır. İyiler elmasa dönüşür, kötüler petrole dönüşüp yanar! Peki, ne yapacağız? Godot’yu beklemek de bir sonuç değil artık? Godot’yu beklemek de bir umuttur sonuçta. Umut etmek de yıkıcı, dayanılması güç ama yine de güzel bir duygu. Yazmak bir bakıma sabır işi. Kelime kelime, cümle cümle dünyalar kuruyorsunuz. Yani benim beklemek için bir umudum var. Çünkü yazıyorum. Siz de beklerken beni okuyarak avunabilirsiniz. Bu işin şakası tabii... Herkes hayat kısa der, ben uzun derim. Yani benim baktığım yerden dünya ve hayat bambaşka görünüyor. O yüzden Godot’yu bekleme hislerinize tercüman olamayabilirim. Ben kafamın içinde kocaman bir dünya taşıyorum. Yazabildiğim, o romanları içimden söke söke çıkarabildiğim için mutluyum. Hayatta herkes için bir mutluluk umudu vardır. En kırık dökük hayatların içinde bile ışık vardır. Keşke herkes için eşitlik ve güzellikle dolu bir hayat olsa. Ama yazmadığım zaman bu benim için de böyle. Hayat çoğu zaman berbat! ? erdemoztop@gmail.com Kirpiklerimin Gölgesi/ Şebnem İşigüzel/ İletişim Yayınları/ 160 s. Güray Süngü’den ‘Düş Kesiği’ Aynalı labirent Yazarın yayımlanan üçüncü yapıtı olan Düş Kesiği, sanatsal yaratımın sanatçının içindeki değerini ve bu yaratımdaki sorumluluğu ile bir eser üretmenin romandaki karakterin algılayışına uygun olarak verilebildiği ölçüde kendi derinliğini çatı edinmiş. Ë Sedat DEMİR lası hikâye şöyledir: Usta sanatçı Charlie Chaplin, iş kıyafetinden çıkıp geniş caddelerde yürürken üzerinde fotoğrafının olduğu bir ilanla karşılaşır. Biraz daha dikkatle bakınca, ilanın bir yarışmadan söz açtığını, adının da “Charlie Chaplin’e Benzeyenler Yarışması” olduğunu anlar. Hemen sivil hayatından sıyrılıp üniformasının içine girer ve doğruca yarışmaya koşar. Podyuma çıkar. Sonuç hiç şaşırtıcı olmaz. Birçok benzerinin arasından üçüncü seçilir, elde edilen derece geçerlidir ve aslına bakılırsa böylesi bir yarışma için bu da bir başarıdır. Bu anekdota kısa bir paragrafla yer veren Güray Süngü’nün Düş Kesiği adlı kitabı, öznenin kendisinden türettiği, kendisine benzeyen, en popüler deyimle “öteki”lerle yaptığı bir roman. Benzerlik kavramı ve benzetme eylemi, verimlilikleriyle felsefe, sosyoloji ve edebiyatın temel başvuru kaynağı olarak sayılacakları gibi mutlu sürdürülmesi gereken gerçek yaşamın baş belaları olarak da algılanabilir. Düş Kesiği, bu bağlamda hazırlanmış ve geniş alanları bir cilde sıkıştırabilmiş. Aynı zamanda, içinde yazının, eleştirel görevin, aralarında özellikle yayıncılığın bulunduğu kurumsal alışkanlıkların, gündelik ilişkilerin bir soruşturması olan çok boyutlu bir anlatı örneği. Bu yüzden, basitçe kişilik bölünmesi ya da şizofreni ürünü denilip bir kenara atılacak türden hiç değil. İlk bakışta romanın “gereksizyazar” isimli yazarının, yayınlatabilmek için yazdığı romanın kurgusunu değiştirmesi üzerine, roman karakteri tarafından bir anlamda ele geçirilmesini konu olarak seçtiği söylenebilir. O Güray Süngü ÜÇE BÖLÜNEN BİLİNÇ Ben anlatıcı eşliğinde, bilincin üçe bölündüğü fark edilen romanda üç ses var. İlk aşamada, eşinin adının Z, kendi adının M ve mesleğinin güvenlik görevlisi olduğunu söyleyen karakter, bir köpek öldürme endişesiyle ve bir rüyanın etkisiyle doktora gidiyor. Aslında bu rüya, hem bir roman kahramanının yazarın kendisine dönüşmesine geçit verirken hem de yazarın yerini yurdunu imleyen bir eşik. Bu bölümde kahramanın, eşini öldürdüğünü, ve renk körlüğü nedeniyle sokaktaki yeşil arabanın kırmızı olduğunu düşünmesi, üstelik yeşil arabanın ilk kitabının telifiyle alınmış olması kurgu açısından yer tutuyor. Eşinin, ona yazar olduğunu vurgulamasına rağmen bedenini sokaklara atan M, can alıcı bir sorgulamaya girişir. Bu sorgulamadan yorulup bir gün evini ziyaret ettiğinde, çekmecesindeki kucak dolusu kâğıdın çalınmasına tanık olur. Bu evrilme, kucak dolusu kâğıdın, karısının M’yi ikna etmeye çalıştığı gibi, yine yazar olan kendisinin romanıdır. Ardından, çekmecedeki roman eski bir konağın zeminine saçılır ve M, usul usul gerçek kimliğine doğru bir serüvene çıkar. Geçişlerin yapıldığı rüya imgesinin yanı sıra köpek öldürme metaforu, renk körlüğü ve onun bellekte oluşturduğu yanılsamaları, içinde kozmik diyalogların gerçekleştiği sınır konmamış bir park, yine M’nin sığındığı konakta evsizlerle varoluşsal sohbetleri, hem kahramanın hem de yazarın ebeveynlerinin ortak ve benzemez özellikleri Düş Kesiği’ndeki gizleri oluştururken bağları kuvvetlendiren birer etken olarak göze çarpıyor. Bu zekice yapılmış kurguyu hazırlayan neden ise bir küskünlük. M’nin sözünü ettiği yazarın, yayınevinin istekleri doğrultusunda yazılmış roman ile belleğinde oluşturduğu ilk romanın birbiriyle savaşımı ya da iç içe geçmiş olması. Hatta bir ara M, kafasını kaldırıp doğrudan okura bile sesleniyor, iki kurgunun renklerinin karıştığı anlardan birisinde. Düş Kesiği, oluşturduğu gerçeklikle, Lacan’ın küçük “a” ve büyük “A”larla sırladığı aynasına, Stendhal’in romana atfettiği yansıtıcı gücü tutarken, yazarının sesi Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’da okurun katılımının kesinliğini belirten çağrısını yinelenmiş. Romanın ortasında işitilen cümleyle okur, ilk sayfadan beri işin içinde olduğunu anlıyor. Ne ki, aynı yerde, bir yokuşu tırmandığını ya da bir sonuca yaklaşır gibi aşağı doğru indiğini değil de, iki yükseltinin arasındaki bir kavis, bir eğri üzerinde hareket ettiğini fark ediyor. Genç romancı, bu yapıtı ile anlatımda içten ve keskin bir düzey yakalamış. Zaman zaman tercih ettiği sarsak cümleler, kopuk ifadeler aslında onun içtenliğini ve dil olgunluğunu yansıtıyor. Bedelleriyle var olmanın ve yazmanın heyecanını içerik olarak seçen Düş Kesiği, yalnızlığın ve aşkın da kitabı. Kahramanlarla birlikte okur bu kitapta, aynalardan yapılan bir labirentte kendine benzeyen yansımaların, kendilerine dönüşmesi tehlikesiyle karşı karşıya. ? Düş Kesiği/ Güray Süngü/ Pupa Yayınları/368 s. SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1072
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle