29 Mart 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Güncel bir soruşturma Postmodernite ve edebiyat kavramları yan yana konulduğunda, bir akımın edebiyatta yalnızca yeni sorunlara yol açtığını değil, aynı zamanda edebiyatı da bir sorun haline getirdiğini görüyoruz. Öyle ki “Postmodern edebiyat nedir?” gibi bir soruya yanıt aranırken, yalnızca edebi eserlerin değil, edebiyatın ne olduğuna yönelik kuramsal düşüncelerin de gözden geçirilmesi gerekiyor. Bu karmaşaya, belirli edebi eserlerin içerdiği postmodern öğelerin mi yoksa edebiyat incelemelerindeki yöntemlerin uğradığı köklü değişimlerin mi neden olduğu ise yanıtlanması gereken başka bir sorudur. Ë Fahrettin EGE “Postmodern edebiyat” tartışmaları, genel olarak sabit anlamların kaybına, çokanlamlılığa, bir metnin farklı okumalarının olanaklı oluşuna ve metinde temsilin çöküşüne odaklanır. O halde postmodernitenin öncelikle “anlam”ı sorunsallaştırdığı söylenebilir. apısalcılığın kurucusu Saussure, dilin anlamlayıcı yapısı üzerinde durarak, her bir gösterenin (signifier) anlamının, o sözcüğün diğer sözcüklerden farklılığının bir sonucu olduğunu öne sürdü. Dolayısıyla anlam, dil içindeki çağrışımsal ilişkiler aracılığıyla belirir ve herhangi bir gösterenin işaret ettiği anlamın simgesel alanın dışında bir karşılığı yoktur. Bu simgesel alanın keşfi ile yapısalcılık, sözcüklerle şeylerin bağını koparmıştır. Getirdiği bir başka önemli sonuç da, “özne”nin yüzlerce yıllık merkezi konumunun sarsılmış olmasıdır. Öyle ki konuşma edimleri artık, bir özne tarafından kurulmaktan çok, bireylerin simgesel alandaki konumlarından kaynaklanır. Saussure’ün dilbilimsel modelini psikanalize uyarlayan Lacan, öznenin “ben” göstereni tarafından dil içinde üretildiğini söylediğinde, bu simgesel alana işaret etmekteydi (bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır). Simgesel düzey kendisi dışındaki herhangi bir gerçeğe tekabül etmez; dolayısıyla toplumsal gerçeklik, yapısalcılara göre bir kurgudan ibarettir. Yani dilin anlamlayıcı olabilmesi için, yine dilin içinde bir boşluk, sözcüklerle şeylerin arasında kapanmayan bir yarık bulunmalıdır. Postmodern edebiyat tartışmaları Niall Lucy Y KARŞITLIKLARLA YÜRÜYEN YÖNTEM Yapısalcılıkla iktidar aygıtı arasında bir bağlantı var mıdır? Lacan’a göre bilinçdışındaki simgesel örgüyü olanaklı kılan, aşkın gösteren baba figürüdür. Babanın hesaptan düşmesi olarak nitelediği durum da şizofreni olur böylece (Freud da şizofrenlerin dili kullanmayı bilmediklerini söylüyordu). Freud’un bastırma kuramının, Lacan’da simgesel yapının kurulmasına denk olduğu ya da dilin kullanımıyla eşanlamlı olduğu gözden kaçırılmamalı. Bastırmanın hedefi beden ve bedensel güdüleridir. Özetle simgesel yapı, bedenlerin bastırılması için devreye girer ve bu bastırmanın üzerinde yükselir. Dolayısıyla rasyonel düşünce, simgesel yapının kurulması ile işlerlik kazanır ama gerçeğe tekabül etmez, kendisi farklı bir gerçeklik kurar. SAYFA 10 Niall Lucy, postmodern edebiyat akımını, yapısalcılığın bir devamı olarak kabul eder ve bunu göstermek için Lacan’dan örnek verir. Lacan, simgesel yapının kurulmasından daha önceki bir aşamadaki imgesel sürecin varlığına işaret ediyordu. Simgesel ile imgesel süreçler birbirlerine karşıttır. Ama aynı zamanda bağımlı bir ilişki içindedirler; yani imgesel süreç basitçe geride bırakılan bir aşama değildir. Yine de Lucy özellikle karşıtlıklarının altını çizerek devam eder. Buna göre simgesel süreç yani dilin kullanımı, iletişimi ve kamusal temsili getirir, ama bunun daha öncesindeki imgesel süreçte henüz dil kullanımı olmadığından, simgesel süreçle birlikte ortaya çıkacak sosyalleşmeden söz edilemez. Lucy imgesel/ simgesel karşıtlığının altına sırasıyla doğatoplum, irrasyonelrasyonel vb. karşıtlıklarının yazılabileceğini söylüyor. Ona göre postmodern edebiyatçıların izlediği yöntem bu karşıtlıklara dayanır. Ama bu sefer irrasyonel olan rasyonel olandan daha üstün tutulacaktır. Lucy, bu tarz edebiyatın, simgesel boyutta kayıp olanları temsil etmeye çalıştığını ve dolayısıyla irrasyonalitenin, kendini edebi üsluptaki kuralsızlık olarak sunduğunu belirtir. Bu yüzden, yapısalcılığın mirasından yararlandıklarını belirttiği postmo Freud dernist edebiyatçıların, Rousseau’nun izleyicileri ya da insanın “ilkel” (doğal) halinin otoriteye karşı yeni savunucuları olduklarını söyler ve postmodernizmi, iktidarlara karşı neoromantik bir ihlal girişimi olarak görür. İhlal ya da karşıtlığın varlığı da ona göre bir ölçüde egemen yapıya bağlı olduğundan, çünkü karşıtlıktaki, yapıyı olumsuzlayan terimin yapı mevcut olmadan ayakta kalamayacağını belirtir postmodernist yazarların çabası hatalı bir değerlendirmeden, yani karşıtlığın yalnızca bir tarafına ağırlık vermelerinden kaynaklanır. Ama Lucy de kendi kuramını Derrida’ya dayandırarak yine “yapı” üzerine odaklanır. Bu ise yapının yeni ve farklı bir tarzda ele alınışıdır. Derrida, Platon’un metinlerine yapısöküm (deconstruction) yöntemini uygulamıştı. Örneğin Platon’un sözyazı karşıtlığını ele aldığında, yazının, hakkında karar verilemez bir terim olduğunu iddia etmiştir. Çünkü yazı, kesin olarak ne sözün içinde ne de onun dışındadır. Bir açıdan sözlü anlatımdaki anlamın bir alçalışı ve sözün çarpıtılma tehlikesinin bulunduğu bir yerdir, bir başka açıdan ise, her iletişim dizgesinde bulunduğu için dilin bir koşulu ve dolayısıyla konuşmanın bir önkoşuludur. Derrida’ya göre, Batı felsefe geleneğinde sözün özkimliğini olanaklı kılmak için, hakkında karar verilemez olan yazının, sözün dışına çıkarılması ve olumsuz terimi oluşturması gerekmiştir. Sözün özkimliği, ancak ona yazının karşıt olarak ilave edilmesi ile kurgulanabilir. Söz ancak yazı onun olumsuzuyken kendisiyle özdeş kalabilir. O halde her tutarlı yapı, ancak olumsuz teriminin bulunması ile olanaklı olur. Yine de söz hâlâ yazıya bağlı olduğundan, tutarlılık ve özdeşlik aslında birer mittir. Benzer olarak, hakikati daha doğrudan ilettiği varsayılan “felsefe”nin özkimliği, onun “olumsuzu” olan retoriğin varlığıyla olanaklı kılınır; ancak hakikatin bildirimi hâlâ söz söyleme sanatına bağlı olduğundan “felsefe”nin özkimliği de bir yanılsamadır. Buradan çıkan sonuç şudur ki, tutarlıözdeş bir yapı olanaklı değildir ve böyle bir yapı bulunmadığına göre onun karşıtı DeleuzeGuattari Lacan Saussure (Lucy’nin “sunulamazlığı sunan neoromantik” olarak adlandırdığı) olmanın da bir değeri yoktur. Örneğin “felsefi” metinler hâlâ retorik öğeler barındırdığına göre, felsefi ve retorik metin tarzları arasında belirgin ve katı bir ayrıma gidilemez. Bunu edebiyat sorununa uyarladığımızda, edebi metinlerle edebi olmayan metinlerin arasında katı bir ayrıma gidilemeyeceği görülür. Özetle Lucy’e göre, bir tarafta gösterenlerin sabit yapısı (toplumsal gerçeklik), diğer tarafta gösterenlerin serbest oyunu (edebiyat) yoktur; işin doğrusu her yapının zaten bir ölçüde oyunlar içerdiği ve esnemeye açık olduğudur. Postmodernitenin olumsuzlayacağı tutarlı bir yapı olmadığına göre, postmodern olumsuzlama hatalı bir değerlendirmeden kaynaklanır. Ancak Goodchild’a göre burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta şu: Derrida her ne kadar yapısöküm uygulamasıyla yapı içindeki çokanlamlı gösterenleri keşfetmişse de, anlamın dil içinde bulunduğuna dair yapısalcı söylemin mirasını da bir ölçüde paylaşır. Derrida’ya göre anlam hep ertelenir; bir gösterenin gösterdiği şey, her defasında başka bir gösterendir. Yine bu nedenle, gösterenden bağımsız (yani simgesel alanın dışında) bir gösterilenin (signified) olamayacağını söyler. O halde Derrida’ya göre anlam, hep erteleniyor olmasına rağmen, gösterenlerin oyununun dışında düşünülemez. Edebiyatın, edebiyat olmayanın karşıtı olmadığı, tersine onu olanaklı kıldığı kabul edilirse, her yapının da zaten biraz edebi olduğu ve dolayısıyla edebi metinlerin anlamının, simgesel alanın dışında değil, içinde aranması gerektiği kabul edilmelidir. Bir başka deyişle, edebi eser de bir metin olduğundan ve metnin anlamı oyunlar içeren simgesel yapıda belirlendiğinden (ya da orada ertelendiğinden), edebi eserin de diğerleri gibi bir metin olmak dışında bir özelliği yoktur. Bu durumda edebiyatı metinlere, edebiyat incelemelerini metin incelemelerine indirgemek meşru görünür; ama bu sefer de geride özel olarak “edebiyat” diyebileceğimiz bir şey bırakılmaz. Özetle Lucy’nin, postmoderniteyi eleştirirken, edebiyatı da dilin içinde bulanıklaştırdığı söylenebilir. Kuşkusuz bu türden dilbilimsel sorunları düşünen edebiyatçılar vardır, ama edebiyattaki sorunların dilbilimsel olduğu o kadar kesin değildir. İtiraz edilemeyecek bir nokta, edebiyatı olanaklı kılanın dil olduğudur, ama edebiyatı açıklamak için dil yeterli midir? Bu, müziği sesin varlığıyla, resmi rengin varlığıyla açıklamaya benzer. Görülüyor ki “postmodern edebi¥ yat” tartışmalarındaki çoğu açmaz, CUMHURİYET KİTAP SAYI 1060
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle