05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İsmail Güzelsoy’dan ‘Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri’ İsmail Güzelsoy, Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri‘yle bir yandan macerayı takip ederken İnsan zihninin esrarengiz derinliklerine doğru bir yolculuğa da çıkarıyor bizi. İnsan ilişkilerinin doğasında var olan büyüleyici, aynı zamanda ürkütücü yolculukta uğradığı istasyonlar kah şaşırtıyor, kâh korkutuyor, kâh keyif veriyor. Ë Canan PARLAR Meddah roman yazarsa meye yol açan bir tür renk körlüğü hastalığı) olan İskender’in herkesten sakladığı bu sırrını Doğu’ya giden bir trende çok az tanıdığı birine, Sincap’a anlatmasıyla başlıyor hikâye. Sincap İsmail Güzelsoy’un Sincap isimli önceki romanından çok iyi tanıdığımız kahramandır. İsmail Güzelsoy romanları arasında bir açıkarşı açı çalışması yapar bu kitapla. İki roman daha önceden bilerek bırakılmış boşlukları doldurur, yanlışları ortadan kaldırır, biri diğerinin üzerine kapanır. Yine de bu roman diğerinin devamı niteliğinde değildir, birbirinden tamamıyla bağımsızdır. İskender’in büyük sırrı olarak gördüğü monokromatopsi hastalığı, onun Iğdır’da sınırı geçeceği gün bir tabelaya bakarken kendiliğinden tedavi oluverir. Önce büyük bir sevinç hisseder, ardından ise büyük bir korku... İşte bu iki durum, romanın da eksenini oluşturur: Renk ve Korku. Karmaşık bir olay örgüsüyle biçimlenmiş romanı bir meddahın hafif alaycı, uçarı ve keyifli dilinden anlatsak nasıl bir şey çıkardı ortaya? İsmail Güzelsoy son romanında bunu deniyor ve ortaya çok başarılı bir sonuç çıkarıyor. Çizgisel olarak arka arkaya sıralandığı zaman bile okurda iz bırakabilecek bir dizi olay, Değil Efendi tarafından bize aktarıldıkça, anlatıcının da romanın bir uzantısı olduğunu hissediyoruz. Giderek bu sezgiyi haklı çıkaracak biçimde Değil Efendi romanın ana kurgusunu sürükleyecek keyifli “meselleriyle” anlatıya müdahale ediyor ve yazarın mesafeli üslubunu altüst edebilecek kadar derin bir gerilim yaratmaya başlıyor. Romanın konusuna gelecek olursak: 60’lı yılların sonunda, komünist şair İskender Sof sınırı geçebilmek için çözüm aramaktadır, yoksa “yarı resmi” çevrelerce “diğerleri gibi” öldürülecektir. Yalnızdır, ihanete uğramıştır. Kaçışını sağlayabilecek arkadaşları vardır ancak kimseyi zor durumda bırakmak istemez. Yeni tanıştığı Sincap’ın önerisiyle Aras Irmağı üzerinden Sovyetler Birliği’ne kaçmaya karar verir. Böylece kimseyi töhmet altında bırakmayacaktır. Onunla birlikte Sovyetler Birliği’ne sınır komşusu olan Iğdır “kasaba”sına gider. Tabii bu acemi planı uygulamak o kadar kolay değildir. Bütün sınır karakollarına haber verilmiştir. Sınırı geçebileceği her yerde polis ve MİT onu bekler. Iğdır’da sıkışıp kalmıştır. Sincap aracılığıyla tanıştığı “bir renk sihirbazı” olan genç Nuh kahramanımızı bu kısılıp kalmışlıktan kurtaracak kişidir. Böylece Nuh’un ilginç hikâyesine giriş yaparız. Her iki anlamda da onun sınırı aşmasını sağlayacak olan kişi Nuh’tur. İskender, Nuh’u anlamaya çalıştıkça kendisiyle de yüzleşmeye başlayacaktır: “(...) İskender, Nuh’un renkleri nasıl algıladığının sırrını çözmek istiyordu. Onu çözebildiği ölçüde kendi aklının cambazlıklarıyla da baş edebilecekti. İnsanın kendi zaafları kadar kudretinin sırrından mahrum oluşu da bir korku nedenidir ve İskender bunun gayet iyi farkındaydı. Bir şeyleri nasıl öngörebildiğini açıklayamayan bir medyum, nesneleri yerinden oynatabilen ve bunu nasıl yaptığını bilemeyen bir mistik... Herkesin onlardan korktukları kadar onlar da kendilerinden korkmazlar mıydı?” Aynı konuşmanın bir sonraki paragrafında İskender kadar Nuh’un da bir sınırı geçmeye başladığının işaretlerini buluruz. KAMERA TAKASI İyi romanlarda “sanal” bir kamera bulunur diye düşünürüm hep. Okur ya kahramanın gözbebeklerine yerleştirilmiş ya da onun arkasında biri tarafından taşınan varsayımsal kameranın objektifinden izler olayları. Ama Güzelsoy’un son romanında iki kamera söz konusudur. Biri sözlü edebiyatın son kalesi olan Değil Efendi’nin elinde, diğeri deneysel romanlarıyla tanıdığımız Güzelsoy’un... Olay örgüsünde bir sıçrama, kayma yoktur. Ama açılar çok farklıdır. İki kamera bir konuda son derece nettir: Bu romanın kahramanı bir insan değil, bir durumdur. Başlangıçta sıralanan ir okur olarak başarılı romanların, karmaşık bir kurguyu okura keyifli bir mimari yapıda sunduğunu düşünürüm. Diğer bir deyişle, iyi romanların yazılması zor olduğu ölçüde okunmasının keyifli olduğuna inanırım. Patrick Suskind’in Koku isimli romanı bir yazar için kâbus olmalı. Okur içinse büyük bir eğlence... Böyle romanlar okurun özlediği birer dost siması gibi hayatına yerleşir. Kahramanları o andan itibaren yanımızda bir gölge gibi taşırız. Soframızda görünmeyen biri daha bizimle yemeğimizi paylaşır. Tanımasak da yazar ailemizden biridir artık ve belki de yazarın böyle bir yük altına girerken isediği tam da budur: Onun yarattığı dünyaya ait olmamız. Hatta Değil Efendi örneğinde olduğu gibi, o dünyaya teslim olmamız... B RENK VE KORKU Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri’nin daha ilk sayfasından itibaren sizi saran, size tanıdık gelen ama yine de tanımlayamadığınız bir duyguya kapılıyorsunuz ve bu beni esir alacak bir roman, buna kuşku yok diyorsunuz içinizden, ufak ufak da masanızda gönüllü olarak ona yer açmaya başlıyorsunuz. Yine de dur bakalım ileride ne olacak, öykü nereye savrulacak diye düşünmekten alamıyorsunuz kendinizi. Roman bize çok uzaklardan sesleniyormuş hissi veren son meddah Değil Efendi’nin (ya da kendi ifadesiyle meselperdaz) “şey” ve “hiç”, “renk” ve “karanlık” üzerine açtığı görkemli bir sunumla başlıyor. Meddahımız şöyle gözucuyla yarı karanlık salona bakıp da istediği hâkimiyeti sağladığından emin olduğunda bizi yakamızdan tuttuğu gibi hikâyenin içine çekiyor. Böylece ünlü şair İskender Sof’un heyecanlı hikâyesine balıklama dalıyoruz: Çocukken başından geçen bir kaza sonucu monokromat (renkleri siyah ve beyaz olarak görSAYFA 8 insanların masalsı dünyasını okurken kısa bir süre sonra bu kameraların –arka planda bir insandan çok bir kavramı izlediklerini anlarız: Bu romanın gerçek kahramanları kitap boyunca izlediğimiz karakterler değil, kitap boyunca izlediğimiz kavramlardır aslında: Korku ve Renk. Bu çok katmanlı ve çok dokulu romanın ilk katmanında bir kaçış hikâyesi okurken geride bir korku potpurisi izleriz. Zaman zaman korkuların aşılma biçimleri de çıkar karşımıza. Örneğin oğlu vampir tarafından “dişlenen” Hüsniye dehşet içindedir. Oğlunun da vampir olmasından korkmaktadır. Aniden korkusundan vazgeçer. İlk çarpıcı “mesel” buradadır. Bir insan korkusundan nasıl vazgeçebilir? Cevap çok çarpıcı: Gelenekler korkulara karşı birer sığınaktır. İskender’in bir raslantı sonucu karşı karşıya kaldığı eski bir elyazma eserin ona sorduğu soru romanın da hem kurgusal hem de ideolojik düğüm noktasını oluşturacaktır: Korku gerekli midir? İskender’in konakladığı evin sahibi Ahund’un dedesinin notlarıyla İskender (ve tabii okur) korkunun doğası üzerine düşünmeye zorlanır. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında, Şiraz’da bir korku laboratuvarı kuran iki çılgın âlimin hikâyesinin parçalarıdır bunlar. Rahman, korkunun gerekli olduğunu savunurken onun rakibi ve eski hocası Pervazâde korkunun yıkıcı ve kurtulunması gereken bir illet, bir “habaset” olduğunu söyler. Bu hesaplaşma artık İskender’in (ve okurun) aklında roman boyunca mayalanacaktır. İşte bu düğüm noktasından sonra korku pratikleriyle yüzleşmeye hazırız. Arka arkaya darbeler alacağımız pasajlar geliyor artık: Vita kutularından oyuncak arabalar yapan Hayati, kimsenin göremediği renkleri görebilen ve onlardan beslenen Nuh, gördüğü bir kartpostalın etkisiyle Iğdır’a bir “yalı” inşa eden Ahund, komünizmin aslındaTürkiye’deki mıknatısları ele geçirmek için bir kılıf olduğunu savunan Mit Osman, okuduğu her şeyle özdeşleşen zeki ve kurnaz bir deli, küfürleri birer şiir gibi işleyen Kadı Nahit ve bunlar gibi renkli, “trajik” ve eğlenceli insanlar arasında yaşanan ilişkiler korkuyu da eğlenceli bir deneyime dönüştürüyor. Yalnızca okur için değil, Değil Efendi ve onu dinleyenler için de... İsmail Güzelsoy bir yandan macerayı takip ederken İnsan zihninin esrarengiz derinliklerine doğru bir yolculuğa da çıkarıyor bizi. İnsan ilişkilerinin doğasında var olan büyüleyici, aynı zamanda ürkütücü yolculukta uğradığı istasyonlar kah şaşırtıyor, kâh korkutuyor, kâh keyif veriyor. Kahramanlar samimiyeti ve sıcaklığı, aynı zamanda zekâlarının kıvraklığıyla hiç zorlanmadan teklifsizce sandalyeyi çekip masamıza oturuyor. Bizi böyle keyifli bir romanla tanıştırdığı için İsmail Güzelsoy’a eline sağlık diyor sözü Değil Efendi’ye bırakıyoruz. Romanın masalsı dünyası içerisinde bir nesne olmaktan çıkıp romanda başlı başına bir kahraman haline gelen Grundig marka teybine Değil Efendi’nin mesellerinden yaptığı ilk kayıt şöyle: “Benim sesimi saklayacaksın aziz Grundig. Kimseye anlatamadığım hikâyelerimi sessiz kış geceleri sana anlatacağım. Mesellerimi tek tek aklında tutacaksın ve çok uzak bir yere nakledeceksin onları. Olabilecek en uzak yere: Geleceğe. Bizi doğru anlayabilecek insanlara...” ? Değil Efendi’nin Renk ve Korku Meselleri/ İsmail Güzelsoy/ Doğan Kitap/ 310 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1058
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle