Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ Eğer ilk kez tarihsel bir roman yazma konusunda düşünüyorsanız, öncelikle etrafta kol gezen banal tuzaklara düşmekten çekiniyorsunuz. Bu yüzden tarihsel roman kavramını da normalde kullanmıyorum, tersine bunu geçmişte geçen günümüz romanı olarak nitelendirmeyi tercih ediyorum. Bence bu her şeyin kolayca yapaylaşabileceği, inandırıcılıktan uzaklaşabileceği, yani bir şekilde bir soruna dönüşebileceği banallik noktası doğrudan anlatımdır: “Ho!” dedi Napolyon, “sabahın ilk ışıklarıyla saldırıyoruz.” İnsan birden nahoş bir duyguya kapılıyor. Ayrıca ben kendimi geleneksel bir anlatıcı olarak da gömüyorum. Her romanımda yeni şeyler denemeye çalışıyorum. Bunun sonucu olarak ilk romanım Beerrholms Vorstellung’da ölmekte olan bir benanlatıcıyı ve Ben ve Kaminski’de her türlü özdeşleme olasılığını ortadan kaldıran, son derece sevimsiz bir benanlatıcıyı kullandım. Peki, Dünyanın Ölçümü’nde? Onda da deneysel bir roman görüyorum. Çünkü kendime şöyle bir soru yönelttim: İçinde tüfeklerin patladığı ve geçmişte geçen bir roman günümüzün sanatının ulaştığı seviyede nasıl yazılabilir? Ve ardından şunu sordum: Tarihçiler bunu nasıl yapıyor? Neden tarihi romanlar banal bir etki bırakıyor da Eric Hobsbawn’ınkiler bırakmıyor? Bu anlatılan nesneyle kurulan mesafeyle ilgili bir şey. Meslekten bir tarihçi anlattığı karakterlere fazla yaklaşmıyor ve ki can alıcı nokta budur, kelime kelime neler söylendiğini bildiğini iddia etmiyor. Şayet elinde belgeler ve mektuplar yoksa dolaysız anlatımı kullanmıyor. Bunun yerine, aşağı yukarı şöyle bir konuşma geçmiş olmalı, diye anlatıyor. Yani dolaylı anlatımı kullanıyor. O zaman şöyle düşündüm; deney, bilimsel bir anlatıymış gibi başlayan bir kitap yazmak olabilirdi. Bu yüzden kitabın ilk cümlesinde bir tarih verilir –sonra bir daha da verilmez. Bir tarih kitabı gibi başlar ve sonra birden değişir, çünkü doğal olarak tarihsel yanı olan şeylerden çok edebi yanı olan, serbestçe kurgulanmış anlatılmaktadır. O halde kitabın tonu, birden deliren ciddi bir tarihçinin yazabileceği şekilde olmalıydı. YORUCU BİR ÇALIŞMA Kitabınızı yazarken eğlendiniz mi? Hani hep derler ya mizah yorucu bir iştir... Benim yazı anlayışım, insanın mümkün olduğunca, kendi kişiliğinin bütün yönlerini harekete geçirmesi yönündedir. Bu hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmez, ama ne kadar çok gerçekleşirse o kadar iyidir. Salinger’in son yayınladığı öyküde harika bir cümle vardır: “When you write, see to it that all your stars are out.” Yaklaşık olarak: Eğer yazıyorsan bütün yıldızlarının ortaya çıkmış olmasına dikkat et. Bu cümlenin muazzam bir şey anlattığına inanıyorum. Eskiden kendimi hep mizaha çok değer veren, gülmeyi seven biri olarak görürdüm; ama son derece ciddi kitaplar yazıyordum. O halde burada doğru olmayan bir şeyler vardı. Ama kişiliğimin bu yönünü bir romana aktarmak oldukça yorucu bir çalışma gerektirdi. Çok satanlar listelerinin aydın keCUMHURİYET KİTAP SAYI 999 simin beğeni barometresi olduğu pek kabul edilmez. Okurlarınızın zekâsına ve eğitim seviyelerine inanıyor musunuz? Evet. Günümüz medya dünyasının en radikal yanılgılarından biri yüksek kaliteli şeylerin halk için olmadığı inancıdır. Bence bu medyanın ve yayıncıların batıl inancıdır. En kötüsü de televizyondur. Geniş bir okur kitlesi bulan bir sürü kaliteli kitap mevcuttur geniş halk kitleleri için yazılan bir sürü yeni kitabı gölgede bırakan klasiklerin ucuz baskılarının, ne kadar çok sattığına bir bakın. GÜNÜMÜZ ALMAN EDEBİYATI Kitabınızın, günümüz Alman edebiyatının sevildiğini pek de söyleyemeyeceğimiz ülkelerdeki başarısının nedeni sizce nedir? Günümüz Alman edebiyatı hakkında benim de kuşkularım var. Elbette çok beğendiğim kitaplar ve hayran olduğum yazarlar var, ama temel olarak savaş sonrası Alman edebiyatının beni en çok büyüleyen ve en derinden etkileyen akımları ortadan kaldırdığını hissediyorum. Ve Günter Grass gibi birinin Almanya’da belirgin şekilde geleneksel bir anlatıcı olarak algılanmasını, bunun yanında da örneğin Amerika’da Salman Rushdie gibi büyük postmodern yazarlardan biri olarak algılanmasını, ki benim fikrimce Rushdie Almanya’da her zaman kendisiyle birlikte anılan Heinrich Böll’den daha çok Günter Grass’a yakındır, oldukça anlamlı buluyorum. Günümüz Alman edebiyatı, benim için modern edebiyatta olması gereken oyunsuluktan ve hafiflikten yoksundur. Bir yanda geleneksel anlatı seçeneğine diğer yanda da postdadaist kelime oyunlarına indirgenmiştir. Beni en çok etkileyen romanı, Nabokov’un Solgun Ateş romanını ele alalım. Birkaç yıl önce kitabın Almanca çevirisini aldığımda henüz karton kapaklı versiyonu yoktu ve 1968’deki 8 binlik ilk baskısı hâlâ piyasadaydı. Yani kitap Almanya’da 1968 yılından bu yana 8 bin adet satmamıştı. Bir keresinde, “İnsan hayatında artan kaos yazarlığımın gizli temasını oluşturuyor” demiştiniz. Bunun anlamı nedir? Temel olarak, romandaki ana konulardan biri: Yaşlılık. Yaşlılık hayattaki artmakta olan kaostur. İnsan giderek daha fazla şey topluyor; daha fazla ilişki, daha çok açık kalmış hesaplar her şey giderek daha karmaşık hale geliyor ve hayatın basitleştirilmesi giderek daha da zorlaşıyor ve bu giderek daha fazla şiddet eylemi gerektiriyor. Bildiğiniz gibi entropi yasası dünyanın her yerinde kaosun giderek arttığını söyler ve eğer bir yerde bir düzen sağlarsanız bu başka bir yerde daha fazla enerjiye mal olur. Bu herkesin yaşamında böyledir; her yazı masası da giderek kendiliğinden daha düzensiz hale geliyor ve insanın aklına şu soruyu getiriyor: Neden bir kere bile kendiliğinden düzen oluşmuyor? Entropi yüzünden. Hayat sadece düzensizleşebilir. ? * Frankfurter Allgemeine Zeiitung, 9 Şubat 2006, çeviren: Nafer Ermiş. Dünyanın Ölçümü/ Daniel Kehlmann/Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu/ Can Yayınları/ 260 s. SAYFA 17