Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mucize Özünal’dan ‘Aşk Zamana Doğar’ Diri, yaşam dolu, devingen, yalın, şiirsel... “Aşk Zamana Doğar” günümüzün birçok çatışmasını, çelişkisini barındırıyor. Yabancılaşma, sevgisizlik, yalnızlık, bölünmüşlük, tüketilen değerler hatta özelleştirme, misyonerlik… Bir de taşra… dantel sehpa örtüleri naylon paketleriyle düzgünce üst üste konulmuştu…” (s. 171) Yazar çağının tanığı olmalıdır, denir ya, kaç yazar bunun anlamını algılar? Zamanın tini, her boyutuyla yapıta nasıl yansır? Yazar olsun, kimi kahramanlar olsun derviş derinliğine nasıl ulaşır? Yıldız Hanım, İstanbul’da, küçük yaşta yitirdiği babasının özlemiyle büyümüştür. Tokat’ta hemşiredir. İş arkadaşlarıyla birlikte yaşar; bin bir güçlükle, olanaksızlıkla savaşarak görevini sürdürür. Zaman zaman belleğinde anılar sökün eder, hemşirelik okulunu bitirdiğinde, bakımını üstlendiği, yanında barındığı yaşlı kadını; o evdeyken tanıdığı delikanlıyı, ilk ve karşılıksız aşkını anımsar. Güzel, koyu yeşil gözleriyle dalar gider. BİR RASTLANTI... Bir gün rastlantıyla, bağcılık işiyle uğraşan Doğan Bey’le tanışır. Doğan Bey, doğduğu kenti terk etmiş, delikanlılık çağlarında Avrupa’da yaşamış, kültürlü, senfonik müziği, kitapları seven, kişilikli bir insandır. Bu iki yalnız insanın yolları birleşir. Birbirlerine bağlanırlar, evlenirler. Doğan, Yıldız’a anlatmakta geciktiği yurtdışı yıllarında; Janet adlı, kendinden büyük bir balerinle bir evlilik daha yaşamıştır. Janet hastalanır. Kızlarını doğurduktan birkaç hafta sonra ölür. Bebeğin adını da Janet koyarlar. Doğan, annenin vasiyetinin de etkisiyle, bebeği teyzesine bırakarak Tokat’a döner. Bağcılıkla, şarapçılıkla yıllar geçer. Bir söyleşmeleri sırasında; yine bir yabancı kıza sevdalanmış yeğenine “Her aşk bir başka zamana doğuyor. Aşk! İnsan yaşlandıkça senin yüklediğin anlamların ötesini içeriyor. Belki de insanla birlikte sözcükler de olgunlaşıyor. İçleri doluyor, anlamları genişliyor” der Doğan. (s. 178) Kızını yıllardır arayıp sormamış olmasına, yeğeni Ayhan’ın sert eleştirisini bu sözlerle yanıtlar. Ama yanıtının kendini bile ikna ettiği kuşkuludur. Tutar, yıllar sonra kızına mektup yazar. Yıldız, evliliğine kadar yaşama her anlamda özlemle doludur. Hep yoksunluk, eksiklik, ulaşılmazlık… Doğa ve eşinin ilgisi ona birçok kapı açar. İş zamanı, hasat günleri, Tokat dışındaki bağ evinde, çalışma coşkusunun, kır yaşamının güzelliği içindedir. Köylülerle birlikte alabildiğine çalışır, bağ evini yönetir, at biner, büyük sevinç duyar. Özünal, pastoral bir senfoni inceliğinde anlatır bunu. Doğan’ın, köyde kamyonetiyle yaptığı kaza sonrasında, kısa da olsa sancılı bir dönem yaşanır. Alçılar içindedir. Bunalımlıdır. Doğan iyileşirse de, ardından asma kütüklerinde bir hastalık baş gösterir. Hastalığa çözüm bulması için getirtilen tarımcı bağ evinde konuk olur. Yıldız’ın bu genç ve çekici tarımcıya, Alişan’a duyduğu ilgi önlenemez bir duruma gelir. Keskin bir tutkuya dönüşür. Alişan salt cinselliğin, kösnüllüğün simgesiyken, Doğan, erdemin, belki erotizmin, cinselliğin derinlikli olanla birleşiminin simgesidir. Yıldız kendini engellemeye, onu belleğinden silmeye, unutmaya çalışır ama boşunadır: “… Doğan’ın mabedi küçük odaya girdi. Yere atılmış dergiler gazeteler, birlik bültenleri, günü geçmiş davetiyeler. Topladı, köşedeki geniş, yayvan sepete doldurdu. Radyoyu açtı. Bir kadın soprano sesiyle ona yüreğini açıyordu, sanki yüreğindekini bilerek. ‘Sabahın seherinde ötüyor kuşlar… Kaç kez dinlemiştim bunu, bu yörenin türküsü. O gün öylesine girdi kanıma, acıttı ki beni, türkü bitinceye kadar ellerim böğrümde dayandım kaldım kapıya. Kudretten çekilmiş karadır kaşlar… Yaylı tambur klarnet siyah saçlarından tutup getirdi onu, sedef saplı bir bıçak gibi soktu içime…’ (s. 149) Bu güzelim türkü sel olur, sürükler Yıldız’ı: “Eşkıyaca indi geldi akşam dağların karanlık kuytularından, Islak sis ırmak boylarından sırtlardaki bağlara tırmandı, asmalara tutundu, toprağın yüzünü incecik kapladı. Sonra birden gürültüyle yağmur. Ötelerde, alçak tepelerin omuzlarında sülfür rengi bir top bulut bir yanı gömgök, bir yanı az beyaz çakıldı kaldı. Sonra o da görünmez oldu. Derinliği gittikçe artan karanlığın içinde her şey kayboldu. … Kadın gecenin içinde haykırarak çiftleşip oynaşan ıslak atlara bakıyordu. Konuk evinin tek penceresinde tek kıpırtı yoktu. Oradaydı, biliyordu. Kınında bir Sürmene bıçağı. Yüzü gülüşlerle nakışlı. Abanoz teninden taşan kokuyu kıvırcık kara saçlarında tozlu ışıklarla harelendirip taşıyan. Genç gövdesinin soluk alıp verdikçe dışarıya saldığı tutkulu doymaz açlık…” (s. 151) Oysa Alişan’ın kabalığını anlaması uzun sürmez, kullanılmışlık duygusuyla kendini dışarıya dar atar. Salt cinsellik insanca değildir. Aslolan erdemdir, inceliktir, şefkattir, bunlarla birleşen cinselliktir. Yıldız kendini bir anda koyu bir pişmanlığın, duyunç azabının içinde bulur: “Saçlarını nerede, ne zaman kestirdi, o mağazalardan neler aldı, ne kadar kaldı o dükkânlarda? O süreç bunca kısa zamanda nasıl umutsuzca onarma, onurunu geri alma çabasına dönüştü? Sonraları hayretle düşünecekti bunu.” (s. 174) Ne yapsa arınamaz bu duygudan. Romanda bu iç çatışma; Yıldız’ın saçlarını kestirmesiyle, hastalıklı bağ kütüklerinin sökülmesi simgesel anlam yüklenerek, ustaca birleştiriliyor: “Ertesi sabah Doğan uyanmadan aşağıya indim. Sökülen bağları gördüm. Taze filizleri üzerinde üzüm olmaya durmuş koruklarıyla kuru toprağın üzerinde genç ölüleri gibi yatıyorlardı. İki sıra boydan boya. Daldım aralarına. Sonra traktörlere doldurup doldurup götürdüler onları. Bütün tehlike sanki onların toprak altındaki salkım saçak köklerinde, benim uzun saçlarımdaydı. Eksikleniyordum…” (s. 182) Sular altında yunmaya çabalar, saçlarını kestirir, sökülen bağ kütükleri gibidir. İnsan, en karmaşık, duyunçlu varlık. Acısını Doğan’la yarattığı düşünsel yanı ağır basan konuşmalar biraz olsun dindirir. TÜKETİLEN DEĞERLER Çağın tini denince; “Aşk Zamana Doğar” günümüzün birçok çatışmasını, çelişkisini barındırıyor. Yabancılaşma, sevgisizlik, yalnızlık, bölünmüşlük, tüketilen değerler hatta özelleştirme, misyonerlik… Nasıl mı? Doğan’ın kızına yazdığı mektup, adreste bulunamadığından geri döner. Çünkü, Janet, teyzesinin isteği doğrultusunda bir manastırda eğitilmiştir, rahibe olarak Türkiye’ye gelir. Ayrımında olmadan, bir misyonerlik çalışmasının içindedir. Bir yandan da babasını bulmak düşüncesi aklında dönüp durur. Olaylara Türkiye’den bakmaya, dünyayı farklı algılamaya başlar. Görevinden iyiden iyiye kuşku duyar. Tam da bu günlerde teyzesinin ölüm haberini alır. Büyüdüğü ülkeyle hiçbir bağı kalmaz. Bir gün rahibe giysisini çıkarır, özgür bir birey olarak, yağmurlu bir günde, Devegöremez’de babasının, Yıldız’ın kapısını çalar. “Aşk Zamana Doğar” gelecek kurgusu ardında değil. Olaylar günümüzde geçiyor. Yazar bu algıyı yaratmayı amaçlıyor. O nedenle de diri, yaşam dolu, devingen, yalın, bir o kadar şiirsel. Özellikle başat karakterlerin her birinin kendi ağzından, “ben”inden anlatım ve bu bağlamda başvurulan iç konuşmalar tekniği, romanı varsıllaştırıyor. Bağcılık konusunda geniş bir birikime dayandığı görülüyor. Ayrıca taşra olgusunun, hele de günümüz koşullarında hiç de olumsuzlanamayacağına farklı bir yaklaşım sunuyor. Bu güzel roman için, olsa olsa şu öneriler ya da sorular düşünülebilir: Yıldız’ın yaşlı kadının yanında barındığı yıllar roman birey sorunu üzerine elverişli bir alan yaratıyor. Bu dönem geliştirilebilir miydi? Doğan’ın anne Janet’e bağlılığına vurgu, Janet’in bıraktığı mektuptaki duygu yoğunluğuyla orantılı olabilir miydi? Ve romanın son bölümünde olaylar daha yavaşlatılabilir, o etkileyici, şiirsel sona daha ağır bir tartımda ulaşılabilir miydi? “Aşk Zamana Doğar” sıradan sandığımız yaşamımızın aslında ne denli güzelduyusal bir yapı olduğunu güçlü biçimde duyumsatıyor. ? “Aşk Zamana Doğar”/ Mucize Özünal/ Cumhuriyet Kitapları, 2008/ 256 s. SAYFA 13 Ë Günay GÜNER aman ve aşk. İnsan özgürlüğe neden bunca uzak? Derinlikli, incelikli olanın albenisi neden sürekli olmaz? Tutku nasıl bir insanlık durumudur? Öyle an var ki, tutku yaşamdaki geri dönülemezlerin, “keşke”lerin yerini tutar. Öyle zamanlar da var ki, sonucun düş kırıklığı, bir silinmez hiçlik olduğu yaşanmadan anlaşılamaz. Kesin yanıtları verilemez; o yüzden de sorular çoğalır, çoğalır… Ne acı! Yazında taşra önemlidir. Yazarlar olumlu ya da olumsuz işlev yüklemişlerdir taşraya. Stendhal’in Kızıl ve Kara’sında olaylar büyük oranda Paris yakınlarındaki bir kentte geçer; yaşanan büyük aşkın çevresinde, tutucu, baskıcı ilişkiler ayrıntılarıyla anlatılır. Flaubert’in Madam Bovary’sinde benzer bir olay daha şiddetli bir tutku ilişkisi içinde ortaya konur. Tolstoy’un Anna Karenina’sında Levin ve Kiti odağında taşra yer alır. Kemal Bilbaşar’ın yapıtlarında başat belirleyicilerdendir, özellikle Denizin Çağırışı’nda yerin “çevre” oluşu etkiyi yaratır. Örnekleri çoğaltmak olanaklı. Değerli yazar Mucize Özünal’ın yeni romanı “Aşk Zamana Doğar” da taşrayı anlatıyor. Daha doğrusu bu katmanlı romanda yer önemli unsurlardan biri. O eski kent Tokat. Damarları tarihe uzanan köklü, soylu kent. Heybetli bulutların altındaki sarp tepelerin arasında; tertemiz kaldırımlarında adımların sesi duyuluyor. Devegörmez Mahallesi’nin, pencereleri birbirini dostlukla tanıyan evleri… İşte o yerde, bir dükkânı nasıl da ustaca betimler yazar: “Işıklar bir müşteri gelince yakıldığından, dar uzun dükkân yarı karanlıktı. Küçük tahta tezgâhta basit bir hesap makinesi, üzerindeki parmak izlerinden epeydir temizlenmediği anlaşılan tuşlu telefon, pilli ufak radyo arasında sabahları parasız dağıtılan ‘Yeşilırmağın Sesi’ gazetesi görünüyordu. Raflarda pazen patiska, keten poplin topları, emprimelerin ipeklilerin ruloları, daha altlarda, Amerikan bezleri, mermerşahi, etamin topları vardı. Kapının hemen yanındaki sırada baskılı yemeniler, masa örtüleri, seccadeler, başörtüleri özenle dizilmişti. Gömlekler, sünnet takımları, işlemeli CUMHURİYET KİTAP SAYI 999 Z