Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kaya Genç’le ‘Macera’ üzerine Roman yazan kişiyi öfkeli bir genç olarak görmek isteriz Kaya Genç adına edebiyat çevirilerinde, deneme, eleştiri yazılarında rastlıyorduk; şimdi bir ilk romanla karşımızda. Macera adını verdiği kitabında, İstanbullu kahramanı Gündüz’ün ülkelerarası yolculuklarına ortak ediyor bizleri. Sokaklarda salgın, başıboş köpekler… Her biri kitabın ortak kahramanları… Kaya Genç’le yeni romanı üzerine söyleştik. Ë Erdem ÖZTOP aya, seni edebi yazılardan, Oscar Wilde, Robert Louis Stevenson gibi yazarlardan yaptığın çevirilerden biliyorduk; şimdi karşımıza romanla çıkageldin! Neden? Roman yazma sebeplerini merak ediyorum... Roman yazmanın, roman yazan herhangi birinin roman yazmasının sebeplerine bakınca öncelikle bunun siyasi bir hareket olduğunu söyleyelim. Bugün baskın olan ve kendimizi kurarken kullandığımız söylemler hangileri? Bu söylemler olmadan bir roman yazılabilir mi? Şimdi bakınca Osmanlı kültürünün, bastırılmış, kötü muamele görmüş imparatorluk kültürünün yeniden diriltilmesi, ‘Osmanlırevival’ mı diyeceğiz artık, yalnızca özgül olarak o kültürün geri dönüşü değil, bir imparatorluk kültürü genişliğinde kültürün geri dönüşü isteği baskın. Yani cumhuriyetin modernist projesi sefildi, impatatorluğa yaraşan görkemi geri alalım gibi. Bu egemen, öne çıkan söylemlerden biri. Bir diğeri de dünya edebiyatını yakalayalım, onları çok iyi bilelim, dünyalı olalım hikâyesi. Roman yazarken eğlenceli olan bunları tespit etmek, sonra bunlarla eğlenmenin yaratıcı yollarını bulmak. İngilizlerin eski morality play dedikleri oyunları vardır, oradaki gibi gördüğünüz saçma şeyleri isimleriyle karakterleştirerek de bir şeyler yapabilirsiniz. Veya benim yapmaya çalıştığım gibi inanmaya yatkın olduğumuz, inanmayı istediğimiz, seçtiğimiz, kendimizi inanmak zorunda hissettiğimiz anlatma biçimini taklit kullanarak, ironi kullanarak, parodiyle ters yüz etmeyi istersiniz. Biraz böyle. Roman yazan kişiyi öfkeli bir genç olarak görmeyi, dilimin ucuna tabii öfkeli bir genç SAYFA 16 bir araştırma nesnesi olarak kabul ederek ona bakman gerekiyor ki o da seninle konuşabilsin. Dört yüz küsur sayfalık bir sabır gerekiyor söylediğin gibi. Benim için eğlenceli olan, kitabın ilginçliğinin ölçüsü olabilecek şey ise şu: Macera’yı herhangi bir sayfasından aç, bir paragraf oku. Kitabın ana karakterlerini biliyorsan ama o sayfalarda ne olduğunu hiç bilmesen de seni eğlendirdi mi, kendini yoksa kaybolmuş mu hissettin? Kitabın bir merkezi, ancak üzerine çıkınca işe yarayan, baştan başlamazsan çalışmayan bir omurgası olmamalı da, diye düşündüm, her yerinden binebileceğin bir gövdesi, yapısı olmalı. O zaman kitabın kaç sayfa olduğunun önemi de azalıyor. yazmalısın ki başta söylediklerime hizmet etmeyesin... Veya Johnson’ın lafıyla yapılana benzeyen bir hakikat rejimi kuruluşuna ortak olmayasın. Amaç hep bu rejimleri tersyüz etmek olmalı. Kitabın tanıtımlarında, romanı dört farklı ülkede ve şehirde yazdığından söz ediliyor. Bölünmeler, ayrılıklar romanın yazılış serüvenine ne gibi etkiler gösterdi? YAZMANIN MUTLULUĞU Çok karlı bir gece Belçika Almanya sınırından geçerken çok eski, bizim Doğu Avrupa otobüslerine benzeyen bir otobüste, önümde o ufak yemek masasını açmıştım ve yazıyordum. Her gün şu kadar saat yazacağım diye düşünüyordum ve yazıyordum; spor yapmak gibidir, ilk başta nefesiniz yetmez; zorlanıyorsunuz ama en sonunda öyle bir hal alıyor ki günün en zevkli zamanı o işe ayırdığınız zaman oluyor. Geçen gün bir arkadaşım, “Senin baban diplomat mı, nasıl böyle gezerek yazdın” diye sordu. Oysa gittiğim ülkelerde şatolar satın alarak, oralarda varlıklı hayatlar sürerek değil, oralarda duraklarken, bir kahvede otururken yazıyordum. Kafanız bir hikâyeyle kaplıdır ve hep onu düşünerek yaşarsınız. Türkiye’den uzaktayken bu özellikle çok belirginleşiyor, ülkenizin bir düşünceden ibaret olduğunu hemen görüyorsunuz. Ülkenizi düşünmezseniz Türkiye puf diye yok oluyor. Düşünmeye başladığınızda ise kafanızda yeniden ve yeniden oluşuyor. Roman yazmak da böyle. Oradan buraya giderken hep oradaki dünyayı düşünüyorsunuz ama elbette işin asıl önemli yanı masanın başında yazdıklarınızı yeniden yazarken oluyor. Otobüste arka koltukta sabaha karşı üç, dört, bir grup İngiliz sürekli fıkralar anlatıyordu. Onları da duyarak, camın arkasında karanlık, ıssız bir manzara, belli belirsiz karı görüyorsunuz her yere yayılmış, siz elinizde defter kalem yazıyorsunuz. Bir yerde Nabokov diyordu sanırım, kitabın sayfasını açıyor ve onun yazdığı yer bir kartpostal gibi kafasında beliriyor. Bunlar kitap yazmanın mutlulukları. Daha ilk andan, kapaktan dışa vuruluyor öfkeli bir hava; köpek ağzını göğe doğru alabildiğine açmış, dişlerinin ihtişamını sunuyor okura! Bir an bunu romanda herkesi ısıran, uzak diyarlardan havlaması duyulan kara ‘baş’ zannedecek oluyoruz ama... O bir aslan ve dilini dışarı çıkarması hoşuma gitti. O öfkesi içinde bağırırken dilini görmeden edemiyorsun. Romanlar da akıl vermek, ahlak sahibi yapmak, bak şu ne kadar güzeldi diye hatırlatmak, bir teoriyi doğrulamak gibi amaçlarla yazılır ve ne kadar incelikle işlenmiş de olsalar bakınca pek çok romanda bu amaçlar hakkındaki huzursuzluklar, büyüklenmeler de görünür oluyor. Ama dişlere değil, dile dikkat etmek gerekiyor. Hem seni yakaladıktan, parçaladıktan ve öldürdükten sonra, yerken kullanacağı, tadını alacağı yer de orası. Öfkeden çok bir iştahın belirtisi, işareti olarak dilden bahsetmeyi istiyorum aslında. İstanbullu Gündüz’ün hikâyesini anlatırsın; salgın hastalığa kapılanların caddesokak toplanmasını ve bu macerada Gündüz’ün kaçışını okuruz. Onun mace¥ rası eğlencelidir ama tehlikelidir, tuCUMHURİYET KİTAP SAYI 991 UZUN BİR SÜREÇ Romanın ‘macera’sını anlatır mısın biraz? Kitap yazmak kitap yazan kişinin kendini inşa etmesi, sunması, oluşturması, nasıl diyeceksek artık, bunun için bir araç oluyor. Eski yazarlar, romancılar, şairler bakıyorsunuz bir siyasi, toplumsal mevkii elde etmek için yazıyorlar. Bin küsur sayfa şiiri yazıyor ki maaş bağlasınlar veya parlamentoda yeri olsun, saygınlık unvanı alsın, soylularla iyi geçinsin. Bunlar çok az değişti. Çünkü tarihsel değişimlerin büyüklüğüne karşın, kullandığımız dil yapıları, sözcüklerimizi seçme biçimlerimiz, oynamaktan hoşlandığımız roller, neredeyse birebir kölelik dönemi imparatorluklarına uyuyor. Samuel Johnson’ın bir lafı vardır, Dr. Johnson dedikleri bu muhafazakâr, tatlı ve cüsseli yazar der ki: “Yurtseverlik bir alçağın son sığınağıdır.” Şimdi mesela bu laf çok popüler olmuştur ve burada da sevilir oldu, epey tekrarlandı. Elbette kimse Johnson’ın bu lafı nasıl bir tarihsel bağlamda sarf ettiğini söylemiyor, Amerika’da Britanya’dan bağımsız bir ülke kurmak isteyen ‘patriot’lara edilmiş bir hakaret olduğunu söylemiyor. Johnson’ın Britanya İmparatorluğu’nu devrimcilerden korumak için söylediği lafı şimdi nefret ettiğimiz insanları hapse tıkmak için aracı olarak kullanıyoruz. Macera‘yı yazarken farkındaydım ki gerekli olan, öncelikle kendimin inanacağı bir yalan uydurmayı, kıvırmayı başarmak. Bunu adım adım yapabilirsin, bir duvar örüyormuş gibi gerekli olanların farkındasındır ve onları oraya yerleştirirsin. Biraz tanıdık bir duvara benziyorsa da gelip ‘güzel duvar yapmışsın’ derler. Fakat Johnson’ın lafını örnek verdim, şundan, bir lafı alıp kendi baskın görüşünün felsefesini kurmak için kullanırken elbette göze çarpan ideolojik yutturmacalar, oyunlar yapacaksın. Ben kitabı yazarken düşünmeliyim mesela, bu olay örgüsü acaba bastırılan dini değerlerin bir eğretilemesi olarak okunacak kadar metaforik mi diye. Bunları düşünürken şunu düşündüm: Neden bunları düşünerek yazmam gerektiğini hissediyorum? Bunu talep eden şey nedir? Romanın ilk halini yazmak iki sene sürdüyse neredeyse bir o kadar da kitabı yeniden ve yeniden yazmak sürmüştür. Çünkü her aşamada bir inandırıcılık katmanını daha soyuyorsun veya öyle görünen bir cümleye soru işareti koyuyorsun. Bu da yorucu, eğlenceli ve uzun bir süreçti. En sonunda ne için yazdığını unutacak denli çok yazarak K adam olarak demek geliyor ama her zaman öfkeli bir genç kadının yazdıkları bana daha ilginç geliyor, öfkeli bir genç olarak görmeyi severiz. Bu öfkenin içinde bir edebiyatçı kariyeri, edebiyat tarihinde iyi bir yer edinmenin, belediyenin veya devletin, şu partinin sevip güzel maaşlar bağlayacağı kişilerden olma isteklerinin işaretlerini hemen görürüz. Bunlarla da kavga ediyorsanız ama işte o zaman iş ilginçleşiyor. ‘Neden yazıyor ki o zaman?’a geliyor. Kötü niyet, bir ajanlık, tuhaflık, gariplik işareti aranıyor. Bunları insanlarda görmek bana çok ilginç geliyor. EPİK BOYUTLAR Dört yüz sayfayı geçen kalın bir ilk roman yazdığın! Risk olarak gördün mü bunu ilkin? Bireyin, gittikçe azalan yaşam dinamikleri arasına beş yüz sayfaya yakın bir romanı sığdırması pek de kolay olmayabilir, ne dersin? Ian McEwan Sahilde diye bir kitap yazdı, kısacık, iki kahve içerken oku ve bitir havasında bir kitap, Türkçeye de çok güzel çevrildi. Öyle bir kitabın özelliği lirik oluşu, müziği, sayfalar arasında asılı olduğunu gördüğünü zannettiğin görünmez, yumuşak ipler, seni ilk kelimeden sonuncuya taşıyor. Macera gibi bir kitabın yapacağı iş ise ancak epik boyutlarla sağlanabilir derdim. Teferruatlı bir biçimde bir ses tonunu, anlatma biçimini, bir cümle formülasyonunu, retorik özellikleri yeniden yaratmak. Fakat her yarattığın anda da “Ama öyle değil” demen gerekiyor. Proteus vardır ya, deniz tanrısı, onun gibi sürekli şekil değiştiren bir canavar, deniz canavarı yaratılıyor... Bu canavar biçim değiştirdikçe anlaşılmaz oluyor ama efsanedeki gibi, o tanrı ancak onu ele geçirmek için çaba gösterenlerle konuşuyor, o zaman dile geliyor. Yani