25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Nazmi Ağıl’la yeni kitabını ve şiiri konuştuk Nazmi Ağıl (1964, Eskişehir) Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Şimdilerde, Koç Üniversite’si İngiliz Dili ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde öğretim üyesi. Geoffrey Chaucer’dan Canterbury Hikâyeleri, Alexander Pope’tan Bukleye Tecavüz, Theodore Roethke’den Açık Ev, John Ashbery’den Dışbükey Bir Aynada Otoportre, Gerard Donovan’dan Schopenhauer’ın Teleskopu, Aharon Appelfeld’ten Badenheim 1939, Demir Raylar; adlı yapıtları dilimize kazandırdı. İlk şiir kitabı, 1998’de yayımlanan Gökçe Yazı’dır. Bir hafta arayla ikinci kitap Boşanma Dosyası (1998; Yunus Nadi Şiir Ödülü) yayımlandı. Beni Böyle Değiştiren (1999), Aşk Küçücük, Kırılgan (2002), Kokarca Aramak (2005) adlı yapıtlarının ardından Şubat 2008’de Babalar ve Oğullar: Umut’un Defteri (YKY) çıktı şiirseverlerin karşısına. Nazmi Ağıl’la son kitabı ve şiir üzerine konuştuk. Ë Birsen FERAHLI elim İleri’nin Behçet Necatigil ile yaptığı bir söyleşiyi anımsadım birden. Selim İleri şairin çocukluğuna dair bir soru soruyor; Necatigil, “Şiirlerim anlatmıyor da, ben anlatacaksam kendimi sana; kalsın bu konuşma” diyerek yanıtlıyor soruyu. Şiirle ilişkinizin nasıl başladığından söz edelim o zaman. Ortaokul yıllarında bir yarışmada ödül olarak bir Halk Şiiri seçkisi verdiler. Büyük bir zevkle ve defalarca okudum. Bu şekilde başlayan şiir sevgim okul kütüphanesindeki kitaplarla devam etti. Lise yıllarında Attila İlhan şiiriyle tanıştım, bambaşka bir şeydi. Fakat asıl şiir serüvenim Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Bölümü’ne gidişimle başladı diyebilirim. İngiliz ve Amerikan şiirinden örnekleri severek okuyorduk da kendi şiirimizi hâlâ pek bilmiyorduk. Amerikalı bir hoca bir gün en sevdiğimiz Türk şairini yazmamızı istemişti. Hemen herkesin cevabı “Orhan Veli” olunca “Tabii”,dedi hoca “başka şair tanımıyorsunuz ki!” Çok utandım, sevgiyle andığım Cem Taylan hocanın “Modernizm” dersinde yabancıların yanı sıra Yahya Kemal’i, Tanpınar’ı da derinlemesine okuduk ve kendi edebiyatımıza eğilme gereğini öğrendik. Ustalardan söz etmişken, “Eserlerini hayranlıkla okuduğum / birçok ustanın aksine, / sıra dışı bir yaşamım / yok benim.” diyorsunuz dizelerinizde, şiir ile CUMHURİYET KİTAP SAYI 991 ‘Dünyalı, ayağı yere basan bir şiirden yanayım’ yaşantı arasında nasıl bir dinamik var sizce? Birçok iyi şairin sıra dışı bir yaşam sürdüğü doğru. Ama iyi şiir için ille de ilginç yaşantılardan geçmek gerekmez. Necatigil başta, memur şairleri hatırlayalım, onlar ne sıradan yaşantılardan ne muhteşem şiirler çıkarmışlar. Kimi kitaplardan beslenmeyi seçer, kimi dış dünyanın sıkıcılığı yüzünden kendi içine döner. YAŞAMI BİR DAHA İZLEMEK Ya siz, içinizdeki şiire nasıl ulaşırsınız? Şiir ille de öyle olmak zorunda değil ama benim tercihim dünyalı, ayağı yere basan, alçak sesli, alçak gönüllü, günlük yaşamın şiirini okumaktan ve yazabilmekten yana. Yani sanırım ben daha çok dışımdaki şiire ulaşmaya çalışıyorum, ya da aradaki, kendimle ve bireylerle dış dünya arasındaki, ilişkideki şiire. Şiirlerinizde bir öykü de var, bu birliktelik için ne diyorsunuz? İlk bakışta öykü romana yakın gibi durur, oysa benzerlik yanıltıcıdır, romandan çok şiire yakındır. Bu yüzden bazen iç içe geçmelerini yadırgamamak gerek; kaldı ki, türler arasındaki sınırların ortadan kalktığının konuşulduğu bir dönemdeyiz. Şiirlerimle ilgili gözleminiz doğru, ama isterseniz bir şeyleri anlatma derdinde olmak diyelim adına. Bana göre şiirin önemli bir işlevi hızla akan günlük yaşamı ağır çekimde bir daha izlemek, durup soluklanarak biraz düşünmek, “Ne anlama geliyor yaşadığımız şu ya da şu olaylar, nereye gidiyoruz?” diye sormak. Anlatmak istediğim şey önceden belliyse tesadüflere yer yok mu şiirimde, dilin güzelliğini öne çıkarma çabam yok mu? Elbette var. Ama belli bir dengenin gözetilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zamanmekân ayrılığı tanımıyor şiiriniz. Gündeliği, Anglosakson edebiyatının kullandığı metaforları ve mitolojik simgeleri aynı eksene dizebilen bir yapısı var. Bu ilginç geldi bana. Değişim kaçınılmaz olarak sürerken insan olmanın yüzyıllardır değişmeyen özünü muNazmi Ağıl, günlük yaşamın şiirini okumaktan ve yazmakhafaza etmeye çalışır şiir. Sözü tan yana. nü ettiğiniz eksen işte bu ekla çıkarıp, / nereye gideceğini görmek / sendir: insan oğlunun/ kızının omurgası. daha zevkli.” Evrensel dönüşün merkezkaç gücüne dayanamaz, savrulur gider yoksa kim ol “İşine Gelince Estetik Hâzza Razı duğumuz. Bu kimlik her ulustan, her Olmaya Umut’un Pek de İnce Olmayan coğrafyadan katkılarla oluştuğuna göre İtirazı” isimli şiirinizin başında ‘Rap Ritzaman, mekân tanımadan, bağlantıları minde okunması’ yolunda bir uyarı var. görüp üstünden geçerek belirgin kılmak Şiirinizde nasıl bir müziğin peşindesiniz? gerek insanın hatlarını. Herkes kendi bi Biz Türkçe’yi bilenler anlama odaklarikimine göre katkısını yapacak. nıyor, günlük dili yaşarken onun mü Şiirinizdeki biçim ve içerik ilişkisini ziğini duyamaz oluyoruz. Amerika’da nasıl yorumlarsınız? bulunduğum sürede en az on dili aynı zamanda duyabileceğim bir kafede otur Dediğim gibi, epeydir şiiri kitap boma imkânını buldum sık sık, arkadaşlar yutunda düşünür oldum. Böyle olunca, kitabın konusu, yani içerik, önce belirleniyor. İçerik aynı ise, mesela Gökçeada gibi küçük bir yerde geçen kısa bir süreyi ya da dört duvar arasında bir çiftin ya da babayla oğlun arasında geçenleri tekrara düşmeden, okuru sıkmadan nasıl okunur hale getirirsiniz? Biçimi değiştirerek... Sadece Aşk Küçücük, Kırılgan’da aşk şiirleri yazmaya karar verdikten sonra (aşkın felsefesini) tartışmaya en uygun biçim sone olduğu için ilk bölümde yer alan otuz şiirde bu biçimi benimsedim. İkinci bölümdeki şiirlerden biri “Ben o şiirden kaçanım” sözleriyle başlıyor ve sonelere açıklama gibi duran bu bölümde yine değişik biçimlerde yazılmış şiirler yer alıyor. Çünkü ben tekdüzelikten sıkılıyorum, haliyle okurun da sıkılacağını düşünüyorum. Kitaplarımdaki farklı biçim denemeleri bu yüzden. Her biçim kendi şiirini doğurmaz mı? Bu durum başlarken belirlenen hedeften bir sapmaya neden olmaz mı? Sonuçta, her şeyi planlayamazsınız, hem başlarken belirlediğim konu çok genel bir şey. Hangi biçimin nasıl bir şiir doğuracağını ben de merak ederek yazıyorum zaten, işin heyecanı da burada değil mi? “Umut’a Şiir Geyiği”nde yazdığım gibi, “Nereye gideceğini bilmek/ değil de, yoedindim. Tanıştıklarım dilimizin kulağa hoş gelen bir müziği olduğundan söz ettiler. Benim şiirlerimde duyulmasını istediğim müzik de konuşma ritminin bu müziği. Şiirlerimi yazdıktan sonra yüksek sesle okurum defalarca. Dizelerin uzunluğunu şiirde konuşan kişinin ruh haline göre nefes alıp verişine ayarlamışımdır zaten, bir kez daha gözdenkulaktan geçiririm. İniş çıkışlarıyla okuru sürekli uyanık tutsun, tutkulu, enerji dolu, çok sesli bir müzik olsun isterim sözlerimde. O şiir rap ritminde okunmalı çünkü gençlerin coşkusu gizli bu türde, kabına sığamayan bir isyan gizli, hem gerçek hayatta da Umut çok hızlı konuşan bir çocuk, söyleyecek o kadar çok şeyi var ki. Belki bu da bir örnek olur biçim içerik ilişkisi hakkında konuştuklarımıza. ÇEVİRMENLİK İŞİ... Bir dili başka bir dile dönüştürmek, yani çevirmenlikten söz ediyorum. Canterbury Hikâyeleri var elimizde, taa 1300’lerden gelen bir metinle baş etmek nasıl bir şey? Çevirmenlik işi, sözcüklerden oluşan bir kaleyi fethetmek gibi görünüyor karşıdan, ne dersiniz? Söyledikleriniz çeviri üstüne en güzel kitaplardan birini, Babil’den Sonra’yı yazan George Steiner’inkilerle uyumlu. O daha da mikro düzeyde, çevirinin gidip saldırarak her kelimenin içinde saklı duran ganimeti ele geçirmek olduğunu söyler. Ben o kadar sert bir yorum yapmayacağım, belki oradan bir şeyler alıyorsunuz ama içindeki azalmıyor, çoğalıyor aksine. Çevirinin bu yönünü seviyorum. Sıradan bir okur metni bir tek dilin imkânlarıyla algılarken ben onu iki dilin imkânlarıyla zenginleşmiş bir metin olarak okuyorum. Bunca çileli ve bu kadar az para kazandıran çeviri işinin belki de budur tek ödülü. (Yakın zamanda kaybettiğimiz, son anlarına kadar harıl harıl çeviri yapan, çalışkanlığını hep örnek alacağım, sevgili Mehmet H. Doğan’ı nasıl anmam?) Canterbury Hikâyeleri’ni sorduğunuza sevindim, çünkü az önce söylediğim bazı şeyleri örneklemeye yarayacak. Chaucer usta yüzyıllar öncesinde bambaşka bir coğrafyada yazmış hikayeleri, insanı yazmış, bütün zamanların insanını. Dryden “Tanrı’nın bütün kulları var burada” demiş kitap için, açgözlüsü, cimrisi, şehvetlisi, dindarı, imansızı, ayyaşı, akıllısı, aptalı, soylusu, soysuzu... Onun günümüze taşıyıp, kendi dilimizde de okunmasını sağlamam az önce andığım insan resmini bütünlüğü içinde sunmakla ilgili. Her gece tavizsiz ve büyük bir disiplinle en az üç saat çalışıp tam üç yılda tamamladım. Bu kadar çalışmaya bir üniversite daha bitirirdim değil mi? Ama kazancımın da büyük olduğunu düşünüyorum. İnsansa insan, öyküyse öykü, şiirse şiir ve zamana meydan okuyup okunmak hâlâ bambaşka bir kültürde, hepsini başarıyor Chaucer, çünkü okurun elini hiç bırakmıyor. ? Babalar ve Oğullar: Umutun Defteri/ Nazmi Ağıl/ YKY/ 86 s. SAYFA 11 S
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle