03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Tarihseli Roman Yapmak Bundan Roman Çıkarmak... uzamsal sıçrayışlar romana uçuruculuk kazandırmakla kalmıyor yalnızca, yanı sıra Kulin’in, Balkış’ın sahip olamadığı olanaklarla da kuşatıyor yazarını. Ancak sorun, yine de ortada duruyor bana kalırsa. Ne ölçüde içselleştirilmişlik yansıtıyor andığım bu üç roman? Yüksek bir soyutlayım, sanatın buna dayalı olarak gereksineceği dönüştürüm içerebiliyor mu gerçekten? Yani söz konusu romanlar, kendi başlarına var olabiliyorlar mı, anlatılanların dışında da roman gerçekliği olarak karşımızda dimdik durabiliyor mu? Okur olarak bizim dünyamızda, kendi başına yolculuğa çıkabiliyor mu ya da? Yüreğimizin katmanları arasında sızıp kalıcılık kazanabiliyor mu bir ölçüde de olsa? Çünkü biliyoruz ki roman, anlatılanlardan çok anlatılmadan kalan, ama varlığı, gerçekliği bizde sürüp giden bir yazınsal tür. Sonuçta alımlanan romanlar arasına mı giriyor bütün bu andıklarım, yoksa okunur okunmaz bir tarafa atılıp tüketiliyor da roman mezarlığının sessiz ölüleri arasına mı karışıyor? H azır yazdayız, biraz da “yaz romanları” üzerinde durmak istiyorum. Bir “hafifseme” mi bu, bunaltıcı havada, kolayca okunacak, enikonu hafif romanlar için söylenebilecek söz öbeği ya da? Hayır. İçeriği açısından yaz mevsimiyle ilişkilendirilecek romanlar mı peki? O da değil! Peki yazlarda okuduğum romanlar mı? Hiçbiri! İki yıldır TRT İstanbul Radyosunda kitaplar üzerine konuşuyorum. İlk yıl yapımcı yönetmen Zehra Karabel’le birlikteydik. Bu yıl ise yapımcı Hilâl Ertan’ın yönetiminde TRT FM’de “Radyo İstanbul’dan” başlıklı bir programın “Kitaplık” köşesini sunuyorum. Her perşembe saat 19.30’da roman, öykü, şiir, deneme, oyun bir kitabı tanıtıyor, arada yazarlarıyla, şairleriyle konuşuyorum. Ayırdına vardım, kitapları tanıtırken farklı düzlemde yapılandırıyorum konuşmamı. Radyosunu o anda rastlantıyla açıvereceğini kestirdiğim sıradan dinleyiciyi hedefliyorum kitap üzerine konuşurken. Hoş “Kitaplar Adası”ndaki yazılarımı da, bir ölçüde Cumhuriyet’in okurlarını, ama yine de gazete okurlarını dikkate alarak kaleme alıyorum zaten. Bundan ötürü edebiyatla içeriden ilgilenenlere “Kitaplar Adası” yazıları bir ölçüde yumuşatılmış düşünüler olarak gelebilir, bunun gibi radyo konuşmalarım da birer kitap sevdirme söyleşisi olarak alınabilir. Yanılmış da olmazlar doğrusu. İstiyorum ki Cumhuriyet’in edebiyata yatkın okur kesimi “Kitaplar Adası”na yakınlık duyabilsin, genel radyo dinleyicisi de sevebilsin kitabı. Zor iş elbette bu. O zaman ne oluyor? Sözgelimi aynı kitap için kaleme aldığım yazı, mikrofondaki konuşma farklı açılımlarla, ayrı kanallarda ilerliyor. Oysa dergilerdeki, özellikle de geçmişte Adam Sanat’ta sürdürdüğüm “Yazıyla Yazınca” köşesindeki yazılarımda, edebiyat okurunu kendime “hedef kitle” aldığımı söyleyebilirim. Şu birkaç hafta, radyoda tanıtımını yaptığım, ancak iki satırcık olsun üzerine yazmadığım kitapları konu alacağım kendime. Ancak düz anlatımla aktarmak yerine birbirinin sarmalında yaklaşacağım bu yapıtlara. İşte “yaz romanları” deyişim, bu kitapları bir genel başlık altında topluca değerlendirmeye yönelmek isteğinden kaynaklanıyor. TARİHSEL OLANIN DAYANILMAZ KIŞKIRTISI Tarihimiz, dünden bugüne yazarlarımızın, şairlerimizin ilgisini çekti hep. Hemen bütün dönemleriyle ilgilenildi geçmişteki yaşantımızın. Ortaasya’dan ortaçağa, Selçuklu’nun çalSAYFA 20 kantılarından Anadolu birliğine, Osmanlı’nın kuruluşundan yıkılışına, Ulusal Kurtuluş Savaşından cumhuriyete hemen bütün dönemler romanımızda yer buldu kendine. Hatta kimileyin öykücülerimiz, oyun yazarlarımız da katıldı söz konusu dönemleri işlemeye. Ancak yine de özellikle iki farklı dönem, çok daha yoğun biçimde ele alındı romanımızda. Bunlardan ilki Osmanlı’nın son dağılma dönemiydi, öteki ise Ulusal Kurtuluş savaşıyla başlayan toparlanma dönemi. Üstelik her iki dönem de çok parlak birer romanla taçlandırıldı yazınımızda. Halit Ziya’nın Aşkı Memnu’su ile Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanları. Bu iki roman, yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir farkla toplumsal yaşamımızdan önemli iki kesit getirirken önümüze, özgülendikleri dilim bağlamında son yüzyılın en çarpıcı romanları olarak da belirginlik kazandı bir bakıma. “Kitaplık”ta tanıttığım iki roman Osmanlı’nın son dönemine, çözülüş, yıkılış dönemine özgülenişiyle dikkati çekiyor denebilir. Ayşe Kulin’in Veda /Esir Şehirde Bir Konak (Everest, 2007) ile Ufkun Balkış’ın İncecikten Bir Kar Yağar (Ariye, 2008) adlı romanlarının andığım tarih dilimine özgülendiği görülüyor. Ayşe Kulin, Veda’da, büyük dedesi Ahmet Reşat Yediç’i odağa alıp baş kahraman yaptığı bir roman evreni kuruyor. İstanbul’un işgal edildiği günlerde Osmanlı’nın son maliye bakanlığını üstlenen Ahmet Reşat aracılığıyla çok katmanlı bir roman yapılandırmak için çabalıyor. Ancak bu çerçevede, romanlaştırılmış bir yaşamöyküsüyle geliyor yine de önümüze. Bir yandan kendi ailesinin bireylerini, buna eklemlediği kişileri kurmacanın olanaklarıyla roman evrenine yerleştiriyor öte yandan yazgıları ülkelerinin yazgılarıyla birleşen bir avuç insanın var olma sorunsalı boyutunda açmazlarını, savaşımlarını yansıtıyor. Bu arada İstanbul’u da derinlerde bir yerde kahraman olarak roman evreninde gezindiriyor yazar. Öte yandan bu çöküşle birlikte Ankara’nın başı çektiği Ulusal Kurtuluş Savaşı gerçeği karşısında bocalayan, dramatik yarılmalarla şaşıran insan cehennemine de eğiliyor yapıtında. Ufkun Balkış ise, İncecikten Bir Kar Yağar adlı romanını Sarıkamış dramına özgülüyor. Yine bir avuç insan var kitapta, yaşayanlarla kurmaca kişilerin kol kola götürüldüğü: Enver’le, çevresindekiler, bunların karşı açısı olarak yerleştirilen halktan askerler, öteki kişiler… Tarihsel verilere hatta belgelere dayanan, bunlar tarafından koşullanan, ana izleği bunlarca belirlenen yapıtlar, tüm belgesel romanların ya da belgesel sinema verimlerinin karşı karşıya kaldığı sorunlarla boğuşuyor ister istemez. Çünkü verimleyici, belgeye dayanırken bunu içselleştirip yoğurma yaklaşımıyla buna dıştan yaklaşımın kolaycılığı arasında bocalıyor da ondan. İlki zor, uzun yıllar gerektiriyor. İkincisi daha kolay, zamana gereksinim duyulmadan da yazılabilir böylesi bir kitap. Nitekim Kulin’in de Balkış’ın da romanlarında önümüzü sürekli kesen ana sorunsal bu; anlatılan, hep anlatılan bir romanla karşı karşıyayız çünkü. Gerçekten de yazarlar, mektuplarına yer verdiği halde, kahramanlarını yaşatamıyor da roman evreninde, gezindiriyor sanki. Kulin, yazarlık deneyimiyle bunu aşmaya çabalasa da sanatsal gerçeklik odağına bağlılığın zorlayıcılığı soluk aldırmıyor bir türlü. Romanlar karşısında, bunların uslu birer dinleyicisiokuyucusu olarak kaldığımızı görüyoruz hep. Andığım romanlar tarihsel olanın kışkırtısıyla evrenini kurarken aşkları da bunun kıskacına bağlıyor çaresiz. Demek ki aşklar da bu kıskacın sınırladığı biçimde yaşanabiliyor ancak. Bir de var ki aşklar, tarihsel olanın zemininde soyutlanıp dönüştürülüyor, roman sanatına farklı damarlar yerleştirebilmenin önünü açmak için. KURMACAOLGUSAL GERÇEKLİK SARMALINDA AŞK Nevra Bucak, Neslişah /Laledeki Gözyaşı (Aya, 2007) adlı yapıtında roman evrenine yerleştirdiği aşk olgusunda, tarihsel zamanı seçerken tarihselin kıskacından, belgenin sınırlayıcılığından da kurtarıyor kendisini kuşkusuz. Böyle olunca Nevra Bucak, Kulin ile Balkış’ın gerçek kahramanlar, zamanlar, uzamlarla kurduğu roman evrenlerinde içselleştirilemeden kalan, böylelikle tıkızlaşan yanlardan sıyrılarak daha ferah bir yol çizebiliyor kendine.Kurmaca roman evreninde alabildiğine özgür tuttuğu kahramanları için, gönlünce içselleştirme fırsatı yakalayarak uçları açık, sınırları kahramanların kendileri tarafından belirlenen aşk serüvenleri biçebiliyor bu kişilere. Bucak, zamanla oynama olanağını da ekliyor yaratısına. Oyun terazisinde günümüz platosundaki film çekiminden üç yüzyıl önceye 1700’lere, Lale Devrine dek odağını kaydırabiliyor. Neslişah’ın kahramanı için aşk düellodur; “bu düelloda kimse ölmezdi, öte yandan kimse yaralanmadan çıkamazdı.” (34) Bucak’ın çok iyi yapılandırdığı, hoş, uçurucu kurgusuyla dilsel örüntülerini yerli yerine oturttuğu bir roman bu. İç içe yaşanan bu zamanlar, olay örgüleri, farklı kahramanlarla sürdürülen zamansal, OKUNULAN ROMAN ALIMLANAN ROMAN… İncecikten Bir Kar Yağar, Ufkun Balkış’ın yalnız ilk romanı değil, ilk kitabı da. Yazınsal deneyimin henüz başlarında genç yazar olarak Balkış’ın, Sarıkamış dramı gibisinden konuyu, sorunsalı, izleği ileriki yıllarında verimlemesi beklenebilirdi. Ama çiçeği burnunda bir yazar olarak buna uzanmasını saygıyla karşılamak gerektiği kanısındayım kendi payıma. Öyle ya akranları bu ülkede, bu toplumda yaşamıyorcasına yazarken baksanıza, Balkış neyi dert ediniyor kendine? Ancak Balkış, senaryo havasındaki anlatımcı çizgiyi pek aşamadığı bir roman verimliyor denebilir. Nitekim düz, kısa tümceli, olgusal aktarımlı anlatıma yaslandırıyor romanını. İlk kitapların getirdiği kimi aksamalar görülmüyor değil bundan ötürü. Dilde henüz seçiciliğe varamadığı, savaş romanı bağlamında iyi bir yol olarak koşut kurguya dayandırsa da anlatımını, yığmalı, melodramatik yaklaşımlı gazete dizi yazısının ötesine geçmekte zorlandığı düşünülebilir yazarın. Balkış, keşke insanın doğakar savaşımını da örgüleyebilseydi romanına bir eş kurguyla. O zaman, hiç değilse kendi yaşantı deneyimlerini de işin içine katardı herhalde. Ayşe Kulin ise Veda’daki kahramanları, kendi olgusal gerçeklikleri içinde almayı önceleyince, ister istemez kurmacanın uçuruculuğunu elinden kaçırıyor, daha doğrusu bunun elinden çıkmasına göz yumuyor. O zaman roman kişilerini, kendi dünyalarının, duygularının eşliğinde tanıyamıyoruz bir türlü. İçimizde derin uçurumlar da açılmıyor tepeden tırnağa… Kulin, Ahmet Reşat’ın çevresine tamı tamına kurmaca kahramanlar ekleyerek aynı belgeseli çok daha farklı bir zemine oturtabilirdi gibi geldi bana. Çünkü o zaman, en azından anlattıklarını içselleştirmiş, soyutlayımına boyut getirmiş, bunları şaşırtıcı dönüştürümlerle süslemiş olarak çıkardı herhalde karşımıza. Oysa bu haliyle gazete anlatısı olarak da alınabilir sanıyorum Veda. Nevra Bucak, Kule (Cumhuriyet, 1999) adlı romanında soyutlayımıyla dikkati çekmişti. Neslişah’ta bu ölçüde değilse bile roman evrenine yerleştirdiği geçirgenlikle, uçucu düzlemle göz dolduruyor. Ancak tarihsel zaman, buna eklemlenen aşk, geçiş planları romanı bir ölçüde bildik, alışıldık kılıyor. Böyle olunca, hiçbir heyecan duygusu yaşamadan, içimiz titremeden neredeyse tefrika roman okurcasına soluk soluğa bitiriyoruz kitabı. Ama bu kadar, ötesi yok! Bütün bunlar, o zaman şunu düşündürüyor bana: yazarlar, yazdıklarının ucuzlamasını, orta malı haline gelmesini istemeyeceklerine göre böyle bir gidişe neden göz yumuyorlar acaba? Sakın tarihten roman çıkarmanın dayanılmaz çekimine kendilerini kaptırıyor olmasınlar? ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 962
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle