27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Halit Deringör’den ‘Kolay mı Fenerbahçeli Olmak?..’ Deringör’ün anılarını okuduktan sonra, Fenerbahçe olmadan Halit’lerin, Halit’ler olmadan da Fenerbahçe’nin olmayacağını anladım, bir kez daha... Çünkü, futbolumuzun unutulmaz solaçığı Deringör’ün yüreği sarı kanarya için çarpsa da, gözü gibi esirgese de yuvasını, haklı haksız sınırına geldiğinde, hep haklıdan, “spor”dan yana olmuştur. Futbolumuzun yaşayan son “efsane”lerinden biri o. Ë Yılmaz ÖZTÜRK ması anlamına gelirdi. Mutlak otorite sağlardı sahibine. En azından top sahibinin takımdaki yeri garanti idi. Hatta ‘tek seçici’ gibi davranma hakkını da elde ederdi. Takımı o kurar, oyuncuları o seçer, oyun kurallarını o belirlerdi. Bu nedenle kaprisine boyun eğilir, küstürülmezdi. Çünkü topunu alıp giderse maç biterdi. Zaten çocukluğumuzda oynadığımız oyunlar, günümüz çocuklarının anlamakta zorluk çekeceği türden, basit oyunlardı. Sanırım taş devri oyunları gibi gelir onlara, bizim o dededen kalma sıradan oyunlarımız. Yapacak çok şeyi olmayan biz çocuklar öylesine önemserdik ki futbolu, zaman kavramını altüst eden unutulmaz “çocukça maç”larımızın tartışmaları günlerce sürerdi, aramızda. O tarihlerde de “başat oyun” futboldu, erkek çocuklar için. Ama bugünkü gibi iç içe değildi futbolla insanlar. Çoğunluk yabancı idi futbola ve futbol dünyasına. Sanal bir âlemdi sanki. Bir ‘efsane’nin anıları Onları izlemek de öyle her babayiğitin haddi değildi. Parasız pulsuz, yoksuldu insanlarımız. Hele hele dar gelirli ailelerin, çocuklarına bütçelerinden “maç parası” ayırmaları düşünülmezdi bile. Düşünülmezdi de çocukların da böyle bir isteği olmazdı zaten. Bu nedenle, maç seyretmek için ya aradan sızmaya çalışırdık stada ya da sahanın bir bölümünü, en azından bir kaleyi gören yüksekçe bir yerden seyrederdik maçları. O da her maçı değil, büyük maçları. Bugün olduğu gibi, millet, çoluk çocuk, futbolla yatıp kalkmıyordu. O zamanlar, haylaz olacağı varsayımı ile sopayla kovalanırdı top oynayan çocuklar. Şimdi ise, futbolcu olmaları için özendiriliyor, destekleniyorlar ailelerince. Beni altmış küsur yıl gerilere götüren, kalesini efsane kaleci Cihat’ın koruduğu sarı kanaryaların fırtına solaçığı Halit Deringör’ün anıları oldu: “Kolay mı Fenerbahçeli Olmak”... Bir yazısında ya da bir konuşmasında, değerlerimizi sakız gibi çiğneyenlere, sonradan görme kimi kendini Fenerli sayanlara şöyle sesleniyordu anlayana sivrisinek saz türünde bir anımsatma: “En büyük kazancım Fenerbahçeli olmaktır.” Deringör de bir efsane bugün... 90’a merdiven uzatmış bir delikanlı... Beyefendi bir insan... Centilmen bir futbolcu... Özü sözü bir yazar... Dürüst bir bürokrat... Paranın tutsağı olmayan bir özgür... Fenerbahçe’de top oynamaya başladığında, henüz ortaokul öğrencisi idi. Milli takıma seçildiğinde ise, lisede okuyordu, mezun olmamıştı daha. Çocuk yaşta ünlenmesine karşın beş kez milli olma sı şaşırtmamalı kimseyi. Onun günahı değil bu. Top koşturduğu yıllarda sık sık milli maç oynanmayışı az milli forma giyişinin tek nedeni sanıyorum. Doğma büyüme Kadıköylü Deringör. Sıradan, kıtlık yıllarının dar gelirli bir halk çocuğu. Haksızlığa isyanı sokakta öğrenenlerden. Ekmeğini “top”tan değil, taştan çıkaranlardan. FENER’E GÖNÜL VERMEK... Sokakta top peşinde koşuşturmaya başladığımızdan çok önceleri idi. Şimdiki gibi, şekerlemelerden ünlülerin resimleri çıkardı. Bir gün “yüspara”ya satın aldığım bir karameladan çıkan, siyah gemici kazaklı, başında kepi olan genç adam resmi, öbürlerinden daha çok ilgimi çekmişti. Vesikalık, siyahbeyaz bir fotoğraftı o. “Uçan kaleci Cihat”ın resmi. Öyle yazıyordu üstünde. Milli takımın ve Fenerbahçe’nin değişmez efsanevi kalecisi ve kaptanı imiş. O futbolcu resimlerini toplamaya başladığımda, daha ne futboldan haberdardım, ne de futbolda kimin kim olduğunu bilecek bir yaşta idim. Kale direkleri destekli, ağları kopuk da olsa, resmi bir futbol sahasında, stadyumda, Fenerbahçe’nin maçını, çıplak gözle canlı seyretmem ise çok sonraki yıllarda oldu. Henüz maçını izlemeden, herhangi bir futbolcusunu tanımadan, “tahta tribün”lü stadını görmeden Fenerbahçeli olmuştum. “Efsanevi kaleci Cihat”ın büyüsü yetmişti sarılacivert renklere bağlanmama. Çünkü, o küçücük fotoğraftaki futbolcu “Cihat” çelmişti çocuk gönlümü. Oysa Fener’in ondan başka hiçbir oyuncusunu tanımıyordum daha. Zaten say deseler, baştan sona saymayı beceremezdim takımı. Çok değil, Fener’e gönül vermemden birkaç yıl sonra, bir solukta ezbere saydığımız, yüreğimizdeki sarı kanarya sevgisini pekiştiren, o yılların dillerden düşmeyen o ünlü Fener kadrosu, “Cihat, Murat, Ahmet, Selahattin, Samim, Halil, Fikret, Erol, Suphi, Lefter, Halit”, artık koşturur oldu bizi stadlara. Çocukluğumuzda Türkiye’de futbol üç büyüklerin tekelinde idi. Futbol; Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş idi bizim için. Yabancı ülkelerin takımlarına henüz açık değildi futbolumuz. Kırk yılda bir gelirdi Avrupa takımları. Z aman dilimlerini karıştırıyor olabilirim. Okula gitmiyordum galiba. Ya da yeni başlamıştım. Aşağı yukarı o yaşlardaydım. Gözümüzü açar açmaz sokağa fırladığımız, “ekmek evden su çeşmeden”, özgür günlerimiz. Sokak aralarında, arnavutkaldırımlarında, toz toprak içinde, kumsalda, çıplak ayak, top koşturduğumuz, “çift kale maç” yaptığımız yıllar. Kırklı yıllar. “Top” diyorsam, öyle “18 parça meşin top” sanılmasın. Hayali bile yasaktı bize öylesinin. Bizim kuşak, ancak yıllar sonra, o da iş işten geçtikten sonra ayak vurabildi meşin yuvarlağa. Yalnız biz çocuklar için mi, büyükler için de “lüks”tü top o zamanlar. İnanılmaz gibi ama, resmi lig maçlarının tek topla oynandığı günleri anımsarım. Yedek topsuz oynanırdı maçlar. Hiç unutmam, İnönü Stadı’nda oynanan bir maçta, kapalı tribünü aşarak caddeye kaçan topun getirilmesi beklenmişti. Yağmurlu çamurlu havalarda ağırlaştıkça ağırlaşırdı toplar. Ne kafa vurulabilirdi, ne de doğru dürüst sürülürdü. Saplanır kalırdı çamurlaşan zemine. Topa kafa vuran futbolcunun kaşına birkaç dikiş atılırdı, çoğu kez. Mahallede, bırakın gerçek bir futbol topuna dokunmayı, çıplak gözle gören de çok azdı aramızda. Gençlere şaka, hatta abartılı gelebilir bu sözler. Ama top, dediğim gibi lükstü. Düşlerimizde bile yeri yoktu top gibi topun. Topu olan çok azdı. Oynadığımız “top”, çoğunlukla ya aramızda biriktirdiğimiz birkaç kuruşla zar zor satın aldığımız, daha ilk vuruşta patlayan ucuz lastik top ya da ıskartaya çıkan, elden düşme tenis topu olurdu. Mahalle çocuklarının ortak malı. Herhangi birinin kendi malı topu olması önemli idi. Bu mahallede iktidar sahibi ol Üstte: Başbakan Rüştü Saracoğlu, 1943 yılı şampiyonu Milli Karmayı tebrik ediyor. Soldan, Cihat Arman, Melih Kotanca, Halil Özyazıcı, Halit Deringör, Murat Alyüz, Rebii Erkal, Lebip Elmas. Ortada: Halit Deringör, İlhan Selçuk ve eşi ile. Altta: Fenerbahçe’de yıllarca ileri üçlüde oynayan Halit Deringör, Fikret Tırcan ve Müjdat Yetkiner. ÖDÜNSÜZ YAŞAMÖYKÜSÜ Deringör anılarını, “ödünsüz yaşamöyküsü”nü, “Kolay mı Fenerbahçeli Olmak” kitabına sığdırmış. Hiç yüz yüze gelmedim kendisiyle. Aynı ortamda bulunduğumuzu da anımsamıyorum. Basından da ahbaplığımız yok. Kısacası, futbolunun, yazılarının ötesinde bir bilgim yok ona ilişkin. Ama ben kim olduğunu biliyor, yakından tanıyorum onu. Hem futbolcu Deringör’ü, hem de yazar Deringör’ü. Ellili yıllardan beri. O ise, tanımaz bile beni. Çünkü, “futbolcuseyirci”, “yazarokur” ilişkisi dışında bir beraberliğimiz olmadı onunla. İlk duyduğum günden bu yana, yeri her geldiğinde örnek olarak anlattığım bir özelliği var ki, tek başına, yalnız bu kadarı yeter Deringör’e saygı duymaya. Herkesin bildiği, kulaktan kulağa yayılan, yeri geldikçe yazılıp söylenen bir öykü. Kulübü, genç futbolcusu Deringör’ü, yurt dışına, sanırım Londra’ya, olimpiyat oyunlarını izlemeye gönderir. Harçlığı kulüpten. Yurda döndüğünde, ilk yaptığı şey, harçlığından artan parayı, hiçbir zorunluluk yokken, götürüp geri vermesi olur. İlk bakışta, çok olağan bir davranış gibi görülebilir. Ancak ülkemizde benzeri az bir olay. Ancak kolay yaşanmayacak erdemli bir davranış, hiç kuşkusuz. Tam “Halit Deringör”ce bir tavır. Cumhuriyet’te, “Erdoğan (Arıpınar) zamanında başlayan, Abdülkadir’le (Yücelman) süregiden uzun soluklu bir yazarlık serüveni de var, ödüllü. “Görüş”leri dikkat çekmiş, zamanla aranılır olmuştur. Onca yıldır okuyorum yazılarını. Onaylamadığım, görüşüne katılmadığım yazıları da oldu. Ancak hiç hatır gönül için yazı yazdığını, ilkelerinden ödün veren yazısını görmedim. Seveni de, sevmeyeni de bilir ki, yazdığı belgedir. Çünkü doğrudur, gerçekleri yansıtır yazıları. Toplumsal açıdan ele alır konuları. Yandaş gözlüğüyle yaklaşmaz olup bitene. Yüreği acıyarak da olsa, daha çok “Fenerbahçe”sini eleştirir yazılarında, hem de kıyasıya. İnsan sevdiğini yerden yere vurur misali. İşin garibi, en çok da kendi kulübünün üyelerinin sitemleri ile karşılaşır. Öfkelendirse de, önemsemez bu tür sataşmaları, ölçüsü kaçsa da. Bu gözle okuyorum toplumsal içerikli spor yazılarını. Ve bu gözle okudum anıları, “Kolay mı Fenerbahçeli Olmak”ı. Sporcu Halit Deringör’ün yanı sıra, bürokrat Halit Deringör’ü daha yakından tanıma olanağını buldum, satır aralarında gezinerek. Yalnız sarılacivert renklere gönül verenlere değil, sporda centilmenliği önemseyenlere, tarafsızlığı kulüpcülüğün önüne koyanlara, rakiplerinin hakkına saygı duyanlara, okumalarını tavsiye ederim, “Kolay mı Fenerbahçeli Olmak” kitabını. ? Ödünsüz Bir Yaşam Serüveni/ Halit Deringör/ Kolay mı Fenerbahçeli olmak/ Gürer Yayınları/ 2008/ 240 s. SAYFA 15 CUMHURİYET KİTAP SAYI 962
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle