27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kitaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Yine ilk öykü kitapları... angi yaşta verimlenirse verimlensin ilk kitaplar, hem bunu kaleme alanlar hem de yazınsal birikimimiz açısından farklı bir nitelik taşıyor olmalı. Çünkü her yapıt, arının oğul vermesine benzer biçimde yeni açılımlar getiriyor, ama bu oğul, hepimizi ilgilendiren yanlar da taşıyor aynı zamanda. İlk kez rastlanan bir türe yönelik yaklaşımda gözlenebileceği gibi, kendisinden önce verimlenmiş ilk yapıtlarla arasında kurulabilecek bağlar, ileride ortaya çıkması olası ilk yapıtlar üzerinde yol açabileceği etkimeler bu türün yani oğulun envanter kayıtlarının iyi tutulmasına bağlı büyük ölçüde. H Göz ardı edilen bir yan da bu oğulu verenlerin birbirine bakarak, birbiriyle yarışarak erginleşmesi, sonrasında bunların da kendi olgunlaşma sürecini tamamlayıp birer maya işlevi üstlenmesi… Diyeceğim, kişinin yazar olarak ortaya çıkışının da, bu ortaya çıkıştan itibaren verimleyicinin yazınsal ortamla yaşadığı karşılıklı etkileşim, ilişkilenim boyutunun da artık yalnızca yazarın sorunu olmadığı, yanı sıra bunun, tüm yazınımızı, sonuçta toplumumuzu ilgilendiren bir gerçekliğe dönüştüğü, kaçınılmaz biçimde hepimizi ilgilendirdiği, bundan kaçınmanın olanaksızlığı… Ne var ki bunun böyle algılanmadığı da ortada. Bir girişim, kişiye özel üretim biçimi olarak görüldüğü kesin bu tür eylemlerin. Oysa en azından ilk kitapların, yazınsal değerler üretiminde belirginleşen bir paradigma yönünde biçimlendiği, sonuçta toplumsal yapıyla örtüşerek bu yazınsal paradigmanın modelini oluşturduğu, örneklemine dönüştüğü görmezden gelinebilir mi? Bu çerçevede her ilk kitap, yalnız yazarın kendisi açısından değil yazınsal birikimimiz, ötesinde toplumsal duruşumuz açısından da büyük önem taşıyor kanımca. Gelip gidip ilk kitaplar üzerinde duruşum, bir açıdan bu algılayışımın izdüşümü bağlamında alınmalı! Öyle ya yazınsal alana eklenme savı taşıyan her erke, toplumsal harcımıza katılan her tutum, yazınsal erkenin gücü, toplumsal harcın taşıyıcıları kadar tüm toplumu, hepimizi ilgilendiriyor… Bu hafta farklı yazarlar tarafından kaleme alınmış üç ilk öykü kitabı üzerinde durmak istiyorum “Kitaplar Adası”nda. Daha önce şiir kitapları verimlemiş olan Kadir Aydemir’in (d.1977) ilk kez yayımlanan Aşksız Gölgeler (Yitik Ülke, 2007), Onat Bahadır’ın (d. 1975) aynı zamanda bir ilk kitap olarak yayımladığı Boşluğa Gülümsemek (Everest, 2008), bir bilimci olarak İrfan Tan’ın (d.1942) onca kitabının yanında, alana değgin verimleyip ilk kez okurla buluşturduğu Düş Toprakları (Papirüs, 2005) başlıklı öyküler demeti… “AŞKSIZ GÖLGELER”... Kadir Aydemir, aşk olgusuna, olgunun kendisi yerine tersinden, daha doğrusu gölgesinden yaklaşarak bakıyor öykülerinde. Bunu yaparken de şiirin imge gücünden yararlanıyor büyük ölçüde. SAYFA 20 Bütün sorun şiirden yazıya, bir açıdan “ödünç” ya da “geçici” giren imgelerin, ne ölçüde öykünün olabildiği, yerlileşip kalıcı hale geçebildiği bu verimlerde… Aydemir, “imge üreten şair kahraman” aracılığıyla bunun altından kalkıyor bana göre. Böyle olunca hem öykü dediğimiz tür, önümüze seriliyor kendiliğinden, hem de şair ruhlu, şair derbederliğindeki kahraman, imgeler arasında gezinerek bunları öykü kahramanının var ettiği örnekler halinde algılamamıza olanak sağlıyor… Yazar, öykü evreni içinde önümüze çıkardığı aşkla gölgesini ele alıp işlerken, perdeye düşen gölgeler aracılığıyla erosal oyunlar da kuruyor bu arada. Nitekim aşkın nesnesi olarak beden, “karanlığın ortasında parlayan iki şimşek gibi titrerken”, artık yakından tanıdığımız öykü kahramanının bakışından hareketle yazar şöyle fısıldıyor kulağımıza: “İki yabancıydılar karşılaşmadan önce, şimdi de iki yabancı olarak birbirlerinden uzaklaşacaklardı. Tek dizelik bir şiir gibiydi aşkları, terk edilmiş bir leylek yuvası kadar güzeldi.” (28) Buna göre aşk, kendi varlığını yalnızlıkta ortaya koyan bir olgudur ancak. Bu nedenle öykü kahramanı, hemen her öyküde bunun takipçisi bir öykü kişisi olarak belirip ince, bulutsu, nahif, uçucu bir gölgenin yer değiştirmesi bağlamında alır aşkı. Okur da bir gölge takipçisine dönüşür enikonu. Öykülerdeki uçuruculuğun bu temel yönsemeden kaynaklandığı öne sürülebilir pekâlâ. Söz konusu yaklaşımın doğrudan yüreği tetiklediği de eklenmeli buna ayrıca. Bu, usulcacık, yumuşacık öykülerle buluşmasını sağlıyor kuşkusuz okurun. Kadir Aydemir’in üç farklı başlık altında bölümlendirip kaleme aldığı öyküler, yukarıda değindiğim anadamar temelinde yapılanmakla birlikte izlek, konu yönünden ayrılıklar göstermiyor değil. Sözgelimi “Aşk ve Gölge” başlığı altındaki yedi kısa öykü bunun tam bir somutlanışı olmakla birlikte öteki iki bölümde (“Oyun”, “Umarsız ve Karmaşık”) yer alan öyküler, imgeler çevreninde gezinen farklı kahramanlarıyla farklı konularda değişik izlekler peşinde gezinse de bizi o temel yönsemeyle yüz yüze getiriyor sürekli. Kendi imgelerinin kandırıcılığında, oyunculuğunda, gölgesinde, karmaşasında yaşayan öykü kahramanları çünkü bunlar… Yansıttığı ışık gölge oyunla İrfan Tan rıyla dikkat çekici ilk öykü kitaplarından biri olduğu söylenebilir Aşksız Gölgeler’in. Özellikle oyunsu süreçlerin, yanılsamayla işbirliği içinde sergilenen kol kolalık, öyküyü zenginleştirici bir tutum elbette. Bu doğrultuda herhangi yenilik getirmese de, Kadir Aydemir’in salt bu kavrayışla bile günümüz öykü halkasına eklemleneceği umulabilir. “BOŞLUĞA GÜLÜMSEMEK”... Onat Bahadır, on iki öyküsünün yer aldığı bu ilk yapıtında yaşanılırlıklarıyla değil, kurulurluklarıyla dikkati çeken öykülerle çıkıyor karşımıza. Bu çerçevede öykü evreni, yazarın yapılandırışı doğrultusunda sürekli değişimler gösteriyor elbette. Buna bağlı olarak uzamların sürekli düzlem değiştirmesi, zamana dönük belirsiz geçirgenlikler, yazarın, öykü evrenlerini bu yöndeki temel kavrayışa göre yapılandırdığını ele veriyor hemence. Sözgelimi öykü evreninin, kahramanın, “kafasını yarıp, odanın içine doğru akacağından kork(tuğu)” “şeyler”le (13) kurulmuş olması, yazarın bizi ne tür öykü düzlemleriyle, nasıl karşılayacağının önemli bir ipucunu veriyor. Buna göre öykülerde nesne kaydırmalar karşımıza çıkacak demektir sıklıkla… Kuşkusuz bu, nesnel olan dış dünyanın etki gücündeki göreceliğin de altını çizeceğinden, öykülerin bir açıdan karamsar bakışla yoğrulup örtüşmesinin kaçınılmaz hale geleceği kestirilebilir. Burada önemli bir ayrım üzerinde durmadan geçmeyeyim. Kadir AyKadir Aydemir demir’deki gölge oyunu, yanılsama, nesnel dünyadan değil öykü kişisinin imgelemi içinde kendine yer buluyor. Oysa Onat Bahadır’da öykü evrenleri, nesnel dünyanın çarpıtıldığı bir gerçeklikle kuşatıyor bizi. Bahadır, bundan ötürü de karamsar denebilir. Aydemir, herhangi düzOnat Bahadır lem, zaman kaydırmadan nesnel gerçekliğin öznel köşelerini, uçlarını oyunlarla, yanılsamalar eşliğinde birbirine uluyor. Örneğin karabasan ya da korku burgacının beslediği bir karamsarlık çıkmıyor öykülerinden yazarın. Tersine öykü kişileri toplumsal katmanlarla, bu katmanlar arasına sıkışmış ayrıntılarla açılıyor önümüzde. Onat Bahadır’ın “Boşluğa Gülümsemek” başlıklı öyküsüyle Kadir Aydemir’in “Boşluğun İzi” başlıklı öyküsü bu çer çevede karşılaştırıldığında durum açık seçik görülebiliyor. Nitekim “Oyun” bölümündeki kimi örneklerin emekçi yaşamlarına dönük yeni bakışlar içerdiği de söylenebilir. Örneğin “Boşluğun İzi”, Tuncer Uçarol’un bin emekle derlediği “çocuk işçi öyküleri”nde yer alabilecek seçkin bir örnek bana göre. Onat Bahadır, Boşluğa Gülümsemek’teki öykülerinde “şey” öykücüsü olarak da görünüyor bir çalım. Nedir “şey”? Bir yazar, “şey” sözcüğünü yerliyersiz neden bunca çok kullanır? Gelişmiş, alımlama olanağı veren bir öykü dili olduğu söylenemez herhalde yazarın. Bahadır, öykülerinde olay örgüsünü, “şey”le harmanlayıp “kâbuskorku” evreni yaratmada kullanıyor denebilir. Ne ki bunu gerçekleştirirken yazınsal değil iletişimsel bir dil kullanıyor daha çok… Kurulurluklarıyla varlık gösteren bu öyküler kapalı uzamda, toplumsal ilişkilerden soyutlanmış, ucu açık olmayan kapalı evreniyle, zaman kaymalarıyla örülü örnekler. Kapalı odalar, kitaplar, karmaşık ancak belirsiz nesneler… Yaşanırlığını kanıtlayamayan, gerçekliğini ancak bu karamsar evrende koyan yapıntı kahramanlar… Öykü kurmayı çok iyi bildiği anlaşılan genç yazarın, bu bildiği evreni, bilmediği, üzerinde gereğince çalışmadığı bir dil evrenine oturttuğu görülüyor.Oysa okurun, yazardan “deprem olurken kendini kurtarmaklığını bırakıp çevresine bakmak” (25) türünde söyleyişler bekleme hakkı olduğu unutulmamalı. “DÜŞ TOPRAKLARI”... İrfan Tan, ilk satırlarında daha öykülerinin, şu sözlerle selamlıyor okurunu: “Herkes yenilik istiyor, yenilik yaptığını sanıyor. Yenilik de ne? Bir tutku bence, bir umut.” “Bunca kolay üstüne kurulan düzendir boşluğu yaratan.” (11, 13) Enikonu felsefeyle harmanlanmış bir kitap Düş Toprakları. İrfan Tan, bir bilimci, bilim felsefecisi. Bu çerçevede birer “iç metin” bağlamında da alınabilir yapıttaki anlatılar, öyküler. Çünkü yazdıklarında, onun bilimci, düşünceci kişiliğinin yansımaları görülebiliyor açıkça… Ötesinde bu metinlerde şiirle bir akrabalık da aranabilir hatta. Çünkü yazınsal dil kurmadaki yaklaşımı övgüye değer bilimci yazarın. Gerçekten de Tan, bilimin kendine özgü dili olması gerektiğini nasıl biliyorsa yazının da böylesi bir dil yapısına dayalı olarak ancak varlık gösterebileceğinin fazlasıyla bilincinde. Ayrıca yazarın, bize elli yıl önceki yeniyetmelik günlerinden bugünlere verimlerinden örnekler sunduğu anlaşılıyor. Özellikle buna eklediği çizgilerinin de dikkat çekici olduğunu belirteyim. Bu çerçevede 1950 kuşağı öykücülerinin, İkinci Yeni şairlerinin etki yatağı yakınında, üstelik ona koşut bir derinlikte verimlenmiş anlatılar olduğu öne sürülebilir bunların. “Varolamamak”, İrfan Tan’ın elli yıl önce başlayan öykü yazarlığı serüveninin, ardı eğer kararlılıkla sürdürülebilse nerelere varacağının izleriyle bezeli. Derin soyutlayımlarla, parıltılı dönüştürümlerle yola çıkmış bir yazarın başlangıç metinleri olarak alınmasında hiçbir sakınca yok bu nedenle kitaptaki öykülerin. Kendinden bir önceki kuşağın, 1950 kuşağının şiiriyle öyküsünden derin izler taşırken, tıpkı onlar gibi bıçak ucu tüy hafifliğinde denemeye göz kırptığı görülmüyor değil bu metinlerin… Kitabı okuyunca İrfan Tan’ın bilimci, düşünceci yanını sürekli geliştirirken yazıncı yanı üzerinde gereğince durmayışı, bu konuyu zamana bırakışı karşısında üzülmediğimi söyleyemem. Yine de gecikmeli bile olsa bir “merhaba” borcumuz var yazarına… Andığım bu üç kitap, birer ilk öykü kitabı olarak günümüzün yansımalarını içeriyor… Bir de otuz beş yıl önce verimlenmiş ilk öykü kitapları da var, bugün geriye dönüp de bunlara baktığımızda neler söyleyebiliriz acaba? Haftaya Nedim Gürsel’le, onun öykücülüğüyle sürdüreceğim bu konuyu “Kitaplar Adası”nda…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 981
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle