27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

...KISA KISA... Amida Eğer Sana Gelemezsem Ë Osman ŞAHİN “D iyarbakır, uçlarda yaşayan insanlarıyla zıtlıklarını açığa vuran, dahası, her şeyin mümkün olabileceği bir kent. Burada her şey kutsal, hiçbir şey kutsal değil. Bir yüzüyle acımasız, bir yüzüyle sevecen, ama her iki yüzüyle de heyecan veren bir kent. Barındırdığı olağanüstü sürprizlerle insana başka kapılar açmaya, insanı şaşırtmaya hazır koskocaman bir dünya..” (s. 254) Özcan Karabulut’un, “Amida, Eğer Sana Gelemezsem” romanının erkek kahramanı Arat, Uluslararası Çalışma Örgütü ‘ILO’ya bağlı bir uzmandır. Görevi gereği pek çok dış ülkeye, New York’a, Moskova’ya, Torino’ya, Malina’ya, Zagrep’e, Bükreş’e, Cenevre’ye, yurtiçinde ise Bursa’ya, Zonguldak’a, Giresun’a, Samsun’a, Trabzon’a gider gelir. Yılda birkaç kez ülkeden ülkeye, kentten kente uçar. Yolculuklarının coğrafyası ülkeden ülkeye genişler. “Her yolculuk başka bir yolculuğu çağırır.” Çağdaş bir göçebedir Arat. 15 yıllık eşi Songül ile arası iyi değildir. Zaten hiç iyi olmamıştır. Deniz suyu ile çakıl taşı örneği yıllardır iç içe görünmelerine karşın birbirlerinin olamamışlardır. Çocuk İşçiliğinin Sona Erdirilmesi Programı için Diyarbakır ile Gaziantep’e uçar Arat. Değişik insanlar, görevliler, toplantılar, komisyonlar... Türkçe, Kürtçe sunular, bildiriler. Komisyonlarda gönüllü çalışan romanın kadın kahramanı Amida, (Dilşa) ile tanışır Arat. İçi ve derinliği olan gizemli bir kadındır Amida. Diyarbakır’ın efsanevi kurucusu Amida’nın günümüze yansıyan ruhu ve büyüsüdür. Arat, Amida’dan etkilenir. Yazmayı düşündüğü roman için Amida’nın ilham perisi olacağına inanır. Önceki gezilerinde Arat’a pek çok kadın ilgi göstermiştir. Ne ki Arat, sayı çoğaltmayı, hovardalığı seven biri değildir. Aşka âşıktır. Tek kadında yoğunlaşmayı sever. Amida ile Arat, farklı kültürlerden, yörelerden gelmişlerdir. Amida, öğretmen okulunda 17 yaşında iken, kendisinden 23 yaş büyük amcaoğlu ile zoraki evlendirilmiştir. Bu evlilikten üç çocuğu olmuştur. Son üç yıldan beri yatağını kocasından ayırmıştır. ‘Kocasıyla savaşan’ biridir Amida. Güçlü, duyarlı, bir kişiliği ve sezgileri vardır. Her türlü gelişime değişime açıktır. Evlenmeden önce sevgilisi terörist Muhsin’i samanlıkta saklayarak ölümden kurtarmıştır onu. Sevgiye, aşka hasrettir. Sevdiği erkeğe verebileceği kocaman bir yüreği vardır. Ve bu sevgiyi Arat’ta bulur sonunda. Hüzünlü, tedirgin, korku dolu, gizemli bir istekle ilişkileri başlar. Terk edilmiş dar sokaklı evlerin bodrum katında, yer yatağında, beş yıldızlı Turistik Palas odalarında defalarca birlikte olurlar. Solukları, tenleri, ruhları birbirine karışır, bütünleşirler, bir varlık olurlar. Ünlü İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın “Bir kadınla birkaç saat beraber olabilirsin ama bu birkaç saat senin tüm hayatına yeni bir yön vermeye yeter. Ya da, tersi olur, bir kadınla ömür boyu berabersindir, ama geriye hiçbir iz kalmaz” sözünde olduğu gibi hayatlarına yön veren büyük bir aşk yaşarlar. Mardin ve Hasankeyf gezilerine katılırlar. Başlı başına bir tarih ve doğa harikasıdır Zeugma, Danyal Peygamber, Dicle Nehri Efsanesi, Sümer, Asur, Roma, Bizans, Sasani, Selçuklu, Eyubi, Arap, Osmanlı Uygarlıklarının iç içe geçtiği, “İnsanı, zamanın ve tarihin labirentlerine çeken bir dünya.” Gidip gelmelerden, gizli gizli sevişmelerden Amida tedirgindir. Aşklarının duyulacağı korkusu, Arat’ın işi bitince Ankara’ya döneceği, çocuklarını asla bırakmayacağı, kocasını boşayamayacağı.. Aşkından da vazgeçmek niyetinde değildir. Koca yılda Arat’la bir kez olsun buluşmaya razıdır. Evliliği süresince üç kez intihar etmeye kalkışmış, canının üstüne yürümüştür. İntihar etme alışkanlığı her an uyanıp geri gelebilir. Arat’ın kocasının adamlarınca dövüldüğünü anlayınca, romanın sonunda kendini asacaktır Amida. Özcan Karabulut DİYARBAKIR’IN ÇOCUKLARI Amida ile Arat’ın aşklarına koşut olarak Çocuk işçiliğinin sorunları konusu romancılığımızda sanırım ilk kez işleniyor. Çağ Hüzüncül Ë Kemal ÇUBUK iir, çoğu zaman, tüm yıkıntıların içinden “ben de varım” diye bağırabilme iradesidir. Böyle bir iradenin ilk elden sonucu, koca bir hüzün ve onun içinde sakladığı çığlık olarak belirecektir. Ben de varım cümlesinin tam olarak neyi imlediği konusunda asla hemfikir olamasak ve ona bin türlü anlamlar yüklesek de şairin iradesi, kendi nesnelerini, şiirde var etme uğraşısıdır. Ahmet Duran, Hüzüncül (Hayal Yayınları) isimli şiir kitabında, çığlığını, kitaba ismini de veren hüzüncül bir ses olarak belirlemek istiyor. Öyle ki bu ses, kitaba dahil olan pek çok şiirde intihar/ölüm metaforuna dönüşmüş ve tüm bir eylem şairin kendine ceza kesenleri cezalandırmakla güçlü kılınmıştır. Hüzüncül, çoğu zaman otoriter bir özacının içinden sesleniyor. Acının ve ceza kesme/kesilme odaklarının tüm uçları, aşk ve kadın gibi öteki olarak kurgulanan ama tüm kurguların giderek birinci tekil kişinin öznesine dönüşen sert bir zeminde iç içe geçiyor. Sanki bu andan itibaren şiire hüzün verenle hüznü yaşayan aynılaşıyor. Şiir kişisi, bu teklik içinde çığlık çığlığa kalıyor. Ahmet Duran, bugünün şiirinin tartışmalı alanlarından birisi olarak kabul gören imge fetişizmi ile arasında gözlemlenebilir bir mesafe koymuş. İmgeyi kurarken, anlam katmanlarını korumayı, anlamı imgeye kurban etmemeyi amaçlamış. Aslında kitap boyunca, güçlü ifadelerle karşılaşıyoruz. Aforizmik satırlar da diyebileceğimiz bu ifadeleri, imge ve anlam arasındaki ince köprünün de örnekleri olarak kabul etmemiz gerekiyor. Asil olma iddiası taşımayan ama şairin duyumsadığı çığlığı fazlasıyla deşifre edebilen Ş güçlü ve vurgulu dizeler. Kitap, Cemal Süreya’dan bir alıntıyla başlıyor. Yukarıda yazılanları da düşündüğümüzde, Ahmet Duran’ın Cemal Süreya ile ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Kitabı, onun adıyla başlatmak da bir tür vefa borcu olsa gerek. Aslında tüm bir kitap, tek bir yol üzerinden ilerlemiyor. Kitap; “Hüzüncül”, “Saplantı Şiirleri”, “Tinsel” isimli üç bölümden oluşmakta ve Hüzüncül bölümünün tadı, Saplantı Şiirleri’nde biraz daha öykü ile ilişki içine girmiş ve hüzün faslını güçlendirmiş bir tada kavuşuyor. Saplantı Şiirleri, ilk bölüme oranla, kalın vurgular içinde varolmaya çalışan, sorgusunu bir yönü ile militarizmin araçları ile yürüten ama militarist olmayan şiirler. Sanki Saplantı Şiirleri, ilk bölümün ardından bir patlama anını ifşa ediyor. Şairin, dünya ile restleştiği, kılıcını kınından çıkardığı bir anı... Asıl çığlık da burada kendini buluyor. Oysa ilk bölümdeki ses, dünya ile arasında bir dengeyi hâlâ koruyabilen, sınırlarını zorlasa da aşamayan bir ses. Kitap, belki de bir infilak noktasına doğru ilerlemek istiyor. Ama üçüncü bölüm olan “Tinsel”, infilak etmenin bilinen tüm anlamlarına karşın ilginç bir dinginlik kuruyor. Bölüm adından da anlaşıldığı üzere son bölümde tinin özgürlüğü, naif bir varoluşla buluşuyor ki patlamaları dışarıdan duymak olanaksızlaşıyor. Bir yerlerde başlamış olan bir fırtınanın sona ermesi gibi... Her şey yaşanmıştır da geriye sadece bir dinginlik hali kalmıştır. Tüm çığlıkları ve hüznü kendi içine gömmüş, unutmamış ama alışmış bir dinginlik... Son olarak, Ahmet Duran’ın şiirde aradığı müzikten bahsetmek gerekiyor. Müziğin, aynı dizedeki sözcük seçimleriyle kurulduğunu söyleyebiliriz. Benzeşen hecelerin ardıl sözcüklerde kullanılması bir iç uyum oluşturuyor. Bu noktada, sözcük seçiminde titiz davranıldığını düşünerek şiirin düşünselöyküsel anlamına verilen önemin, müzik açısından da geçerli olduğunu, şiir ve sözcük işçiliği arasındaki yakınlığın kitap boyunca devam ettiğini kabul edebiliriz. Böylece hem şair hem de okur, karşısında, akıcılığını koruyan bir şiir bulmuş oluyor. İlk kitaplar hakkında konuşmak her zaman zordur. Bu nedenle sözü, kitabın kendisine bırakmak en uygun yöntem olsa gerek: “... / kalemime benziyor yüzüm / açıldıkça eksiliyorum / ve daha derinden / yazıyorum / keşke kesilebilseydi / kalemtıraşla sakalım” ? Ahmet Duran/ Hayal Yayınları / Hüzüncül (Eksi isimli şiirinden)/ 82 s. daşlığın temel ölçütleri arasında kadınlara, çocuklara gösterilen değer, saygı, sokaklarda piyango biletinden çok tiyatro, opera, konser biletlerinin satılması, kitap okuma ve genel tuvaletlerin temizliği de vardır. Bazıları, insanlığın çocukluk dönemlerini “cennet” olarak nitelerler. Çocukların saflığına, masumiyetine bakarak, onların doğaları gereği iyi olduklarına inanırlar. Diyarbakır gibi terör belasının yoğun olarak yaşandığı yörelerde, terör, yalnızca onu yaşayanları etkilemez, sonraki kuşakları da, yani terörü doğrudan yaşamamış olanları da etkiler. Daha çok kadınlarla çocukları etkiler. Şair Hasan Hüseyin’in, ‘Sokaklar seferberlik, Evler Yemen’ dizeleriyle başlayan ‘Filizkıran Fırtınası’ adlı şiir kitabında, sert esen rüzgâr ilk önce taze filizleri yakıp kuruttuğunu anlatır. Terörün doğurduğu acıları çocuklarla, analar ve gençler çekerler. Terör, Diyarbakırlılar için çekilmez bir yüktür. Onların davranışlarını, yaşam biçimlerini derinden etkilemiştir. Böyle ortamlarda doğan, büyüyen, sokağa salınan, parkları, kuytuları dolduran binlerce yarı aç çocuk, bin türlü tehlikeye, istismara, dilenciliğine açıktır. Yoksulluk ve bakımsızlıktan yaşlı doğmuş gibidirler. Kendileri olmaya asla izin verilmez. Kısacası, çocukluk, büyüklerin denetiminde geçirilen korkularla, azarlamalarla dolu bir yaşamın en güvenilmez bölümüdür. Binlerce çocuk aileleri tarafından çalıştırılır. Burada aklıma ister istemez, “Dana mı ineği emer, yoksa inek mi danayı?” sorusu geliyor. Cevap, elbette ki ‘dana ineği emer’ olacaktır. Ama inekle dananın hesabını insanlar tersine çevirmişlerdir. Altı yedi yaşında çalıştırılan, dilencilik, hamallık, fuhuş yaptırılan, acı gerçeği kocaman gözleriyle gören çocukların emeğini emenler, sömürenler biz büyükler değil miyiz? Otuz yıldan beri süregelen terörün kırsal kesim insanlarını büyük kentlere kaçırttığı bir gerçektir. Kent varoşlarını gecekondular kuşatmıştır. Kapitalizm için geniş bir emek havuzu oluşmuştur, böylece. Varoşlarda her yıl binlerce çocuk dünyaya gelir. Doğan her çocukta insanlık biraz daha parçalara ayrılır. Ana caddelerin ışıklı, süslü vitrinlerin arka yüzleri, binlerce acının, işsizin kahır çektiği birer sessiz ölüm gibidir. Cilalı etiketlerde, fiyatlarda, aşırı sömürünün derisinin altını görürüz. Böyle ortamlarda çocukların geleceği geçmişlerinden daha iyi olabilir mi? Ne yaparsak yapalım, geçmişi kabul etmemiz gerekiyor, elimizde kalan tek gerçek odur çünkü. Romanda ‘pislik’ yapılan, ‘Üç pantolonlu çocuk’ öyküsü beni derinden etkilemiştir. Sevgili Özcan Karabulut’un bu öyküyü biraz daha oymasını isterdim. Sonuç olarak yazımı, Nobel ödüllü, ünlü Rus yazarı Boris Pasternak’ın dizeleriyle bitiriyorum. “Elimi ağzıma dayamış bağırıyorum penceremden, sokakta oynayan çocuklara. Hangi yüzyıldayız çocuklar, söyleyin bana...”? Amida Eğer Sana Gelemezsem/ Özcan Karabulut/ CUMHURİYET KİTAP SAYI 984 SAYFA 18
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle