05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Nazlı Eray ve ‘Kayıp Gölgeler Kenti’ ‘Ölümden çok yaşamın bir parçasını anlattım’ Nazlı Eray’ın, renkli ve sürprizlerle dolu dünyasının kapısı bu kez Prag’da aralanıyor. Geçmişin gölgeleriyle dolu bir kent: Prag. Kentin loş sokaklarında dolaşan yabancı bir kadın ve karşısına çıkan geçmişin gölgeleri. Tahta kaplamalı duvarları, sessiz aynaları ve kristal avizeleriyle sonsuzla bugün arasındaki tuhaf bir irtibat bürosu: Cafe Europa. Rusya’nın unutulmaz lideri Josef Stalin’in gizemli ve tehlikeli hayatının açılan sayfaları. Ardından Seul’e uzanan bir yolculuk. Eray’la kitabını konuştuk. şamadım. Prag, Kafka’nın kentiydi ve Kafka bütün varlığıyla oradaydı. Onu hep hissettim ve romanıma girdi. Ama Stalin kişi olarak çok güçlüydü ve romanda ilk plana çıktı. Onu kadınların gözünden anlatmayı tercih ettim. Stalin’i hayatına giren kadınların, sevgililerinin, ilk aşkının, nişanlısının gözünden anlatmak istedim. Çünkü tarih kitaplarında veya kuru bir biyografide karşımıza çıkacak olan sert ve kuru bir Stalin’den başka kişilikleri olduğunu da belirtmeyi hedefledim. Stalin bir baba, başarısız bir koca, bir paranoyak, güçlü bir adam, korkunç bir diktatördü ve bu kimliklerinin tümünü ancak böyle yazabilirdim. GÜÇ BİR ZAMAN... Kitapta Stalin’in devrini anlatıyorum. Bu, öyle bir zaman ki cinayetlerin, intiharların ölüm listelerinin olduğu; insanların gece evlerinden kara arabalarla alındığı, Moskova ortasındaki Lubianka hapishanesindeki sorgulamaların ve işkencelerin yapıldığı bir zaman aslında... İçinde yaşanması güç bir zaman bu. Ve insanlar zorlanıyorlar çoğu dayanamıyor bu baskılara, dikta rejimi kendi tetikçilerini yaratıyor, bütün bunlar yeraltından Kremlin’e çıkan Stalin’in yaşamını çok ilginç kılıyor. 20 yüzyıla damgasını vurmuş bir diktatör. Bir yazar olarak bunlar pek tabii benim ilgimi çekiyor. Bu devir yaşanmışlıklarla, yoğun acılarla, söylenmemiş sözlerle, anlatılmamış hikâyelerle dolu. Prag böyle bir anlatı için bence eşsiz bir fon, oradaki Cafe Europa’yı bulduğumda romanın çoğunun orada geçeceğini anlamıştım. Romanlarda dediğim gibi, kristal avizelerden bir irtibat yeri gibi orası. Seul, Prag kadar ilginç fakat başka bir dünya. İnsanı başka, taşıdığı psikolojik coğrafya başka, tarihi başka, fakat romanın içindeki ikinci kent. Buradaki tapınaklar ve bana Tanrı’nın aktar dükkânını anımsatacak, sıra sıra ölülerin küllerini barındıran kavanozlar bulunan bir yerdi ve çok etkileyiciydi. Stalin Prag ilişkisine Seul’ün katılması kaçınılmazdı. Acaba ölüleri ve dünü mü yazıyorum, yoksa bütün gidişatıyla yaşadığımız hayatı mı? Bence her şey iç içe, bunun Seul’de daha iyi farkına vardım. Elime aldığım bir kavanozun içinde eski bir hayatı tutabiliyordum. Okurumu değişik şekilde gezindirmeyi de seviyordum yazarken. Yaşam ve ölüm her yerde aynı ama algılanışı ‘deftere geçirilişi’ her yerde farklı. Belki şöyle düşünmüşümdür. Stalin devrinde krematoryuma atılan ölülerin külleri ile Kore’deki tapınakta gördüğüm kavanoz içindeki küller belki sonsuzun içinde bir yerde birleşiyorlar. Prag’da ve Moskova’da insanların vurularak öldürüldükten sonra yakılması ve Seul’de sevgili bir ölünün büyük törenlerle yakılışı, bir kavanoza yerleştirilmesi… Bana kalırsa bu ölümü anlatmaktan ziyade, hayatın bir parçasını anlatmak. Belki insanın ölüme nasıl baktığını göstermek olabilir. Romanlarınız için genellikle ‘fantastik’ tanımı yapılıyor ancak ben sizin karmik (geçmiş) yaşamlarınızı hatırladığınızı ve onları romanlarınıza konu ettiğinizi düşünüyorum. “Oracıkta, rasgele açtığım bir sayfadan Kafka’nın dünyası akmaya başlamıştı ruhuma.” “Beynimin bir oyunu olamazdı, çünkü okuduğum şeyleri daha önce bilmiyordum, ilgilendiğim şeyler bunlar değildi.” “Gün geçmiyor ki ‘eski bir yüz’ gelip bana onunla ilgili bir şey anlatmasın. Ne tuhaf!” Bu alıntılardan da bana öyle geliyor ki siz bunları yaşamışsınız. Reenkarnasyon inancına ilgi duyan biri olarak şunları söyleyebilirim: daha önce görmediğiniz, bilmediğiniz bir şeyi yaratamazsınız; hayal ettiğimiz, hayal zannettiğimiz şeyler daha önceki yaşamlardan kalan enerjilerdir. Fizik kuralı olarak da bir enerji kaybolmaz sadece form değiştirir. Bu bağlamda romanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz. Şebnem, bu şimdiye kadar benim yazılarımla ilgili en orijinal ve değişik bir yaklaşım. “Gerçeküstücülüğün” veya “büyülü gerçekçiliğin” bambaşka bir yorumu. İlgimi çekti, bu dediğin konuları bilmiyorum pek, hiç düşünmemiştim, ama bir yapıta, özellikle okurları çokça çekmiş olan bir yapıta, birçok şekilde yaklaş manın ve onu aralamaya çalışmanın çok hoş olduğu kanısına vardım. Benim yazdığım türde bir roman dünyası her türlü çağrışıma açık ve her türlü yorumu rahatlıkla yapılabileceği kapılarının okura ardına kadar açmış bir bilinçaltı mekânı senin bu mekâna böyle bir yorumla girmen taze ve ilginç. Demek ki beni anlattığım karakterlere çok yakın bir yazar olarak hissettin. Sanki olanın çevresinden biri gibi, o yüzden böyle bir duygu uyanmış olmalı sende. Ben pek çok romanımı yazarken hayatını yazdığım tarihi kişiler veya sıradan insanlarla büyük bir empati içinde olurum. O romanın içinde benim de bir yerim vardır her zaman SINIRSIZLIK YARATMAK Zamanı çok farklı kullanıyorsunuz. Adeta zaman hep anda, hiç geçmiş ve gelecek yok gibi… Zamanı romanlarınızda doğrusal olarak kullanmıyorsunuz kısaca. Sizce zaman nedir? Zaman beni hem büyüleyen, hem ürküten, hem içine hapseden, hem yok etmeye çalıştığım hem varlığına inandığım hem de inanmadığım tuhaf bir durum. Zamanı istediğim gibi kullanmayı seviyorum. Romanlarımda da kendi hayatımda da bu böyle. Zamanın beni sınırlandırmasına tahammül edemem. Ama saat olmayan bir ortamda da yaşayamam.! Benim için çelişkili bir şey zaman. Romanlarda ise bir Amerikan mikserinde çırparak kullanmayı severim onu. O zaman içimden kat kat yüzlerce kişi ve olay günyüzüne çıkar. Bir ilkokul çocuğunun harf dünyasınında yazdığı bir kompozisyon ödevi gibi yalın bir biçimde kâğıda geçirmeyi severim. Bu yöntem onları inanılabilir kılar insanlar mantıksızlıklar içinde bir mantık silsilesi aramaktan vaz geçerek kendilerine yüzmek için serin sulara bırakırcasına romanın akışına bırakır. Romanda bir dünya yaratıyorum, kuralları ben koyuyorum, kapıları ben açıyorum, içeri girenleri oldukları platformda başka bir platforma ataşımak amacım. Birlikte birçok düzlükte veya labirentte yol alıyoruz. Düşler ve gerçekler harmanlanıyor, sonra onları tekrar rahat bırakıyorum. Benim modern roman anlayışım bu: Düşüncede bu çeşit sınırsızlık yaratmak. Son romanımda ilk defa düşsel bir kadranın içinde Joseph Stalin’in yaşamından yüzde yüz gerçeklere yer verdim. Bu da ilk kez büyülü gerçekçilikte yapılmış bir şey olsa gerek. Dünya üzerindeki tüm yaşamları bir pasta gibi düşünürsek siz adeta bir dilimi kesmiş ve onu anlatıyorsunuz. Bir pastanın başı ve sonu olmadığı gibi romanlarınız da bir yerde başlayıp bir yerde bitmiyor. Sadece kesitler, kesitler ve kesitler... Bu konuda neler söylemek istersiniz. Şöyle bir şey düşün, yolda geçen bir tramvaya atlıyorsun, bir yere gideceksin. Tramvayın içinde, dışarıdakinden çok daha farklı bir parçası oluyorsun yaşamın, sonra bir durakta iniyorsun. Yani artık biletçi, köşede oturan hamile kadın, küçük çocuk, demire tutunmaya çalışan delikanlı ve bir köşede uyuklayan ihtiyar yok sözgelimi. Senin tramvaydan indiğin yerde hayatın bir başka bölümü süregeliyor. Sen de onun içine giriyorsun. Yani hayatta hiçbir şeyin net olarak başı, ortası ve sonu olduğuna inanmıyorum. Devamlı ilerleyen bir süreç. Romanın da böyle bir düğüm noktasıyla bitmesi gerekmiyor. Aslında ben romanlarımın hayata karışmasını istiyorum, onlar her ne kadar fantastik gibi görünseler de, belki de tüm zamanların gerçeklerini içeriyorlar. Onu için net bir son vermem. ? Kayıp Gölgeler Kenti/ Nazlı Eray/ Turkuvaz Yayınları/ 216 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 980 Ë A.Şebnem BİRKAN itabınıza “Ne tuhaf bir gün, yitirdiğim insanlar bana yakın, hayattakilerse ne kadar uzakta görünüyor. Yalnızım.” diyerek başlıyorsunuz. Stalin’le ilgili bir kitap nedeniyle de Prag’a gitmeye ve “Eski dünyaya gitmek istiyordum. Girişimi oradan yapmaya kararlıydım.” diyerek PragSeulAnkara geçişlerle intiharların, cinayetlerin gölgesinde ölümü ve ölüleri canlandırıyorsunuz. Farklı coğrafyalardaki farklı kişilerin yaşamlarını alışılmadık geçişlerle işliyorsunuz. Bakış açınızı, amaçlarınızı, niyetlerinizi öğrenebilir miyiz? Roman Prag’da başladı. Prag’a gitmeden önce böyle bir roman tasarlamamıştım, fakat kente ayak bastığım an, sanki ilk cümle dahil bütün roman kademeli olarak beynimde canlanmaya başladı. Stalin’in yaşamını ilginç bulduğum için yıllardır araştırıyordum, ama bu olay patlamasının Prag’da meydana çıkacağından haberim yoktu. Hafif köhne odama yerleştikten sonra, romanı yazacağımı çoktan anlamıştım. Bilgileri bir sıraya sokmam gerekiyor diye düşündüm fakat şehir ve o tuhaf atmosferi beni kollarına almıştı sanki... Roman, kişileriyle birlikte gelişmeye başladı. Seyahat romanı gibi, gezi romanı gibi, yumuşak bir girişle başlıyordu, sanki beni de kendine alıştırıyordu. Bu romanda Kafka ile Stalin arasında ufak bir düşünce çelişkisi yaşadığımı ve Kafka’yı ön plana çıkarmaktan çok geride bıraktığım yazıldı. Bu bir eleştiri değil bir saptamaydı ve doğruydu, yalnız ben bir çelişki yaSAYFA 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle