24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Biz ‘kendisi olmayı’ beceremeyen bir toplumuz. Bakın çevrenize, kendi ağaç türlerimizle değil, elin bize sattığı bitki türleriyle dolduruyoruz topraklarımızı, üstelik belediyeler marifetiyle… Her balığı göllere, barajlara salan biz değil miyiz sevabına, salıp da kendi balık türlerini tüketen? Yurtseverler kendini paralarken onlara sırtını dönüp elin samudunu, lalini, eblehini, cibilliyetsizini, üçkâğıtçısını, haramzadesini, şunu bunu ‘derviş’ diye başına diken?.. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası B u yazıyı, seçimden önce kaleme alıyorum, siz sonuçlara ulaşmış olacaksınız bu arada… Ak koyun, kara koyun belli olacak yani… Çılgın mı, şaşkın mı insanımız, başkasının kucağında efelenen tosuncuk mu, hepsi anlaşılacak… Nasıl bir seçimden çıktık peki? İnsan kendi ülkesinde eloğluna, onun siyasal erkine karşı seçim yapar mı? Ama biz, bunu da başardık, öyle ya Amerika’ya, işbirlikçilerine karşı gerçekleştirilmedi mi bu seçim? Biz “kendisi olmayı” beceremeyen bir toplumuz. Bakın çevrenize, kendi ağaç türlerimizle değil, elin bize sattığı bitki türleriyle dolduruyoruz topraklarımızı, üstelik belediyeler marifetiyle… Her balığı göllere, barajlara salan biz değil miyiz sevabına, salıp da kendi balık türlerini tüketen? Yurtseverler kendini paralarken onlara sırtını dönüp elin samudunu, lalini, eblehini, cibilliyetsizini, üçkâğıtçısını, haramzadesini, şunu bunu “derviş” diye başına diken?… Söyleyin o zaman, biz seçimi kime karşı yapıyoruz? Bakalım son seçimi Amerika’ya, emperyalizme karşı kaça kaç sonuçlandırmış olacağız?… Dikmen alıcını bilir misiniz? “Dikmen alıcı bilimsel adı ile Crataegus dikmensis, 1947 yılında Türkiye Florası adlı 10 ciltlik eserin editörü İngiliz botanikçi Prof.P.H.Davis tarafından ilk olarak Dikmen’den toplanan (…) bir bitki… …1964 yılında Rus botanikçi Pojarkova tarafından yapılan bir yayınla dünyaya tanıtıl(ıyor). …Son olarak 1953’te gene Dikmen ve Çubuk Barajı çevresinden tekrar toplan(ıyor) o tarihten sonra yapılan araştırmalara rağmen Ankara çevrelerinden tekrar toplanam(ıyor). Türkiye Florası adlı kitapta (…) endemik bir tür olan bu bitkinin Ankara çevresi dışında Manisa Demirci ile Zonguldak’ın Yenice ilçesinin Keltepe yörelerinde de bulunduğu bildiril(iyor). Gelecekte Ankara’da kurulacak ulusal bir botanik bahçesine, o civarda şayet halen varsa, bulunup getirilerek dikilmesi gereken ilk bitki olmalı…” Vay canına, altmış yılda yok etmişiz Dikmen alıcını. Marshall planının başladığı yıllar… Şu bizim yoksul, başı dik, vakur alıcımızı sakın Amerikalılar ortadan kaldırmış olmasın! DİKKAT DİKKAT DİKMEN ALICI ARANIYOR! Dikmen alıcını nereden mi çıkardım? Hikmet Birand’ın (19041972) Alıç Ağacı ile Sohbetler (TÜBİTAK, on birinci basım, 2006) adlı kitabından… Yukarıdaki satırları ise Birand’ın kitabı için “Alıç Ağacı ile Sohbetler Üzerine” başlığıyla sunuş kaleme alan öğrencisi Prof.Dr.Tuna Ekim’den alıntıladım. Şu satırlar ise Hikmet Birand’ın: “Ben Dikmen’e sık gider… Çal dağının tepesindeki tek ağacı ziyaret ederdim. Gide gide onunla dost ahbap oldum, uzun uzun sohbetler ettim. …/ Çal dağının doruğu bir kubbeye benzer. Tepeye çıkınca çepeçevre manzara birden sizin olur. Kuzeyde yıldan yıla büyüyen, sırtlara bayırlara tırmanan Ankara önünüze serilir. (…)/ Çal dağının doruğunda tek ‘Kocamış topraklar üzerinde’ başına canlı bir anıt gibi duran, gün görmüş devran sürmüş, neden sonra inzivaya çekilmiş erdemli kişileri andıran ihtiyar alıcın gölgesinde manzarayı seyre dalınca… üzerinde durduğunuz tepenin, ayağınızın altında kımıldamaya kaymaya başladığını sanıyormuşsunuz gibi bir hoş olursunuz.” (3,4) Birand’ın alıçla söyleşisi günler, mevsimler, yıllar boyu sürer. Üstelik serüven romanı akıcılığında, ilginçliğinde, okuru sarıp sarmalayan, yürek tıpırdatan kıvraklıkla… Dikmen alıcı, şöyle der Birand’a: “Çal dağında da ilk önce kesilen, kesile kesile azalan, sonunda köklenen ve tükenen tüylü meşe oldu. Yalnız burada değil, bütün Anadolu’da böyle oldu bu.” “…O tükenince sıra ötekilere gelir, sonunda hepsi kesilir. Arada bir baltadan kurtulan, kalanlar da olur. Ben onlardan biriyim işte.” Hikmet Birand sorar: “…Siz nasıl kurtuldunuz?” Yanıt çarpıcı: “Benim gölgemde bir yatır yattığına inanılmaktadır. Dallarıma bağlanmış olan paçavralar ona adanmış olan adakların belgesidir. Ona karşı duyulan saygı beni nacaktan kurtarmıştır” Dikmen alıcı konuşmayı sürdürür: “…Orman kesilince yeri ya tarla ya da mera olur. …Gölgelik, ya da… yemişleri için kesilmeden bırakılanlar da olur; ama onların da çoğu dayanamaz kurur.” “Çünkü birlik içinde alışık olduğu yaşama düzeni bozulur…” “…Bizim de bir toplumsal hayatımız var… Birlik halinde yaşarız. Bir birliğe katılan türler, o birliğin yaşama ortamına alışırlar. O ortamı bozan her olay, birliğe katılmış olan türlere dokunur, zarar verir.” “…Meşeler(ağaçlar) kesilince ilkin ormanın iklimi bozulur.” “…Meşelerin gölgesi de yok olur…” (157,158) “Orman iklimindeki değişiklik, ormanı ağır ağır yozlaştırır, ağaçlar, onların gölgesinde yetişen çalılar, onların da altında yetişmek üzere birliğe katılmış olan otlar çimenler kurur mahvolur. Bu sefer değişiklik orman ikliminden, orman toprağına da işler, toprağa da geçer.” (159) Ardından, bize seslenir alıç: “…Teker teker ağaç dikmekle orman olmaz.” “…Çoğu tutmaz ya, tutsa bile gene orman olmaz, çünkü orman kendi kendini eken, kendi kendini yetiştiren bir birliktir. Bir yerde onun gelişmesi için uygun ortam hazır mı, o kendi kendini yaratır.” (160) “Onun için her yıl, hele kurak yıllar dallarımın çoğu kuruyor ve yaşlı dallarımın dibindeki tomurcuklar her bahar sürüyor, ama çoğu kuruduğu 910 için dallarım da tacım da böyle acayip bir biçime giriyor.” (161) Trajedik bir yazgıya dönüşmüştür sanki bu: “Benimki zaten bütün tek ağaçların hikâyesidir.” (149) “Tek adam”lar da “tek ağaç”lara benzemiyor mu? Yitirip gittiğimiz Mustafa Kemal’in, Ankara’sının, bitki yurttaşımız Dikmen alıcının ardından Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı adlı romanı (1928) düşüyor insanın usuna. O yılların coşkusu… Ne yapmalı şimdi, Meclis’in çatısına, şurasına burasına çaputlar mı bağlamalı ulusal egemenlik süregitsin diye? TOHUMDAN TOPRAĞA... Hikmet Birand, tatlı bir söyleşi havasında yapılandırıyor kitabını. İlk olarak 1968’de Orman Genel Müdürlüğü tarafından basılan yapıt, o sırada Ankara Radyosu’nca da “Tabiat ve İnsan” başlığı altında yayımlanıyor. Birand, bitkilerin toplumsal yaşayışını anlatmaya girişirken suların canlanmasından başlıyor işe, çiçeklerden tohuma, tohumdan toprağa geçerek ormandaki yaşam birliğine getiriyor konuyu. Derken Anadolu’nun ormanları, bozkırlarıyla tanıştırıyor bizi… Alanında verimlenmiş bir yanı halk diliyle örülü, öte yanı bilim temeline dayalı bir büyük yapıt Alıç Ağacı ile Sohbetler. Tez elden okunması gereken bir güzellik anıtı… Birand’dan tadımlık düşünce bağlamında alıntılar aktarayım: “…Dünyayı canlandıran, şenelten… bütün canlılar için barınılabilecek bir yurt haline getiren… bitkiler…” “1000 milyon yıl önce ilkin sular canlanmaya, yani sularda canlı oldukları belli olan küçük, gözle görülmeyecek kadar küçük yaratıklar belirmeye başladı. …Mikropların ceddi…” “Şöyle böyle 600 milyon yıl önce, yani 300400 milyon yıllık bir hazırlık döneminden sonra, mavimsi yeşil suyosunları ve daha önemlisi, kamçılı yeşil suyosunları üremişlerdi.” (7,8,10) “Milyonlarca yıl birbirini izlerken sularda küçük tek hücreli kamçılı yosunlardan, bir yandan daha büyük yosunlar, gözle görülen, bugünkülere benzeyen yeşil, kırmızı, kahverengi büyük yosunlar, bir yandan da hayvanlar, süngerler, mercanlar, yumuşakçalar, deniz anaları, yengeçler, balıklar türemiş; sularda oluş ve çözülüşle yaratıcı evrimin değişmez yasaları yürürlüğe girmişti.” (11) Gerisini ihtiyar Dikmen alıcının ağzından dinleyelim: “Sularda gelişen canlılar karaların da büyüme ve oluşmasına yardım ediyorlardı.” “O zamanlar karalar ıssızdı, cansızdı. Çünkü karalar hiçbir canlının barınmasına imkân vermeyen kayalarla örtülüydüler.” “Karalara ilk ayak basan canlılar… gene…bitkiler…” “Hayvanlar türeyemezlerdi ki karalarda. Ne ile beslenebilir, ne ile geçinebilirlerdi onlar biz olmasak.” (16) “Suyosunlarından karalara çıkabilecek türleri geliştirdik. Bunlar denizlerin, göllerin, çayların kıyılarını tuttular; kıyılara yeşil kadife gibi bir örtü örttüler.” (17) “Şöyle böyle 380 milyon yıl kadar önce kıyılara yaptığımız ilk çıkarmanın öncüleri, bugünkü eğreltiotlarının cedleri idiler.” “…O zamanlar da kayalar yağışlarla ıslanıyor, güneşle ısınıyor, ıslanıp kurudukça, ısınıp soğudukça toprak hasıl oluyordu. Ama bu oluş o kadar ağırdı ki yüzlerce, binlerce yılda ancak tırnak kalınlığında bir toprak tabakası teşekkül ediyor(du)…” (18) “Dünyada yayılma alanları en geniş olan bitkiler (.) likenler…” “…Likenlerdi işte milyonlarca yıl önce kayalara saldıran akıncı bitki ekibi…” (20) “…Yerin üzerine ince bir toprak tabakası serilmeye başlamıştı. Bu ince toprak tabakası bozulmadan, savrulup yok olmadan korunmalı, çabuk çok çabuk bir bitki örtüsüyle örtülmeli, milyonlarca yıllık emek boşa gitmemeliydi.” “Islak kıyıları tutmuş olan çatal eğreltiler boş durmamışlar, karalarda hazırlanan yeni ortama uyacak bitki çeşitlerini meydana getirmek üzere üç kolda gelişerek at kuyrukları, ayı pençeleri, eğreltiotları denilen bitki sülalesini yetiştirmişlerdi.” “Karalar birden yemyeşil oldu. “…Türeyen yeni ailelerde 2030 metre boyunda ağaçlar da gelişti. Bunlar büyük ormanlar teşkil ettiler.” “Eğrelti orman ve otlakları çeşitli kara hayvanlarının da türemeleri için olumlu bir ortam hazırlamışlardı.” (21) “…Yere gömülerek nesli kuruyan eğrelti sülalesinden türeme, onlara akraba bazı eğreltiotu ve ağaçları, 200 milyon yılı aşarak zamanımıza kadar ulaş(tılar).” (23) “Çiçek ve tohum (…) karada yaşamanın bir zorunluluğu olarak teşekkül etti.”(24) “Bitkiler âleminde eşeyli üremenin başlaması çok önemli bir evrim aşaması…” (31) YURDUMUZ ORMANIMIZ... Hikmet Birand’ın Dikmen alıcıyla söyleşisinden, ormanların aslında yurdumuz olduğu gerçeği çıkıyor ortaya… “…Kocamış topraklar üzerinde yaşıyoruz.(…) Çünkü bizim memleketimiz en eski kültür memleketlerinden biridir. Topraklarımız da en önce kültüre alınan, binlerce yıldan beri işlenen, fakat kötü işlenen topraklar…” (129) “…Anadolu’yu gezerken, alıcı, benimseyici gözlerle bakarsan, yalnız bitki örtüsünü değil, çok şeyler görürsün. Anadolu sadece bir yer (bir coğrafya) anlamı değil, akıp giden zamanın da bir bölümüdür sanki… Ne yana baksan, ne yöne yönelsen adım attığın her yer, bir oluşun, bir yükselişin, bir alçalış yıkılış ve yeniden yükselişin anılarını yansıtan bir bölüm… Gezerken görülecek, görünce şaşılacak, hoşlanacak, sevinecek, övünecek ve… dövünecek neler var Anadolu’da.” (148) Mustafa Kemal de, Dikmen alıcı da çıkıp gitti yaşamımızdan, seçimimizi onlardan yana yapmadığımız için, sipsivri kaldık ortada. Oysa şimdiye dek seçimimizi çoktan yapmış olmalıydık… Birand, diyor ki; “…Çimlenme, bir çeşit uyanma, yeniden yaşamaya başlama gibi bir şey.” (62) O halde yapılacak ilk iş toprağın savrulup gitmesine dur deyip alabildiğine tohum serperek çimlenmesini, ülkenin yeniden yeşermesini sağlamak… Orman yurdu, emperyalizme karşı aydın yurdu kılmak Anadolu’yu! Dikmen alıcına şöyle diyor Birand: “Dikmen’den buraya çıkarken o günlerin sevinçli, heyecanlı anıları birer film gibi gözümün önünden geçiyor, onları bir daha yaşıyor gibi oluyorum.” Alıcın yanıtı: “Elbette, yalnız sizin değil, günlük aydınlık bir yurtta yetişmek bizim için de büyük mutluluk…” (79) Gerçek seçimi ne zaman yapacağız peki biz? ? SAYFA 29 CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle