Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? Yaşadığımız yüzyıl önümüze önemli bir soru koyuyor. İnsanoğlu ya gerçekten insanlaşacak ya da evrim öncesindeki hayvani yaşantısına geri dönecek. Hayvani yaşantı sadece kendini düşünmek, sadece temel bedensel gereksinimlerini düşünmek demek. Bu sistemde güçlü olmak yeterli; haklı olmak, adaletten yana olmak, güzelden yana olmak, iyiden yana olmak hiçbir önem taşımıyor. İnsanlık bugün konforlu bir yaşam yarattı, ama adaletli, iyi, güzel bir yaşam yaratamadı. Bu yanıyla yüz binlerce yıl önceki bencil, tek boyutlu; yani hayvani yanına geri döndü. Bizim öykümüz işte bu hayvanlığa dönüşün günümüzdeki bir biçimini anlatıyor. Umutsuz kalan insanların nasıl sahte din ve umut tüccarlarının elinde oyuncak olduğunu dile getiriyor. İnsan etinin satıldığı bir dünyada buna isyan etmeden kalem oynatmak imkânsız. Doğal olarak çizgi romanımız öfke ve isyan dolu bir çalışma olarak kendini gösteriyor. Bir tür terör diyebiliriz değil mi bu yaşananlara? Tabii diyebiliriz. Terör yalnızca küçük bir grubun yaptığı yıkıcı eylemler değildir. Terör çok daha geniş çapta, çok daha uzun süreli ve çok daha planlı olabilir. Örneğin, ABD'nin Irak işgali başlı başına bir terör olayıdır. Bu eylemi gerçekleştiren ülkenin yeryüzünün en güçlü ülkesi olması bu gerçeği değiştirmez. Bugün hem ülkemizde hem de yeryüzünün pek çok köşesinde insana karşı işlenen suçlar almış başını gidiyor. Bu ülkelerin çoğu yasalarla yönetilse bile suç her zaman kendine bir yol bulabiliyor. Çünkü güçlüler yasaları da kendi çıkarlarına uygulayabiliyorlar. Daha korkuncu bilgiyi kendi yararlarına kullanmaları. Özellikle ABD'de Yeni Muhafazakârların işbaşına gelmesiyle birlikte, yeni bir inanç saldırısı başlatılmıştır. Darvin'e ve evrim teorisine, daha genelde ise bilime karşı yeni bir haçlı seferi uygulanmaktadır. Bunun derin yansımalarını ülkemizde de görmek mümkün. Bu saldırı laikliği ortadan kaldırma girişimi olabildiği gibi, Sıvas'ta Madımak Oteli'nde toplu kırım eylemlerine kadar uzanabiliyor. Yapılan, ruhunu yitiren insanı korkuyla, karanlıkla, baskıyla terbiye etmek. Yüzyıllar önce denenmiş ve iflas etmiş, din merkezli düşünceleri yeniden gündeme getirmek. ŞİZOFRENİK KÜLTÜRÜN ORTAYA ÇIKIŞI Konuyu şehre indirgemek mümkün daha en başından, değil mi? Ne oluyor şehir insanlarına? Belki de en korkuncu kentlerde oluyor. Ülkemizde hâlâ büyük bir göç yaşanıyor. Taşradan kente gelenler ne eski kültürlerini koruyabiliyorlar, ne de yeni geldikleri yerin kültürünü benimseyebiliyorlar. Böylece ortaya lümpen, şizofrenik bir kültür çıkıyor. Bu kültür en başta insanların değerlerini tehdit ediyor. Bu tehdit sonucunda insanlar kurtuluşu inanca sarılmakta buluyorlar. Çünkü en kolayı bu. İşte bu noktada tarikatçılar, din simsarları, umut tacirleri ortaya çıkıyor. Dini kullanarak kendilerine bir güç merkezi oluşturuyorlar. Yurtdışındaki inançlı vatandaşlarımızın dolandırılması örneğinde olduğu gibi kimi zaman bu sahtekârların gerçek yüzü açığa çıkıyor. Ama ne yazık ki çoğu zaman, bu sahtekârlar tezgâhlarını döndürmeyi başarıyorlar. Peki taşraya da aynı paye biçilebilir mi? Taşrada da aynı umutsuzluğu görmek mümkün. Ama oradaki yerleşik kültür bir ölçüde sahtekârlıkları önleyebiliyor. İnsanlar birbirlerini tanıdıkları için, kimin kim olduğu daha kolay ortaya çıkıyor. Halkımızın geleneksel inanç sistemini istismar etmek bence taşrada daha zor. Kuşkusuz orada da tarikatlar var. Ama büyük metropollerdeki kadar cüretkâr değiller. Evrim Teorisine karşı çıkış, dinsel yaratılışa bağlılık ve bu yolda her şeyin mubah hal alması!.. Tarikat Fahişeliği'ne kadar varır iş! Bu kadar saflaştık mı? Ne yazık ki insanoğlu o kadar saflaştı. Sovyetler Birliği yıkıldığı zaman herkes bu durumu büyük alkışlarla karşıladı. Kuşkusuz Sovyetler Birliği büyük sorunları, kusurları olan bir sosyalizm biçimiydi. Ama sosyalizmin tek biçimi değildi. Kapitalizmin ideologları Sovyetlerin yıkılışını sosyalizmin yıkılışı olarak sundular. Oysa yıkılan sadece sosyalizmin bir denemesiydi, bir biçimiydi. İnsanlığın savaşsız, sömürüsüz, daha adil bir dünya arayışı yenilmedi, bitmedi, bitmeyecek. Ancak geçici de olsa yara aldı. İşte bu durum özellikle çalışan sınıflarda ve aydınlarda bir karamsarlık yarattı. Bu sarsılma anı. Bu anda din yeniden gündeme getirildi. Hatta dinin bilimsel açıklamaları yapılmaya başlandı. Oysa bilim ve din hiçbir zaman uzlaşmazlar, isteseler de uzlaşamazlar. Bilim maddi bir süreçtir, din ise mistik. Fakat ne yazık ki umutsuzluk insanların aklını karıştırıyor. Dinsel alan ile bilimsel alan birbirine giriyor. Din her şeyin tek çaresi olarak sunuluyor. Aslında verilen bilgiye göre, Tapınak Fahişeliği, ta Sümer ve Babil dönemine uzanıyor… Tabii, Tapınak Fahişeliği oldukça eski bir kurumdur. Çok tanrılı dinlerde, tanrılar adına erkeklerle sevişen kadınlar vardı. Üstelik bu kadınlar toplum tarafından büyük saygıyla karşılanırlardı. Tapınak fahişeliği bir tür kutsal görevdi. Bizim öykümüzde ise kızlar, tarikatın kötü amaçları için bu işi yapmaya zorlanıyorlar. Tarikatın çıkarları için erkeklerle sevişiyorlar. Seviştikleri erkeklere tarikat şantaj yapabilsin diye bu eylemi gerçekleştiriyorlar. Bu nedenle de yaptıkları işten utanç duyuyorlar. Çünkü tarikatı yöneten erkeklerin ellerinde birer seks oyuncağına dönüşüyorlar. Binlerce yıl öncesinin inanç sisteminde saygın bir kurum olan tapınak fahişeliği bugün işlevsiz ve yararsızdır. Bu işten sadece din simsarları, tarikat tacirleri çıkar sağlayabilir. YİTİRİLEN MASUMİYET Ya da inançlarımız bu kadar mı yıprandı diye bir soru yöneltmeliyim? Yıpranmak denmez sanırım buna… Şu cümle geçiyordu kitapta, notlarım arasına almışım; “hepimiz inanmayı seviyormuşuz, ama biz hiçbir şeye inanmazdık” Her şey masumiyetini yitiriyor, se910 vimliliğini, güzelliğini yitiriyor, çünkü artık inanç da dahil her şey ele geçirmeyle, iktidarla ilgili. Karşılık beklemeden inanmak, karşılık beklemeden sevmek, günümüz insanında bunları bulmak çok zor. İnsanoğlu inancın bile karşılığını istiyor. Hem artık sadece öteki dünyadaki cenneti değil, yaşarken de inandığı için karşılık bekliyor. Para bekliyor, konum bekliyor, çıkar bekliyor... Oysa bu tutum, gerçek inançla çelişir. İnanç bir tür masumiyettir aslında, bir tür kendini veriş, kendinden vazgeçiş durumu. Ama tarikat mantığı, bu masumiyete karşıdır. 'Bal tutan parmağını yalar', sözünün geçerli olduğu yerdir tarikatlar. Başkasından değil, tarikat kardeşinden alışveriş yap. Başkası değil, tarikat kardeşin kazansın. Sanki o başkası Allah'ın kulu değil. İnancın kırıldığı yer bu anlayışla başlar. Masumiyetin bittiği, ticaretin başladığı yer. Oysa dinin ticaretle ilgisi yoktur. Bir bilgi verilir kitapta ve denir ki, Türkiye insanın %60 ile %80'inin bir yacak bu iki olgunun, toplumunuzun gerçek değerleri olabilmesi için yıllarca sürecek bir kültür devrimi gerekiyor. Zora, baskıya, şiddete dayanmayan bir kültür devrimi. Bunu gerçekleştirmeden tarikatlarla başa çıkamazsınız... ÇARESİZLİK SİLSİLESİ Tartışmalı bir cümle; “dinler, insanın çaresizliğinin bir sonucudur.” Açalım mı biraz? Karanlıkta dönen mavi bir gezegen. Bu gezegenin üzerinde yaşayan biz insanlar yaşam hakkında ne biliyoruz? Bildiklerimizi kanıtlayabilecek ne tür gereçler var elimizde? Her şey göreceli, her şey değişken. İnsanoğlu değişmeyecek, hep kalıcı olacak payandalar istiyor. Bu payandaların, güvencelerin doğru olması da gerekmiyor. İkna edici olsun yeter. Tek tanrılı dinlere ulaşıncaya kadar geçen süreci incelediğimizde bu isteğin ne kadar güçlü olduğunu da görürüz. İnsanoğlu bu çaresizliğini fark ettikçe daha çok sarılmıştır dinlere. Çünkü din insana güven verir, huzur verir. Serüvenin nerede başladığını, nerede biteceğini söyler. Bu, belirsizliğin kalktığı noktadır. O nedenle çaresizlikle din arasında yakın bir ilgi vardı. Kilit iki soruyla bitirelim; metropellerin gerçek sahipleri bunlarsa, varoşlardaki milyonlar neyin nesi? Tahsin Yücel'in son romanı Gökdelen'deydi yanılmıyorsam; yılkı insanlar an gelir ve hükmederlerdi evrene!.. Olur mu dersiniz? Umut etmekte sakınca yok. Hatta belki umut etmekten başka çare de yok. Sadece umut etmek yetmez tabii. O yüzden yaşamaya, ama bildiğimiz gibi yaşamaya ve yazmaya devam... Son soru; peki Ahmet Ümit, şimdi gösteri zamanı; suçlular bekleyemez mi? Suçlular hiçbir zaman beklemez, suçlular beklese de adalet beklemez. Gecikmiş adaletin adalet olduğunu sanmıyorum. Ne yazık ki bu gecikme ülkemizde çok sık karşılaşılan bir olaydır. Hiç değilse bizim yapıtlarımızda gecikmesin. ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr Komser NevzatTapınak Fahişeleri/Ahmet Ümit İsmail Gülgeç/ Güncel Yayıncılık/ 80 s. tarikata üye olduğu… Dünyayı irdelemeye gerek yok sanırım öyleyse!.. Bu kültür devrimimizle ilgili bir konu. Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir devlet olduğu söylenir anayasada, ama gerçekten böyle midir? Laik bir ülkede Diyanet İşleri gibi bir kurum neden vardır? Devletin dini olur mu? Her şey bu bakış açısıyla ilgilidir. Ne yazık ki anayasanıza laik, demokratik bir devlet yazmak, devletinizi ne laik, ne de demokratik yapıyor. Birbirinden hiç ayrılmaSAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI