04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ankara bağımsızlığın, özgürlüğün, isyanın başkenti, devrimin başkenti, şimdi bir kez daha göstermeye hazırlanıyor bu yüzünü kent… Yunus Nadi’nin dediği gibi “memleket orada” çünkü. “A nkara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak!” Babaannemin içten bağlanışla ağlayarak söylediği, Muzaffer Sarısözen tarafından derlenen “lirik türkü” formundaki marş benim de yüreğimi titretir, gözlerim kavurucu nemle yangın yerine dönerdi… Annemden dinlemiştim çok sonra. Babaannem, aralarında ikişer yaş bulunan dört oğlunu da, Balkan Savaşı’yla birlikte arka arkaya askere gönderince Tanrı’ ya yakarmış sürekli: “Allahım sana dört oğul veriyorum, üçü senin olsun, birini bana gönder!” Dileğinin tersi gerçekleşmiş babaannemin. Biri kalmış, öteki üçü dönmüş… Büyüdüğümde pek çok kez dinleyecektim buna benzer öyküleri. Var olma bağlamında ölüm kalım savaşı sürerken Anadolu insanının yakarılarından yansıyan bu alçakgönüllü, bilge tutum kimin yüreğini titretmez ki? Hepi topu sekiz dokuz milyonu ancak bulan halkımız, yok olma noktasının eşiğinde yiğitliğini yitirmemişti demek ki. “Ankara’nın taşına bak” marşı, bu nedenle çocuklukta bilincime kazınmıştır diyebilirim rahatlıkla… Okula başlamadan daha. Belki bunların da etkisiyle kendimi hep Ankaralı olarak gördüm. İlk kez on sekiz yaşında yüz yüze gelsem de Ankara’yla. Tiyatrodaki profesyonelliğimi, TRT ile ilişkilerimdeki zenginliği, sonradan bunun evrilmesiyle başlayan belgesel sinemacılığımı da yine Ankara’ya borçluyum diyebilirim. Nitekim belgesel sinema alanındaki üretimimizi grupça Ankara’da sürdürüyoruz hâlâ. Bu nedenle kendimi Ankara çevresi sanatçısı alageldim sürekli… İstanbul’u 1963’te görmüştüm ilk olarak, upuzun bir DenizliHaydarpaşa yolculuğunun ardından. Ankara’ya ise 1960 sonlarında varmıştım ilk. Git git bitmezmişçesine uzanan, deve boynu gibi inilip çıkılarak aşılan karayolunun ardından. Oysa bana sorsalardı, İstanbul’a vapurla, ama Ankara’ya trenle girmeyi isterdim ille… Ah, ne kadar önemli, bir kentle ilk yüz yüze geliş… Türkiye’de görmediğim kent kaldı mı, ama nasıl ne zaman gördüysem kentleri, bugün de tüm canlılığıyla anımsıyorum bu yüz yüze gelişi… Evet, söyleyenler ne denli haklı, yaşanılan kentler olağanüstü etkiliyor insanı, silinmez izler bırakıyor bellekte. Cumhuriyetçi kuşaklar, çocuklarını kendi başlarına ilk kez bir kente gönderirken hazırlık yapardı önceden, kentin gezilecek, görülecek yerlerinin krokisi çıkarılır, çocuklar hafif tertip eğitimden geçirilirdi… Bu çerçevede ben de İstanbul’u, Ankara’yı tam anlamıyla değilse de enikonu tanıdığımı söyleyebilirim ilk buluşmalarımda daha… M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Mustafa Kemal’in anakarası: Ankara lım mı: “Sincanköyünü de geçmiştik. Şimdi trenimiz küçük tepeciklerden müteşekkil yüksekliklerin eteklerinden kıvrıla kıvrıla ilerliyor, solumuzda küçük bir su aşağıya doğru çamurlarını sürüklüyordu. Biraz daha… Biraz daha… Nihayet Hüsrev Bey bağırdı:/ Bağlar göründü./ Sıvasın bağları mı?/ Hayır, Ankara’nın.” “Tren dolandıkça sol taraftan binalar seçiliyordu: Şu tepedeki ziraat mektebi idi, paşa orada oturuyordu. Şu altındaki, ovadaki Sarıkışla idi. Nihayet Ankara’nın ufukta dantellenen şekli teressüm etti. (Resim gibi canlandı.) Bir tepe üzerinde mebni (kurulmuş) bir şehir. Karşıdan arkasındaki daha yüksek bir dağa yaslanmış gibi vaziyetinden çok emin ve karşıdan görünüşe göre hayli zarif bir şehir.(…)/ Nihayet istasyondayız: orada da oldukça kesif bir kalabalık. Mustafa Kemal Paşa mümtaz tavır ve simasile derhal nazarı kendine celbediyordu. Vagonlardan atladık ve ellerine sarıldık. Ali Fuat Paşa orada idi. Vilâyet orada idi ve memleket orada idi.” (Ankara’nın İlk Günleri, Sel, 1955, 81, 82) Küçük boy cep kitabı. Kapağında “Sadık 15” yazılı. Bu benim ilkokul numaram. Andığım kitabın yayımlandığı tarihte ilkokula başladığıma göre, demek okuma yazmayı söker sökmez, Ankaranın İlk Günleri’ni çekmişim önüme, adımı numaramı yazmışım kapağına, hiç acımadan. Mustafa Kemal nasıl girmişti Ankara’ya? Enver Behnan Şapolyo, Mustafa Kemal’in 27 Aralık 1919’da Ankara’ya girişini, karşılanış törenini o günleri yaşayan kişilerin ağzından tanıklıklarla destekleyerek şöyle anlatıyor: “Artık Atatürk cumartesi günü Ankara’ya geliyordu. Halk tâ sabahtan sokaklara döküldü.” “Bugün Ankara sokakları adam almıyordu. Evlerde yatalak ihtiyar ve kundaktaki bebelerden başka kimse kalmamıştı. Herkes sokağa dökülmüştü.” “Ankara’da ise (Seymen), efe, yiğit ruhlu ve atlı manasına kullanılmaktadır. Zeybek kelimesi de Seymen kelimesiyle alakalıdır. Seymen düzüleceği zaman, Efeler kahvesi önüne sancak dikilir. Eski Türkler de otağ önüne tuğ ve sancak dikerlerdi… Mustafa Kemal’in Ankara’ya geleceği günün sabahı da sancak dikildi. O zaman Efeler kahvesi Ulucanlar’a giden yolun üzerinde bulunan Sarı Ahmed’in kahvesi idi.” “İşte Mustafa Kemal Ankara’ya geleceği gün, aynı süratle Seymen alayı kuruldu. Ulucanlar’dan kalkan Seymen alayı, Hacıbayram Camii’nin önünde toplandı.” “Açık ve ılık bir hava!… Öğleden sonra saat üçü on geçiyor. Bu dakika uzaklardan bir otomobilin korna sesi, bütün insanları yerinden oynattı. Kızıl yokuş toz dumana karıştı. İki otomobil… Alkış ve yaşa sesleri yeri göğü inletiyordu. Çankaya ve Dikmen tepelerinden güzel sesli hafızlar salât ve ezan okuyorlardı.” “Otomobiller halkın ruhundan kopan yaşa âvazeleri arasında ağır ağır ilerliyordu.” “Mustafa Kemal Paşa burada istikbal heyeti ve devlet memurlarını bir arada görünce, otomobilinden indi. Herkesin ayrı ayrı ellerini sıktı. Biraz daha ileri gidince yedi yüz delikanlı, zeybek kıyafetinde ve ellerinde teke palalar olan Seymenleri dimdik ve canlı olarak görünce, bu zeybek alaylarına büsbütün hayrette kaldı. Bu muazzam ve tarihte misli az görülmüş tezahürata şaşakaldı. Bu koç yiğitleri sert bir sesle:/ Merhaba efeler!…/ Diye, yüksek sesle selamladı. Efeler hep bir ağızdan:/ Sağ ol, Paşa Hazretleri…/ Mustafa Kemal:/ Arkadaşlar buraya niçin geldiniz?/ Efeler hep bir ağızdan:/ Millet yolunda kanımızı akıtmaya geldik!…/ Mustafa Kemal:/ Fikrinizde sabit misiniz?/ Tekrar bağırdılar:/ Andolsun!…/ Mustafa Kemal’in gözleri yaşararak:/ Var olun yiğitler!…” (Atatürk ve Seymen Alayı, Ankara Kulübü yayını, 1971, 20, 22, 23, 29, 30, 31) Cem’in Genel Müdürlüğü döneminde TRT dizi halinde yayımladı “Türkiye’nin Kalbi: Ankara”yı. Belgesellerde yada popüler yayınlarda yer alan kimi görüntülerin bu filmden aparılmış görüntüler olduğunu da ekleyim şuracıkta. Mehmed Kemal, ardından ekliyor: “Kentlerde yaşayan insanların biyografileri gibi , kentlerin de kendine özgü biyografileri vardır.” “Tarih her kente, her döneminde şans tanımaz. Mustafa Kemal gelinceye değin…” (6, 7) Mustafa Kemal, İzmir’den dönüp de Ankara’ya ikinci kez gelişinde, 6 Ekim 1922’de şunları söyleyecektir: “Üç sene mukaddem Sıvas’tan Ankara’ya ayak bastığım zaman bir mislini geçen gün dahi göstermiş olduğunuz samimi ve kalbi tezahürat ile beni kollarınız arasına aldınız. (…)/ Büyük Millet Meclisi sizin muhiti hemasetinizde biperva İstiklal Mücadelesine devam edebilmiştir. Binaenaleyh Ankara hemşehrilerimizin bu istihlası vatan (vatan kurtarma) mücadelesinde ayrı bir hissei şerefi vardır./ Sevgili milletimizin bütün bir cihanı hüsumete karşı muvaffakiyetle tedviç eylediği istiklal mücadelesi tarihinde Ankara namı en aziz bir mevkii muhafaza edecektir.” (Şapolyo, 75) Dr.M.Cemil Özgül’e göre, “Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’yı Milli Kurtuluş merkezi olarak seçmesinin sebebi, bu şehrin taşıdığı stratejik önemdir.” Özgül, kentin “jeopolitik durumu”nu şu satırlarla yansıtıyor: “1919 yılı şartlarına göre Ankara Anadolu’da başlatılacak bir mücadelenin yürütüleceği en ideal yer olarak görülüyordu. Merkezi konumu, işgal altında bulunan yerlere olan mesafesi, Karadeniz’de İnebolu, Akdeniz’de Antalya limanları ile irtibat imkânı, demiryolu ve telgraf şebekesinden yararlanma kolaylığı, 20’nci kolordu komutanlığının Ankara’da bulunması ve Ankaralıların Milli Mücadeleye candan bağlılıkları Ankara’nın seçimindeki en önemli faktörlerdi.” (Heyeti Temsiliye’nin Ankara’daki Çalışmaları/(27 Aralık 191923 Nisan 1920), AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi yayını, 1989, 34, 35) MUSTAFA KEMAL’Lİ ANKARA Ankara, Ahilerin bir “kent cumhuriyeti” kurduğu yerdir de aynı zamanda. Mehmed Kemal, andığım kitabının “Önsöz”ünde şöyle diyor: “Celaliler de Ankara yörelerinden çıkmışlardır. Resmi tarih başkaldıranları, asi, çapulcu, celali diye kınayabilir. Kökeninde, dinamizmini ahilerden alan bir halk hareketi, baskıya yiğitçe bir karşı koymadır. /…/ Bilir misiniz ki, Ahiler ve Celaliler döneminde Ankara’ya özgü olan sof, muhayyer, tiftik gibi tarımsal ürünlerin fiyatı hiçbir zaman düşmemiştir. Osmanlı akçası değerini yitirirken, bu ürünlerin değeri korunmuştur. Osmanlı egemen oldukça İngiliz, Leh, Hollandalı, Fransız tüccarları padişah buyruğu ile ürünleri ucuza kapatmışlardır.” “Mustafa Kemal Paşa da otağını Ankara’ya kurduğunda, İstanbul’a göre bir celali” değil midir zaten? (8) Ne var ki cumhuriyetin gösterge kenti olarak kurulan Ankara, mahalle olarak terk edilmek isteniyor sanki. On yedi yıl önce yayımlanan “İlk Kent, Başkent…”i şu satırlarla sonlandırmıştım: “Cumhuriyetin ilk kenti başkent, cumhuriyet bunalıma düştüğünde elbette üzerine düşen görevin de bilincinde olacaktır!/ Ankaralıların değerli kenttaşı Hoca Atıf Efendi’nin, Osmanlı hükümetine karşı yükselen o yürekli sesi, o sıralar bütün Ankaralıların sesi olmamış mıydı zaten: ‘Senin gibi sadrazamı da, senin padişahını da Ankaralılar tanımıyor!’” Evet, Ankara bağımsızlığın, özgürlüğün, isyanın başkenti, devrimin başkenti, şimdi bir kez daha göstermeye hazırlanıyor bu yüzünü kent… Yunus Nadi’nin dediği gibi “memleket orada” çünkü. Peki Ankara nerede? “Kitaplar Adası”ndaki Ankara yolculuğumuzu haftaya da sürdüreceğiz… ? KİTAP SAYI 896 “TÜRKİYE’NİN KALBİ ANKARA” Mehmed Kemal, Türkiye’nin Kalbi Ankara (Çağdaş, 1983) adlı yapıtına şu satırlarla giriyor: “‘Türkiye’nin Kalbi: Ankara’ diye TürkSovyet yapımı bir film bilirim. Bu filmi, çekimi bittikten sonra sinemalarda gördüğüm gibi, oyuncularını da Ankara sokaklarında çekimi sırasında hayal meyal anımsarım.” “Atatürk’ün sağlığında ‘Türkiye’nin Kalbi: Ankara’ filmi, yaz günleri meydanlarda perdeler kurularak halka gösterilirdi. Sonra uzun bir süre bu film unutuldu. Hatta DP’nin iktidara gelmesinden sonra oynatılmak istendiğinde yasaklandı da. 27 Mayıs’tan sonra idi, bu film, İsmet Paşa’nın davetli olduğu bir gece Sovyet Büyükelçiliği’nde devlet erkânına ve basın mensuplarına gösterildi. Çoktandır unutulmuş olan film, bir kez daha anımsanmış oldu.” (5,6) Belleğim yanıltmıyorsa beni, İsmail ANKARA ‘MEBNİ ŞEHİR’... Yıllar önce de bir Ankara yazısı kaleme almıştım: “İlk Kent, Başkent…” O sıra, Cumhuriyet Kitap’ta yazmaya da başlamamıştım henüz. Sihirli parmağını değdirip 1965’ten başlayarak yazılarıma Cumhuriyet’te yer açan sevgili Sami Karaören, ikinci sayfada yayımlamıştı bunu. (Bak.: Cumhuriyet, 29.12.1990) Kentle, kentlilikle, kent kültürüyle ilgilenmeye koyuluşumun üzerinden yirmi yılı aşkın zaman geçti. Neredeyse bütün verimlerimde hem sorunsal boyutunda hem izlek olarak beni derinden etkiliyor, geniş yer kaplıyor kent, kentlilik olgusu. Yunus Nadi’nin, kentleşmeden önceki Ankara’yla ilk yüz yüze gelişine göz ataSAYFA 36 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle