Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? nın düzeyini de düşündürüyor. Beden sergilemekten öte özelliği olmayan, Türkçeyi Amerikan ağzıyla konuşan, laubali davranışlarla ekran dolduran sunucuları gözümüzün önüne getirelim; bir toplumda bundan bayağı ne olabilir! Yediden yetmişe çok kişi, renk körü bile olsa, eğer varsa, kimi şovcuların iç çamaşırının rengini rahatlıkla sayabilir. Marilyn Monroe ilginiz dikkat çekici! Bunda Ulysess ve buna bağlı James Joyce’un etki payı ne kadardır? Marilyn Monroe ölümünden sonra ilgimi çekmeye başladı. Ama "sarışın bomba"lığıyla değil, yaşamıyla. Olanaksızlıklardan geldi, çok görkemli yaşadı, herkesin sevgilisi olacak kadar yükseldi, çaresizlik içinde öldü. O, her şeyi olan, ama hiçbir şeyi olmayandı. Belki gerçeği bu değildi, ama ben onda hep bunu gördüm. Öldüğünü duyduğum gece sabaha kadar Ankara sokaklarında dolaştım. O günden sonra da onunla ilgili ne yazılmışsa okumaya çalıştım. Elinde Ulysess’li fotoğrafını bundan on beş yıl kadar önce gördüm. Büyüklü küçüklü fotokopilerini yaparak birçok dosyada sakladım. "Duyguların Anakarası"nın kapağında, onun yine elinde kitapla bir fotoğrafı vardır. Adımın onun fotoğrafıyla bir arada olması beni derecesiz mutlu kıldı. Onda hep ölümün diriliğini yaşadım. Kapağın başka bir özelliği de, dostum Erdal Öz’le birlikte tasarladığımız son kapak oluşu. Çevreme bakıyorum; ölüler dirilerden çok. İkinci bölümü oluşturan "İzlenimler"i, gezi yazıları diye niteleyebilir miyiz? Tam gezi yazısı sayılmaz. Gezi yazılarının bir amacı vardır. Ben bir yere gidip oraları göreyim, orayı tanıtayım amacıyla gitmiyorum. Orada kalmaya gidiyorum. Adından da belli, bunlar gittiğim yerlere ilişkin izlenimlerdir. Onca görülecek yer bende hiçbir iz bırakmaz da, bir şantözün söylediği şarkıyı yıllarca unutamam. André Gide, "Mutluluk anlardadır" der. Beni gidip geldiğim yerde hep anlık görüntüler, anlık etkilenmeler ilgilendirmiştir. Seyyahlık ne orandadır sizde? Biri bir yere gideceğini söylese, sanki ben gidecekmişim gibi, üstüme dayanılmaz bir ağırlık çöküyor. Turlara katılmaktan nefret ederim. Bildiğim kişilerle bir araya gelip bir yere gitmişsek, hangi araçla gidersek gidelim, o benim için bir aile pikniğidir; başımın üstünde yeri var. Tur diye otobüslere tıkılmış turistler ise, kürek mahkumu görmüşçesine irkiltir beni. Bir de toplanıp palavracı bir rehberi dinliyorlarsa, bana öyle gelir ki, onlardan zavallı kimse yoktur. Onlardan olmak istemem. Gençliğimde, Hindistan’a gitmediği halde Hindistan’ı sokaklarıyla, genelevleriyle anlatan meddahımsı adamlar tanımıştım. Turist görünce o sevimli adamlar gelir gözümün önüne. Nerdeyse on beş yıldır, bahar aylarında alıştığım bir yer vardır, oraya giderim. Gezip görmek için değil, deniz kıyısında uzun yürüyüşlere çıkmak için. Kendime kalsa, ömrümün sonuna kadar odamdan çıkmam. elimin altındaymışçasına güven içinde duyumsarım kendimi. Elli sekiz yıldır elimden düşmemiştir Don Quijote. Her okuyuşumda onda yeni şeyler bulurum. O koca kitaptan "Gücümü güçsüzlüğümden alıyorum" sözünü bulup çıkarmam yetmez mi! Bu söz benim torunluk hakkımdır. Don Quijote’u her okuyan onda bir torunluk hakkı bulabilir. "Bizler, kulağımızda ışıldayan bir sese, gözümüzde duygunun izini bırakan yüzlere ömür adamış anlatıcıların çocuklarıyız" deyip sözü ‘ana’ya getirelim! Eksik yaşanmış ömrünüzün, o eksik geçen yanlarını doldurmak adına, toprak’a, yaratılışın mekânı Ağın’a her yıl gidip geliyor, belki de ayakkabının üzerinde kalan tozla bile oraların özlemini bir nebze olsun gideriyorsunuz. Farkındayım, sözü kutsal varlığa, ana’ya getiremedim, size anlattırmak istediğimden, kim bilir? Üç yerin bende derin izleri vardır: rağın görünmeyen yerlerindedir. Bence görülemeyenin algılanması önemli. Sanatın işi de bu. DİRİ YALNIZLIK!.. Eşsiz eş Filiz!.. Ona dair ize rastlamayacak mıyım diye kendi kendime sorarken, sonunda buluyorum onu, "Duyguların Anakarası"nı! Anlıyorum ki, kitabın özünü oluşturuyor Filiz Binyazar; duyguların içine ağan anakara, Ankara içinde… Salvador Dali, her resminin bir köşesine Gala’yı yerleştirirmiş. Elime bir Dali’nin albümünü aldığımda resmi görmem, kim bilir tuvalden beni gözleyen Gala’yı ararım. Doğrudan ya da dolaylı, her satırımda Filiz’den bir iz oluyor. Dali’nin yaptığı gibi, yazdıklarımda ona bir yer aramıyorum. Sevgimin tanığı kalem hakkını alıyor, onu benden ayırmıyor. Kitaba da ad olan "Duyguların Anakarası"nda, görüldüğü gibi, koca bir hayatın Adnan Binyazar, ‘Masalını Yitiren Dev’i okuyan herkesin tanıdığı kardeşi Cengiz Binyazar ile birlikte... nü şaşırmadı; titreşip ‘erdem’ çizgisi üzerinde durdu hep. (...) Zaman olur ki, yaşanan bir saniyelik dostluk, bir hayata bedeldir. Sevgimizi her gün erdemin imbiğinden geçirdik, öyle bir dostluk yaşadık biz..." Dostluğun ibresi önemli, bu ibrenin duyarlı olması daha da önemli. Erdemin imbiğinden geçirmediniz mi, dostluk zambak çiçeğinin ak yaprakları gibi, ay’ın okşayıcı ışığına bile dayanamaz, çürüyüverir. Dostluk hep beslenmek, küçük onarımlar ister. Dostlukta bir darlık yaşanırsa, iki yan da, Shakespeare’in deyimiyle, "Dostluk süt mü ki, bir gecede ekşisin!" diyebilmelidir. Ergani, benim, "kitaba giden yol"umdu dedikten sonra, "bizim kitapöğretmenimiz, zamanöğretmenimiz" diyerek Yaşar Nabi’yle başlıyorsunuz ‘Dostlar’ bölümüne. Yaşar Nabi o zamanki koşullarda kotardığı büyük işlerle sizde hayranlık uyandırıyor! Önce taşra diyordu ve yine o koşullarda kasabaya, köye günü gününe ulaştırıyordu dergileri/yayınları!.. Yokluğu şu günlerde çok belli oluyor kanımca Yaşar Nabi’nin, ne dersiniz? Ama ben yine de umutluyum, gün gelip devran dönecek; "Gökten inmeyecektir, toprağın bağrından çıkacaktır Türk yazarı" düşüncesi tekrar benimsenecektir!.. Türk yayın dünyasında Yaşar Nabi her an aranacak işler yapmıştır. Çorum’da öğretmenim. Yazılarım Varlık’ta yayımlanmaya başlıyor. Yaşar Nabi resmimi basarak edebiyat dünyasına tanıtıyor beni. Bir yaz tatili İstanbul’a gidip o "edebiyat devi"ni ziyaret ediyorum. Öğrencilerimi, onların kitapla ilgilerini sorduktan sonra eli telefona gidiyor, "Adnan Binyazar’ın telifini hesap edip bana getirin," diyor. Biraz sonra bir hanım elinde kâğıt paralarla geliyor. Yaşar Nabi Bey, 136 lira on beş kuruşu bana veriyor. O zaman "telif" nedir bildiğim yok. Şaşkınlıkla bakıyorum. "Yazı parası," diyor. Hey gidi koca Yaşar Nabi Bey! Mezarda kemiklerin kirlenir diye bugün olanlardan söz etmiyorum. Bir de, yazı diye kalemlerine meydanlarda takla attıranları görseydin... 70’lİK GENÇ ERDAL ÖZ VE DOSTLAR Erdal Öz! ‘70’lik Genç’ yazısını kaleme aldığınız günlerde Erdal Öz 70. yaşını kutluyordu. Şimdilerde, eminim üzerinde kırmızı renkte kalp simgesi olan her kitabın sayfasını çevirdiğimizde bizimle buluşuyordur Erdal Öz! Siz de, öncesini biliyorum, yazınızda bir değişiklik yapmak istememiştiniz ısrarla! En iyisi onu bu sayfalarda dolaşırken, o haliyle, var olduğu sezgisiyle yaşamak, doğru muyum? Ölüm kimseye yakışmaz; Erdal Öz’e hiç yakışmadı. Onunla ilgili bir çalışmamda şöyle bir cümle var: "Oysa bir ay önce, güleç yüzünde gün ışığının kızıl aydınlığını bırakmış, başıboş yıldızların sevinciyle ayrılmıştım odasından." Şimdi onu hep yüzüne vuran akşamın o kızıl aydınlığıyla anımsıyorum. Onunla ilgili "70’lik Genç" yazısında da belirttiğim gibi, Erdal Öz ataktı, gözü pekti, zoru yenmeyi başarandı, olanaksızlıklardan olanak yaratmanın emekçisiydi. Yaşamı boyunca güleçliğini, coşkusunu, içtenliğini, o yüksek hoşgörüsünü hiç yitirmedi. Bunca yayıncılık yap, üstüne gölge düşürme! Erdal oydu; gölgelere sığınmayandı. Ölümünden sonra, sözünü ettiğiniz yazıda bir değişiklik yapmadım. O bir diriye yazılmıştı. Öyle kalmalıydı. ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr Duyguların Anakarası/ Adnan Binyazar/ Can Yayınları/228 s. KİTAP SAYI 865 DON QUİJOTE’UN TORUNU OLMAK Her yolculuğa çıkışta (uzunluk fark etmez!) yanınızdan ayırmazsınız Don Quijote’u; bunun sebepleri neler olabilir, bir tür yol arkadaşlığı mı? Öyle ki bir yerde kendinizi Cervantes’in torunlarından biri ilan ediyorsunuz!.. Cervantes’in yaşamı da şaheserdir; Don Quijote zaten şaheser! O yanımdayken dünya yazınının bütün romanları SAYFA 6 Ağın, Diyarbakır, Çorum. Ağın anamın, Diyarbakır duyarlığımın, Çorum eşimin memleketidir. Hangisinde olursam, oranın havasına girerim. Hüzün duygularımın ülkesi ise, üç yerde de o duyguyu yaşarım. Ağın, anamla daha çok Ağın’dı. Şimdi yalnızca bir kuru toprak, ama kokusu hiç gitmeyen. Masalını Yitiren Dev’de "Ana ölümü her şeyin ölümüdür" diyorum ya, Ağın’a her gidişimde dirimde ölümü yaşıyorum. Diyarbakır’da, binlerce yıllık koca bir kültürün içinde duygularımın tarihini yaşarım. Çorum, Ankara’yı geçip umutla gittiğim, dönüşte yokluğun hüznüyle yok olduğum bir yer... "Sokak kedisinin tekmeleyeni çok olurmuş: günde birkaç fasıl döverdi beni." Diyorsunuz. "Yaşanmamış Bir Çocukluk’u okuyunca eskiye gittim gene, "Masalını Yitiren Dev"e. Merak ediyorum, bu yaşadıklarınızı eminim ki, bir başkası yaşasa ilk fırsatta def etme yoluna giderdi usundan! Siz ise tam tersi, tüm çıplaklığıyla, ajitasyon sergilemeden, hatta işin içine kimi yerde ironi, kimi yerde kara mizah katarak okurla paylaşıyorsunuz! Bununla hesaplaşma dönemi muhakkak olmuştur, anlatır mısınız biraz? Siz de "tüm çıplaklığıyla" diyorsunuz, gerçekten, yaşadıklarımı tüm çıplaklığıyla yazdım ben; ama hiçbir zaman yazdıklarımın bir edebiyat yapıtı olduğunu unutmadım. Gerçeğin üstü örtüldü mü, görünen düz bir yüzeydir; oysa onca böcek, gövermemiş bitki hücreleri top yolu çiziliyor, kalemin izinden gidiliyor. Okumalar, sevgiler, yükselmeler, sonra hüzün içinde oyalanmaya dönüşen bir hayat... Bakıyorum da, Marilyn Monroe’nun hayatı ile benimki aynı; bir farkla, o ölü yalnız, ben diri yalnız... Kitabın son bölümü, ‘Dostlar’. Sizde ‘dost’ kavramı içinde neler aranır mesela? Dostluk, yakın ilişkilerle doğan bir duygudur. Bende dostluk kavramı uzak ilişkilere de uzanıyor. Örneğin ancak birkaç kez birlikte yemek yediğimiz Yaşar Nabi’yle yakın ilişkiler bağlamında bir dostluk olamaz. Köy Enstitüsü’nde okurken, küçücük bir kasabaya dergi, kitap ulaştıran Yaşar Nabi benim "kitap öğretmenim"di, bunu zaman sektirmeden yaptığı için bir de "zaman öğretmenim"di. İnsana kitabı, zamanı bahşeden insandan öte dost olur mu? Dağlarca benim beğeni öğretmenimdir, Aziz Nesin anlayış öğretmenim... Dostlar arasında saydığım Bozkurt Güvenç, Ruşen Keleş, Atalay Yörükoğlu bilgi dostumdur, erdem dostumdur, aynı acıyı duyumsama dostumdur. Yeryüzünün neresinde olursa olsun, Asya’da, Afrika’da, Amerika’da; Bozkurt Güvenç benim duygu dünyamda hep var olmuştur. Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Erdal Öz’le aynı geminin tayfalarıydık. Emin Özdemir’i anlattığım bölümde geçen şu cümleler, dostluk duygularımın hangi derin vadilerde aktığını belirtmeye yetecektir sanırım: "Acıyla sevinç arasında gidip gelen dostluğumuzun duyarlı ibresi hiç yönü CUMHURİYET