Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Hey öğretmenler, öğrenciler, okurlar, yazarlar bu kitabı okumak, buradaki aşkla yüzleşmek boynunuzun borcu olmalı! Dilseverliğinizin, yurtseverliğinizin ölçütü çünkü bu kitap. Çisenti olarak değil, bereketli bir sağanak olarak üzerinize inecek, sizi güneşte açtıracak bir tansık! M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası G üz, burnunun ucunu gösterdi sonunda. O da çok iyi örtüşüyor öyküyle, tıpkı bahar gibi. Muzaffer Buyrukçu’yu sonsuzluğa uğurladığımız günlerin hüznüne de denk düşüyor öykü. Bu nedenle dramayı, yanı sıra yaratıcı dramayı, tiyatroyu mevsimin açılışına, ekime bırakıp eylülü öyküyle sürdürelim istiyorum “Kitaplar Adası”nda. Şu birkaç hafta içinde ele alacağım öykü kitaplarına Nezihe Meriç’le başlamak geçiyor içimden. Nezihe Meriç, elli yılı aşkın süredir verimlediği az sayıda, ama seçme diyebileceğimiz öykü kitaplarıyla hep arayış peşinde olduğunu gösterdi bize. Gerçekten de onun hemen hemen hiçbir öykü kitabında, bir öncekinin yinelenmesi, hatta süreğeni diyebileceğimiz öyküye rastlanmıyor. Bu nedenle Nezihe Meriç öyküleri, bir anlamda serüven öyküleri. Bir öykü yazarının öykü sanatındaki arayışının, ardına takılmanın, aradığını bulmanın heyecan dolu serüveni… Çisenti (YKY, ikinci basım, 2006), bu gerçeği bir kez daha gösteriyor bize. Üstelik bu kez serüven peşinde koşan bir öykücü olarak, kahramanı öykücüyü de tüm zaman dilimleri içinde gezintiye çıkararak yapıyor bunu yazar… Nasıl öyküler bunlar? Bakıyorsunuz başlıklara… “Hani Bir Zamanlar, Yeşim Küçükken, Boğaziçi’nde Hani Yalı Daha Sağlamken, Hani Onlar Daha Hayattayken” deyiveriyor yazar, sonra “Bu Bir Uzun Hikâyedir Orasından Burasından Yazılmıştır” diyor, “Dünyaya Gelmek İsteyip İstemediğimi Soran Olmadı. Nasıl Yaşamak İstediğime Gelince… Yaşamöykümden, Bir Küçük Bölüm Yazabilirim, Örnek Olarak” diyor, diyor da diyor… Sonra da başlığı böyle olsun olmasın alıp farklı çevrenlere doğru uçuruyor bizi… Sözgelimi adlarını saydığım öykülerin ilki… Ne görkemli bir öykü bu böyle! Hani Sait Faik, “Bir insanı sevmekle başlar her şey” der ya, hayır, bundan önce, “Konuşulan dili sevmekle başlar her şey” denilmeli bence, ardından eklenmeli, “Onu dönüştürmekle, değiştirmekle…” Meriç’in, dilini öyküye özgülemesi, onu bu biçimde yoğurmasından kaynaklanıyor işte. Bana kalırsa, ondaki söyleyiş ustalığı, çok yerel bir dili evrensel tatla biçimlendirişinden, kız çocukları gibi onu salım salım salındırıp yelpazelendirmesinden kaynaklanıyor. Son zamanlarda öyküyü dille yoğurmak anlamında böylesine çarpıcı örnekle karşılaşmamıştım diyebilirim. Öyleyse Çisenti’deki öykülere dalalım birlikte, hem de Nezihe Meriç’e uygun yaklaşımla, “orasından burasından”… Orasından burasından öyküye bakmak görürüm Meriç’in öykülerinde ben. Bundan nice yararlandığımı ekleyeyim de tam olsun, ama istiyorum ki herkes ayırdına varabilsin bunun. Meriç, dilde “lekeleme” olarak tanımlayabileceğimiz bir kavrayışla kuruyor öyküsünü. Bu lekeleme, öyküyü okurun oburca parçalayıp tüketmesini engelliyor, ötesinde böylesi tutumdan da uzaklaştırıyor onu. Çisenti’deki öykülerin tümü bu bağlamda örneklenebilir bana göre. Gerçekten de lekeleyip benekleyen, bunları toplayıp belirginleştiren yani ilkin savurganca dağıtan, ama sonra da harmanlayıp deren bir yazar tutumu bu. İşte bu nedenle Nezihe Meriç öykülerini liflerine çok iyi ayırmak gerekiyor, hiçbir ayrıntı atlanmamalı onda! Öykülere orasından burasından yaklaşmak için ilk adım bu! Dili böylesine yoğurmak Nezihe Meriç’e özgü bir tutum. Onun özel bir dil örgüsü, sözcükleri olduğu görülebiliyor daha ilk bakışta. Dildeki şaşırtıcı tazeliğinin gizini burada arayabiliriz bence. Öyküsel lekelemede de, dilsel örgülemede de Hititlerin kakmageçme denkler, torbalar, çantalar, bir anda birbirine karışıp harmanlanıyor. Tartışmalar, söylenmeler, gülüşmeler, küçük çaplı kavgalar derken, bir vakit geliyor, her şey uçmuş gibi kayboluyor. /Orta yerde, iki küçük denk, üç eski bavul, yanakları ateş gibi yanan bir kadınla, iki yanına yapışmış iki küçük çocuk kalıyor.” (39, 40) Zaman zaman masal diliyle bulandırdığı da oluyor öykülerini yazarın. Bu dilin, özel bir söz varlığıyla, söyleyiş doruklarıyla zenginleştirildiğini söylemeye gerek yok sanırım. Sıradan bir seçme bile bunu ele verecektir: Piripinçik, çintik, çıpır çıpır dolaşmak, pesen pesen yağmur, pırpıl kavak, koyulmuş gam yükü, keşkeleyim, çın sabah, kıpışık göz, çalak, gelberi bastırmak, yağmur kuşağı kadın, vıttırıvızzık herif, ay aydınlıksız gece, gün açmışçasına ışıltılı sevgi, fındırmak, çipil mavi, doluksamak, tavşan tüyü yağmur, elen belen olmak, ufantı, kar cini vb. Nezihe Meriç veninin aktarılışında bunu bireysel bir sorgulayışla at başı götürür, Meriç ise olgusallaştırıp yaşantı düzleminde tutuyor bu yaklaşımını. Yaşamöyküsel öğelerin, imlerin, verilerin, ayrıntıların gizlemeye, soyutlamaya, değiştirmeye ya da dönüştürmeye gerek duyulmaksızın, olduğu gibi hem de apaçık biçimde işlenmesi, ama bu arada alabildiğine öyküleştirilmesi ne zordur. Nezihe Meriç, bu zorluğu aşanlardan. Öte yandan Çisenti, ülkenin coğrafyası, kültür tarihi bağlamında yapılandırıldığı için de ilginç geldi bana. Yazarlığa soyunmuş bir kahraman, yaşadığı toprakta bu durumu insanlarıyla birlikte sorgulamaya girişmez mi ilkin? Özellikle “Çisenti” başlıklı bir dizi öykü, İstanbul’u dinlemek, ona bakmak açısından örneklenebilir: “Günün, hemen her saatinde başkadır Boğaziçi. Bir onu seven, ona bakmasını bilen için, bir de, kıyısında, onunla göz göze uzun yıllar oturan için.” (87) “Arkanda bıraktığın kentlerin hiçbiri senin değildir. Onları bir daha göremeyeceğini bilirsin.” (93) Farklı bir İstanbul öykücüsüyle karşı karşıya geliyoruz Nezihe Meriç’in öykülerinde. Öteki İstanbul öykücülerinden ayrılan bir yan var onda. Biraz daha ileri gidip Çisenti’de yazarın, kentlilik sorunsalına girdiğini de söyleyeceğim. Nitekim “kentin ruhu” (100), “Kentler insanın psikolojisini belirler” vb. söyleyişler, yazarın öykülerindeki kentbirey ilişkisinin de ipuçlarını oluşturuyor: “Bir kenti neden sevdiğini hem bilir, hem anlatamaz insan.” (99); “…Kentte yaşamayı kenti sevmeyi bilenler sezebilir.” (96) Demek ki Çisenti’deki öykülere bakabilmek için kentlilik olgusunun da kesinlikle dikkate alınması gerekiyor. ÖYKÜNÜN VARLIĞI YOKLUĞU... Nezihe Meriç de bir ayrıntı ustası elbette bütün öykü yazarlarında görüldüğünce. Ne ki Meriç’in ayrıntıdaki ustalığı, öyküsel imgelemenin pekiştirilmesi için yapılıyor. Oysa diyelim Buyrukçu’daki öykü ayrıntıları, kahramanlarının çok daha net çizgilerle ortaya çıkabilmesi için var. Nezihe Meriç’te ayrıntı renklerin, seslerin, dokunun pekiştiricisi, anlamlandırıcısı. Buyrukçu’da ise kahramanların tutumlarının, davranışlarının, eylemlerinin işaret feneri. Ama sonuçta her iki öykücü de ayrıntıyla öyküde neler yapılabileceğini göstermek açısından birer öykü öğretmeni olarak belirgin konum kazanıyor. Girin lütfen bu öykülerin altına. Üzerinize çiselesin… İşte o zaman göreceksiniz Çisenti’nin aşk kadar yoğun, katmerli bir öyküler toplamı olduğunu… Bunu birebir yaşayarak üstelik. Gelin şu satırları birlikte okuyalım şimdi: “Kocasını seviyor muydu?” “Evet. O iyi bir insan ama, Ahmet’i gördüğü zaman tepesinden ayak parmaklarına dek inen o ateş, o titreme!” (85); “O, benim eşim bu dünyada. İyi bir insan. Ben onu korumalıyım. O, tertemiz, iyi yürekli, bilmediğim, erişemediğim derinliklerinde saklanmış ‘hicran yaraları’ olan bir delikanlı. Yaşı ellilere varsa da.” (100) Ne diyor Nezihe Meriç: “Aşk, …sevinç gibi bir şey…” (63) Hey öğretmenler, öğrenciler, okurlar, yazarlar bu kitabı okumak, buradaki aşkla yüzleşmek boynunuzun borcu olmalı! Dilseverliğinizin, yurtseverliğinizin ölçütü çünkü bu kitap. Çisenti olarak değil, bereketli bir sağanak olarak üzerinize inecek, sizi güneşte açtıracak bir tansık! Üzerinde gereğince durulmadı mı bir öykü kitabının, canım sıkılıyor. Güzelim emeğin görülmeyişine, güzelduyusal bu kabarmışlık karşısında duygulanılmayışına yazıklanmıyorum yalnız, öfkeleniyorum da. Karşı dikilip “Heyt be!” diyesim geliyor. Affedersiniz, güzel bir öykü de heyecanlandırmıyorsa sizi, yaşadığınızı nasıl duyuracaksınız kendinize? ? KİTAP SAYI 865 ÖYKÜNÜN BAKILMA NOKTASI... “Kimin Kimsesi Kim” başlıklı öyküde “Bir kişinin öyküsünü yazmaya kalktığında pek çok kişi seninle” diyor Nezihe Meriç. Ardından ekliyor: “Şimdiye dek yazdıkların kurgu. Ama sen gerçeksin…” (23, 25) Ne yalan söylemeli, Nezihe Meriç müthiş bir öykücü. Onun öyküleri yalnız her dem taze değil, yanı sıra hep iç açıcı, iştah kabartıcı. Okuyana, okuma mutluluğu tattıran, insan olmanın, sevdanın büyüsünü ya ÖYKÜNÜN ORASI BURASI... Nezihe Meriç bende, öykü verimlemek için yaratılmış yazar imgesi uyandırıyor hep! Çisenti de öykücülüğümüzde yeni bir alan açıyor bence. Yeter ki biz, önümüzde açılan bu alanın bilincine varmış olalım! Öyle ya Nezihe Meriç’in varlığı öykücülüğümüz için büyük olanak, varsıllık. Baştan bu yana, öykü sanatının yanında bir yaşama sanatını da serimlediğini SAYFA 28 yöntemine benzer bir uygulayışı var yazarın. Anlatının ya da öykülemenin geçişlerini dilsel imler, imgeler, simgeler sağlıyor. Anlatı da pekişip sağlamlaşıyor böylelikle. Nezihe Meriç’in öykücülüğünü daha yakından tanımak için şu bir iki satırı aktarayım istiyorum şuracıkta: “Sonunda yol bitiyor. Bir kıyı kentin, deniz görmese de deniz kokan, aynası açık, şenlikli garajına varılıp, korna sesleri, konuşmalar, seslenmeler, küçük karşılama bağırışları arasında, kaynar sıcağın içine iniliyor. /Yapışan etekler,kirli eller yüzler, otobüs yardımcısının bağırışları, karşılamaya gelenler, bavullar, şatan öyküler. Bunda öykülerde birer yol gösterici konumundaki yaşamöyküsel öğelerin rolünün büyük olduğu göz ardı edilmemeli kesinlikle. Nezihe Meriç, bu anlamda içlidışlılık kurduğu yerlilik yansıtan öğelerle öylesine oynuyor ki şaşıp kalmamak elde değil! Bir öyküsünde, “Yazarak kendimi yeniden yaratacağım” (61) diyor kahraman. Sonra bir ara soruyor kendine: “N’oldu benim yazarlık?” (67). Öykü yazarı, kendini karaktere dönüştürürken, bunu bizim için olağanüstü ilginç kılabiliyor. Oysa bizde yazarlar, yazarlık serü CUMHURİYET