29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? kesiti aldıysa, o kadar dil oluşturmuş Nezihe Meriç; kahramanların sözcükleri, vurguları, bakışları, düşünüşleri, tepkileri parmak izleri gibi kendilerine ait. Gül konuşuyor: “O karı geldi, zabahınan buraya. Ayla Hanım. Bana iş öğreteceğmiş. Onların evini temizleyeceğmişim. Paraynan. Hatice Anam gibi. Öbür karılar gibi. Para kazanacağmışım.” Aynı Gül, çok daha sonraları: “Bu Hüseyin’in heçbir şeye aldırdığı yok. Kafasına vursalar ses etmiyor. Demin annattı işte. Gördün elin adamı nasıl bağırıyo insanın yüzüne. Sanki biz eşeğiz burada.” “ (…)Neye manyak olacağmışım? Ben sordum öğrendim. Benim gazandığım paraynan, gondu dutarız, aha eşye da var.” İki sözcüğü çekip büyüteç altına koyalım: “Para kazanacağmışım.” Burada ‘özne’nin, gerçekleştireceği eylemin bilincinden ve sorumluluğundan uzak olduğunu görüyoruz. Sanki başkasına dair bir şeyden söz ediliyormuş gibi, ‘para kazanmak’ ile özne arasında büyük bir uzaklık olduğu seziliyor. Gül, on yıl sonraki konuşmasında “gazandığım paraynan” diyor. Bu kez eylem ile özne bütünleşmiş, eylem, özneyi biçimlendirmiş ve bir bilinç oluşmuştur artık. Dil, yalnızca sözcük sonundaki eklerle tüm bunları okura iletebilme gücünde olan bir malzeme. Edebiyatın temel ölçü biriminin ‘dil’ olduğu bir kez daha kanıtlanıyor. Nezihe Meriç bu kitabında da olaydan çok doku üzerinde yoğunlaşıyor. Bireyi, içinde yaşadığı sosyal ortam ile birlikte ele alıyor, olayların toplumun sosyolojik yapısı ile bağını her daim göz önünde tutuyor. İsmidal köyde, kimsesiz ve onca güzelken, kentte onca evde kapı kapı çalışırken tacize uğrayabilirdi, şeytana uyup hırsızlık yapabilir, mahpuslara girer çıkar hayatın türlü yollarında yürür ya da talih ona aniden güler, zengin şanlı şöhretli bir kadın olabilirdi; neden bunların hiçbirisi olmuyor bu kitapta diye akla gelebilir. SESSİZCE SÜREN YAŞAMLAR tam tersiydi. Gündelik, sıradan bir sıkıntı.” 198485, 12 Eylül darbesiyle büyük güçlükler yaşayan aydın kesimi için hâlâ önlerini göremedikleri belirsizlikle dolu bir dönemdi; oysa, toplumun büyük çoğunluğu ‘çağ atlama’, ‘köşeyi dönme’ sloganlarının ardında kendilerinden geçmiş, kendilerini inkâr eden bir yabancılaşmanın sıtmasında koşmaya başlamıştı. Bu koşu, Tahsin Yücel’in 2005’te yayımladığı ‘Kumru ile Kumru’ adlı romanında, yine bir kapıcı dairesinde, eşyanın insanı biçimlendirdiği tüketim toplumu menziline kadar uzandı. Aydınların bu çoraklaşmadaki payını, sıkıntısından avurtları çökmüş yazar Seyfi’den dinleyelim: ÇORAKLAŞMADAKİ PAY... Sanırım bu, yazarın bilinçli bir seçimi. Gazetelerin üçüncü sayfasına konu olmadan bir yerlerde sessizce sürüp giden yaşamları sorguluyor Nezihe Meriç. Parlayan ve sönümlenen olaylar yerine, ‘kök’ kavramlarla karşılaşıyoruz. Kitabın sonunda Gül’ü, kapıcı Hüseyin’i, aydın sıkıntısıyla bunalan Ayla Hanım ve arkadaşlarını nasıl bir geleceğin beklediği okurun sorgulamasına bırakılmış. Onlar da üçüncü sayfa haberlerine düşebilir, ‘olay’a dönüşebilirler? Belki her şey yoluna girer? Belki yarınları şimdiden öngörülemeyen türlü hallere gebedir? Bilinmez. Gül mutfakta iş yapmaktayken, salonda, kahkahalı, mırıltılı, sigara dumanlı topluluk bir türlü dengeyi tutturamamaktadır. ‘Aydın sıkıntısıdır’ bu. Ayça Sevda karşıtlığında Nezihe Meriç’in aydın tanımı belirir: “Ayça’yla Sevda. İkisi de huzursuz ve sıkıntılıydı. Ayça’nın sıkıntısı, bir anlam aramanın, yaşamanın ne demeye geldiğini irdelemenin getirdiği bir aydın sıkıntısıysa, soru soran, yanıt arayan birinin sıkıntısıysa, Sevda’nınki CUMHURİYET KİTAP SAYI Gül yine Ayla Hanımlar’ın mutfağında, Seyfi Bey bir arkadaşıyla telefonda konuşuyor. Gül dinliyor :” Ne aydını yahu? Adam kendini, toplumdan, çevresinden soyutlayacak, beyimiz köşesinden ahkam kesecek. Sonra… Yok yahu, o senin iyi niyetin kardeşim. Ben sana bir şey söyleyeyim mi bu toplumun başka bir aydına ihtiyacı var. Başka bir aydına. Eli yaşadığı toplumun yüreğinde olan, onunla aynı titreşimi yaşayan, paylaşan, anlatabiliyor muyum, onun sorularına, sorunlarına yanıt getirebilen, getirmeyi amaçlayan başka bir aydına. Anlatabiliyor muyum? Yapma böyle gözünü seveyim, bu insanlar yaşıyor kardeşim. Bu memlekette birikmiş acılar var. Görmezden gelemezsin. Adam soru soruyor kardeşim soru: Ben neden açım diyor. Neden işsizim, neden bana iş yok, ben ne olacağım, çocuklarım ne olacak diyor… Efendim? Ne kurtarması canım! Bir katkı umudu benimki.” Bunlar nicedir pek duymadığımız sorular, sorması gerekenler de yanıtlaması gerekenler de hipermarketlerin içinde ya da dışında öylesine bakınıp duruyorlar. Tanımlanamaz dev bir deliğin içine doğru çekiliyoruz sanki, yüzümüz, ellerimiz, sesimiz çekiliyor. ‘Oradan da Geçti Kara Leylekler’, Gül’ü, arka planında köyden kente gelen diğerlerini, kapıcı dairesinde, apartmanların bahçe duvarlarında, kapı önlerinde süren yaşamları, üç oda bir salon evlerde gündelik sıkıntılarla ya da aydın sıkıntısıyla yaşayanları anlatıyor. Nezihe Meriç, “Sinema için bir anlatı” olarak nitelemiş yazdıklarını. ‘Sinema filmi için yazılmış bir metin’, ‘öykü’, ‘roman’ gibi nitelemelerden hangisi söz konusu olursa olsun, okuru asıl alıp götüren, eline kitabı alıp köşeye çekildiğinde kendini sözcüklerle oluşturulmuş yepyeni bir dünyanın içinde bulmak kanımca. Her gün görüp işittiklerinin, dahası, kendi davranış ve düşüncelerinin nedenini nasılını, eğrisini doğrusunu bir kez de edebiyatın sihirli aynasında görüp,”evet işte bu!” diyebilmek. Bir de kitabın bir Karadeniz türküsünden alınan o çarpıcı ismi… “Oradan da Geçti Kara Leylekler’…Yürek sızlamadan okumak mümkün olmuyor bu adı. ? Oradan da Geçti Kara Leylekler/ Nezihe Meriç/ İş Kültür/ 98 s. 879 SAYFA 9
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle