Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
BİLCE KARASU Günümüz anlatı yazarlanndan, doğ. 1930 Istanbul, ölm. 14 Temmuz 1955. îstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde okudu. Çevirmenlik yaptı. D. H. Lawrence'den çevirdiği Ölen Adam adlı eserle Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü'nü kazandı (1963). Kendi hikâyelerini toplayan ilk kitabı 1963'te çıktı: Troya'da Ölüm Vardı. îkinci kitabı Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (1970) ile 1971 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı ve Gece ile 1991 Pegasus Odülü'nü aldı. Öbür kitapları: Göçmiiş Kediler Bahçesi (1980), Kısmet Büfesi (1982), Gece (1985), Kılavuz (1990). Deneme kitapları: Ne Kitapsız, Ne Kedisiz (1994;1994 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü), Narla IncireGazel(1995). Kaynak: Behçet Nccatigil, Edebiyatımızda Isımler Sözlüğü. Hikâye Eleştirileri Fethi Naci'den Sekizinci Masal Bizim Denizimiz rinlemek için giriyor, hemen dönüyorlardı çardağın altına. Ders çalışıyorlardı; sınavlara hazırlanıyorlardı herhalde. Arada bir, sesleri bir parça yükseliyor, çardağın altında bile titreştiği görülebilen havada, kumun üzerinde bir bilim terimi, ağırbaşlı, kitaptan çıkma bir iki söz uçuşuyor, saçılıyordu sağa sola. Kumsalın gerisindeki fundaJıktan bir kertenkele çıktı, irice bir taşa tırmandı. Karnı inip kalkıyordu güneşin kızgınlığını emmiş taşın yüzünde. Erkekler denizdeydi. Bildikleri denizin bildikleri yeşillerinı, her an yeniden tansıyarak yüzüyorlardı. Serinlemek için değil yalnız; yiizmek için de değil gerçekte. Suyun içinde olmak, suyun içinde kollannın, bacaklarının, gövdelerinin yan özgürlüğünü bir tamlığın mutluluğu diye yaşamak, suyun esnekliğinde devinmek, tuzun kanların.ı karıştığını duyar gibi o! mak için... Bu tıızlu su işi, ikisinı de heyecanlandırırdı. tkisinin de akhnda, yıllar önce okunmuş 'Ister inan, ister inanma' değerindeki bir başlık, o başlığın ardından gelen düzenli bilgilerin kanla deniz suyu arasında bulunduğunu gösterdikleri benzerlik ağnamaktaydı tembel tembel. Böyle bir benzetişte, tuzlar, su, ortam güçlük çıkaracak terimler değildi de, renge, akışkanhğa, ısıya gelince durakLyor, gülüyorlardı bu özdeşliğe... Haydi ısıyı düşürdük, diyorlardı, haydi akışkanlığı artıralım, dıyorlardı, kan pıhtılaşmasın, kurumuş kan pul pul, toz toz, dökülmesin, diyorlardı. Rengi de dönüştürecek bir yol bulamayız ya... GüJüyorlardı bu benzerliğe. Haydi, haydi, diyorlardı, biraz daha akıllılık etmeğe çalışalım, rengi de dönüştürecek bir... Gülüyorlar, akıllılıkla değil, aklı artırmakla değil, eksiltmekle bu işin üstcsinden gelmek gcrekeceğini söylüyorlardı. Aklı eksilrmek için gene aklı kullanmak gerektiği gerçekliği ise, yüzdıikleri açıkların kımıltısızlığında, sudan çok daha katı berin ateşi yeşildi örneğin. Hah, diyorlardı, doğru yola girdik galiba. indirgemek... indirgemek gerekiyordu. Denenmeliydi. Kumsalın gerisindeki kızgın taşın üzerinde soluyan kertenkele, fundalığın içinden gelen S bir hışırtıyla irkildi, yıldıradı şöyle bir... Daldı sonra. Taşın altına sıgında. Yeşilimsi boz rengi kuma uyuyordu serin gölgede. Aralanan saplann içinden bezgin bir kedi çıktı, taşın üstünü, dibini kokladı, arandı, bir şey bulamadı, üstelemedi, uzaklaştı. Uzun boylusu, "ayağım değdi," dedi, "dibe." Biraz ötede orta boylusu "ben de diz çökebiliyorum artık," dedi. Başlan suyun üzerinde kıınılsızdı şimdi. "Karaya çıkmağa karar verdik. Tamam," dedi uzun boylusu. Uzun boylusu onu yansıladı: "He," dedi orta boylusu. Uzun boylusu onu yansıladı: "Heye! Heye!" Güldüler. Çok uzak bir ülkenin dilinde dc onama sözü Oİarak kullanılıyordu bu. Filmlerden öğrenmişlerdi. "öyle hemen çıkilmaz ki zaten," dedi uzun boylusu. "Başımızı çıkardık, boğulmayacağımızı anladık, ama düşmanlarımızı bilmiyoruz daha... Var mı, yok mu^ Varsa, kimler?..." Gülmemek için güç tutuyorlardı kendilerini. Orta boylusu, "hep suyun içinde kalarak, emekleye emekleye ılerleyelim," dedi, "su daha da sığlaşınca karm üstü sürünelim, kıyıyı iyice kolladıktan sonra çıkalım, heye mir)" "Heye" dedi uzun boylusu. ama gülnıüyorlardı artık; bir uzak denizin içinden yavaş yavaş karaya yaklaşmağa karar vermiş, uzak çağların ayaklı kollu su yaratıklarıydılar şimdi. llerliyorlardı. Sürünüyorlardı. Ağır ağır. O ilk karaya çıkan yaratığın bütün sakıntısını, duymağa çalışıyorlardı, yaşıyorlardı. Sonra sırtlan yavaş yavaş, güneşten ısındı, yanmağa başladı; göğüslerinde kumun batıcı haşırtısı artıyordu, çakıllar oynuyordu karınlartnın altında: Ellerini aynı anda, ürkek ürkek, uzattılar, yaş ama suyun artık örtmcdiği kumlara doğru. Orta boylusu da uzunu da, hiç yadırgamadıkları dört ön üyenin art arda kuma saplandığını gördüler. Yaş kumlann örttüğü yerlerin, parmakların, pençelerin yukarısında pullar ıslak ıslak balkıyordu, bozumsu, yeşilimsi bir renk içinde. Karınlarını ürkek ürkek şişirdiler. Başlarını kaldırdılar. Yavaş yavaş, güçlükle, sağa sola çevirdiler. Kumsalın üzerinde kocaman kocaman renk lekeleri vardı, tiz, diken diken sesler çıkaran. Donuk, kıpırtısız, çıplak, patlak gözlerinin iri yuvarlaklığını gördüler, başlan ağır ağır birbirine doğru döndüğünde. Sürüne sürüne çıkıyorlardı karaya. Yanından geçtikleri bir tahta parçasının kıyısından çıkmış bir çivi, uzununun böğründe uzun bir çiziğin ağartısını bıraktt. Az sonra, pembeleşen ağartıdan birkaç damla kan sızdığını görünce, orta boylusu, "bak, kanunız hâlâ kırmızı," demek istedi, yanındakilerin gözlerini gözleriyle amaçlayıp, "Acıdı yahu," demek istedi uzunu. Ikisi de göz göze gelmiş duruyordu. Bakıştılar, uzun uzun ağızları açıldı. Sesleri değil, homurtuları bile çıkmadı. Çıkamadı. (1969) • K İ T A P S AY I 737 Ç Akromadenıztnc... ocuklar, kumsalın balçık gibi yoğrulabilen yerinde oynuyorlardı. Sıcacık, yumuşacık tüylü hayvan sırtlan üzcrinden aşarmış gibi, kovalaşarak gelen dalgalar, ayaklarına, ellerine doğru uzandıktan sonra bitiveriyor, sönüveriyordu kumlann içinde. Kıçlarında iki dairecik vardı çocukların, yaş kumların yapıştığı yerde. Ne yapacaklarını kestirememişlerdi daha. Topaklar yoğuruyorlardı, kalıp kalıp aldıldarı çamuru biraz öteye götürüyor, bozuyor, yeniden yoğuruyorlardı. Çukurlar açıp önünde çömcliyorlar, cşelcdikledikleri kıımları bir yana yığıp ayalarıyla vura vura sıkıştırıyorlar, buldukları izmaritlcri, çalı çırpıyı, yalız yüzlü iri çakılları çukurlara doldurup gömüyorlar, üstünü örttükten hemen sonra yeniden açıyorlardı. Sesleri işitilmiyordu pek. Her şey oyalıyordıı onları. Arada bir, paylaşamadıkları bir çakıl, denizin yonrup biçimlendirdiği bir tahta, bir dal parçacığı üzerinde çekişecek gibi oluyor, sonra onu hcmen yaş kumlaıa gömerek anlaşmazlık doğuracak bir şey bırakrnıyorlardı ortada. Çakıl da, aransa yontulu tahta parçacıkları da, çoktu kumlann arasında. Bir ara, esintiye uyarak ayaklarının dibinc sürüklenen bir mektup zarfı köşesi, onları biraz huysuzlandırdı. Pulu parıl parıldı, renkli renkliydi, örselenmemişti. Bir tanesi onu sökmeği başardı, yırtmadan, buruşturmadan; öbürleri, ağızlan açık, gözleri irileşmiş, bakmış durmuşlardı ona; oğlan tuttu, pulu göğsüne yapıştırdı; uzanan eller asılı kaldı havada; göğsü pullunun yumrukları kalkmıştı. Sonra puJ da çukura gömülenler arasına girdi. oyunları sessizce sürüp gidiyordu. Geride, çok geride, fundalığın içinde, bir kertenkele sessizlikten ürktü, incecik bir hışırtı içinde aktı, yitti. Kadınlar, çocuklann biraz arkasında, çardağın altında oturuyordu. Konuşuyor, uzanıyor, uyulduyor, kalkıp gene lâfa başlıyorlardı. Çardak altının köşegenlemesine öbür uaında, onlardan uzakta, ıki oğlan vardı. lyicene yanmış, büsbütün esmerleşmişti zaten güneyli derileri. Onlar denize ancak biraz se bir yüzey gibi gelip burunlarına, alınlarına, dayanıyordu. Rengi de dönüştürecek bir... Kumsalın bir ucundaki dere yatağının suyu iyiden iyiye çekilmiş balçığında bir kurbağa, yaklaşan bir tehlike sezmiş gibi ürkek, vırakladı. Dereyle deniz arasına yığılmış çakıllara doğru attı kendini. Vazgeçti, üç sıçrayışta yatağın yukarısına doğru kaçtı. Yemyeşil bir su kalıntısını hâlâ bulabileceğini sezdiği doğrultuda... Karadakilere bakıyordu erkekler. Yel denızden tuz taşıyamayacak denli hafif esiyordu, yalnız tozu, kumu bırakıyordu çardağın altındakilerin kulak kıvrımlarına, burun deliklerine, dudaklarına, göbeklerine... Çocukların, bir ayakları tozda, bir ayakları tuzdaydı. Tuz, şimdilik, bütünüyle, yalnız kendilerindeydi, denizlerdekilerde... Su onlardaydı, suyu arada bir yalayıp kırıştıran ince yel onlardaydı. Yalni2 güneş karadakilerden yanaydı şu anda. Gülüyorlardı, ateş bizde, bizim içimizde nasıl olsa, diyerek. Bunu, denizin kanla aynı bileşimde olmasına karşı bir üstünlük olarak kullanabileceklerini düşünüyorlardı şımdı. Isıyı düşürmeyeceklerdi daha. Gene de renk kalıyordu ya, açıkta... Ateşin kımıızısını indirgemek, erik, yaprak, yosun, biber yeşiline indirgemek... Bi SAYFA 8 C U M H U R İ Y E T