06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

INCI DOGANER O ykülerin tümü ölümle ilgüi; ölüme eşlik ediyor, ölümün içine eiriyor, ölümün dışına çıkıyor, ölümün ötesine geçiyor. Kitap boyunca anlatıcı bize yoksa kendine mi? ölümü seçmenin doğruluğunu anlatmaya çalısıyor. Yoo, bize "hadi intihar edin demekten öte bir şey bu! Aslında, anlatıcı bizim "gerçek olarak öğretilen" sanal gerçeklikten, yani, "iş, politika, aşk ve sanat" konusundaki yanılgımızdan sıyrılmamızı iktidar tutkumuzu terketmemizi istiyor: "Ölümü sevseydik eğer"... Ve ancalc bu şekilde gerçekliğimize, yani aşka ulaşılabileceğimizi söylüyor. Öykülere bir göz atalım: îllc öykü " O An Işte Şimdi" de karşımızda, ölüme geçiş halinde birini görüyoruz. Bu anlatıcı, bir odada, onu kuşatan kalabalığın içinde, önce dili, sonra töreni yitiriyor. Yaşananlara düzen ve anlam getiren ışık sönünce genye ne kalır? Sahi ne kalır? Beklenenin aksine, öykü kişisi bu süreç boyunca hafifliyor, genişliyor; insanların devinimlerini, onlar farketmeden yönlendiren bir algıya, ölümü anımsatan bir kokuya dönüşüyor. O odadan çıkıp dünyaya dağılıyor, taşlaşıvor, rüzgârlaşıyor; mutlu bir yalnızlıSa ulaşıyor. Tıpkı anne rahmindeki gibi bir şey vermeden alma rahathğına kavuşup özgürleşiyor. îlk kez "bir şey yapmış olmamanın' özgürlüğüne kavuşuyor. Bu süreç içinde ölümü mutluluğa dönüştüren de bu özgürleşme ve yalnızlaşma. Psikoloiik düzlemde t>u, gerçek bir özgürleşme değil; ağır bir yükten, bir kalabalıktan yadsıma yoluyla kurtulmadır. Sırtındaki yük, benzersiz bir dışsal güçle, ölümle alınır. Bu kalabalık, baskıcı bir üstbenin göstergesidir. Sanki, onun yaşarken sahip olduğu değerler anlamını yitirmiş; gereksinimleri karşılamaktan uzak biçimsel bir sürece, bir Daskı unsuruna dönüşmüştür. DU, birbirini anlama, derdini anlatabilme işlevini yitirmiştir. Anlatıcı, "misinaya dizilenboncukların", "u'lann.ö'lerin" dağılmasıyla birlikte sanki bir oh çeker. Toplumsal düzlemde, bunun dağılanların, yozlaşmış, ıçerikten yoksunlaşıp biçimselleşmiş değerler olduğu düşünüleDÜir. O değerleri dönüştürebüme gücü, yani iktidar yadsınırsa, sanal ölümün sanal yüksüzlüğü çekici gelebilir kuşkusuz. Yalnızlık, sanal bir ölümle kavuşulan sanal özgürlük, baskıyı azalttığı için bir çözüm çekiciliği taşıyabilir. Öykünün uzamsal/yapısal, toplumsal ve psikoloiik açılardan taşıdığı bütünlük dikkat çekicidir. Bir odadan dünyaya genişleyen mekân, psikolojik açıdan simgeselden imgesele, toplumsal açıdan dUsel ve törensel düzlemden algısal düzleme gerilemeyle birüktedir. "Ihsan Bey Ne Zaman Öldü?"deki anlatıcı ölürken yalnızlık çekmesinler diye ölülere eşlik eden, başlcalanna onların ölmediğini kanıtlamaya çalışan biridir. Bu, ölüleri diriltme çabasıdır. îhsan Bey'in yaşamı mutsuz, ölümü doğaldır. Anlatıcı bu kez onun sümbül kabartmalı anı defterinden çıkmıştır. Ondan, Ihsan Bey'in anı defterine hapsettiği geçmişini, biriktirdiği yükleri ölüm öncesi hazırlığında bir valizin içine sıkıştmp kirli liman sularına attığını öğreniriz. Ihsan Bey'in aUesindeki dede özkıyımı ve bir de çocukluk anıları içindeki kavanoza sokulmuş yılan bize onun varoluş biçimi hakkında önemli ipuçları verir. AiIedeki özkıyım bir aÜe sırndır. Çocuklardan saklanır, bilinçlerden kovulmaya çalışılır. "Genler"den de, "ruhlar"dan da geçmesini önlemek için gizlenir, konuşuunaz. Kavanozdaki yılan, hapsedilmiş tutkudur. Tutkular üvey anne tarafından sanki korkudan önemsizleştirilir. Giderek nasıl olduğu anlaşılmadan yaşam değersizleşir. Bazı ölenler yanılgı içinde inançlı ölse de, inançlar çöker ve anlam kaybolur. Uvkudaki Oidious "Kırda"ki kadın anlatıcı Ihsan Bey'in eşidir; ama hangi Ihsan Bey'in? Dikkatli bir okur için önceki öyküdeki Ihsan Bey'in eşi olmadığı kesin. Bu isim benzerliğinin bir mesajı vardır: Yazar, "Ne farkeder ki, anlayan için bütün öyküler birbirine çıkar" der sanki bize. Duyeulu, duyarlı biri olduğunu sezdiğimiz Ihsan Bey'in eşi hüzünlüdür. Ihsan Bey bile anlamamıştır onu. Çıplak kalmak korkusundan sevgisini söylememiştir; "tüm erkekler gibi Üstüne sardığı örtü, beyaz ve temiz de olsa, örtüdür. Bu, eski solcu kocanın, porselen tabaklarda sunduğu temız sevgi kırdgandır; üstelik sevdiğini soymayıbaşaramamıştır. Karısı, anlaşılamamış, kendini anlatamamış ya da her şeyi bilip te anlatmayı seçmemiş olarak ölür belki de tüm kadınlar gibi."Ağla Sevgüim"de yaşam içindeki ölümle karşılaşınz. lyi görünme kaygısıyla, bize öğretilen bu sanal gerçekle, gözyaşlanmızı gizleyip örterken birbirimizi anlamak olanaklj mıdır? Ve yaşama ölümü sokan çaresizlik de budur: anlaşılmamak! Derimiz sanki bir taş duvardır. Anlatıcı, sonsuz bir kederi paylaşıp seviştiği kişinin hiç olmamış olduğunu, "çarşı içlerinde, paketler arasında şaşkın bakakalarak" yabancılaşıp yok olduğunu anlayınca, tüm eskimiş zamanlarından kaçar ve kendisine de yabancılaşır: "ah, aşk, gelseydin eğer, ey tanrım inanacaktım sana!". Aşk da bir inançtır, yıtince anlam kaybolur. "Tünel", kitaba adını veren öykü. Kitabın en uzun ve en yoğun öyküsü. Tünel sembolik olarak ÇOK da anlamlı bir seçimdir. Tünel, genelde bir çıkışı, bir çözümü ve doğumu simgeler. Örneğin, tarihin ilk sağaltım merkezi Asklepion'da, hastaları iyÜeştirici bir güç olarak uzun tüneller ve tünellerin tepesindeki deliklerinden yapılan telkinler kullanılmıştır. Tünel anne rahminin de bir metaforu olagelmiştir. Ancak, kitapta bu öykü, yaşamla barışma anlamında bir çö "Ağla Sevglllm" züm sunmaz bize. Tünel ölümün metaforu olur. Ve ölüm önce "ılık bir ses" olarak işitUen, ardından, ışıklar ve aydınlıklar içinden çıkan, "sarışın, mavi gözlü, uçuk yüzlü bir kadın" olarak somutlaşır. Bu sanki sevUip yitirilmiş biridir. Tanımlandığı sıfatlarla oluşturulan çağnşım bizi, sar, romantik ve cinsellik taşımayan bir sevgi nesnesine ulaştınr; yani, "ölümün öteki yüzü"ne, ya da anneye. Kanımca bu öyküde arka plana itilmiş en önemli öykünün, "Uyku"nun içerdiği mesaiın anahtarını verir bize yazar. Bu anantar, "lanet" kavramıclır. "...hemen elimin altında yüzlerceyaşanmış ve bitmiş hayat vardı ve ben nangisine sanlsam onun bir parçası haline gelecek, ama onun lanetini de yüklenecektim.(...) Ne yapsam bunca mezar arasında kendime bir mezar bulamayacaktım sonuçta." "(...) aradığım ve mutluluk içinde yasayacağım hayatı (...) lanetlerini çözebiıeceğim hayatların içinden bulup çıkarabileceğimi düşündüm." Bu öykü, yazarın, yaşamı anlamlandıracak ışığı söndüren belayı kavramlaştırmaya en çok yaklaştığı öyküdür. Ancak, ulaştığı şey büyüsel bir güçtür: Lanet. Bu kavrama yazann daha önceki kitabı olan "Fotoğrafın Arka Yüzü"nde de rastlanmaktadır. nen sevgi nesnesine, ölümün temsil ettiği asü arzulanana, anneye ulaşılmıştır artık. Ama, anne orada yoktur... Bu sadece bir düştür. Anlatıcı sonra bedenini yatakta bırakır; ruhu bir duvarın içinden geçip çekmecedeki Uaçları alır; kendini öldüraüğünü; ruhunun, rahatlamak ve özgürleşmek için ölümü seçtiğini anlatır. Kitabın son öyküsünde bu kez yazarın öykü kahramanı, bize, yazann kendini öldürdüğünü anlatır. Ve kitabın son cümlelerini koyar: "Artık bir daha öykü anlatamam; bir daha öyküm yazılamayacak! Karhâlâ yağıyordu.". Bu öyküde anlatıcı yazarın yaratısına kendi dölünedönüşmüştür. O da sanki kendini öldürür ya da yazar tarafından ölüme mahkum edilir ve bir daha öykü anlatamayacağını belirtir bize. Bütün her şey yağan kar tarafından örtülür. Yasak bir şeyler yaratılmıştır ve yavaşça örtülmesi gereklidir artık. Bu yazı'nın başlığına verdiğim bir ad var: Uykuda Oidipus. Paylaşılmış yazgıları gereği. Oidipus "lanet" gereğibabasını öldürür; sfenksin parçalanmasına sebep olan gerçeği keşreder, iktidan alır, ancak lanet peşini bırakmaz ve annesinin kocası olur. Gerçeği bUme tutkusuyla peşinden gittiği bilmece çözüldüğünde yaşam bir karabasana dönüşür. O Dabasının katili, annesinin kocası olmuştur. Jakosta bunu görür görmez kendini öldürür; Oidipus kenaıni kör eder; kızları Antigone babasının suçunu paylaşır, kenti ve iktidarı onunla birlikte rızasıyla terkeder. Kita,ptaki anlatıcı da daha önce kazanılmış olan iktidan terkeder. Babayla özdeşimi parçalayıp annenin aşkına gerüer. iktidarı terkeaerken de, ashnda der ki: "Sen benim denetimimdesin, istediğim an seçerek seni denetimime aldım artık." Yadsıma, burada, iktidarı yeniden ele geçirmedir. Ama anne de yoktur. Böyle bir suça katlanmak zaten zordur ve anne yerini metaforu olan ölüme bırakır. Ölüm sayesinde paradoksal bir varoluşa sahip olur. Arzulanan, aşk ve annenin yücelttiği bir varoluştur. O kendini arzulanan nesne için reda eder. Ölümü mantıksal olarak artık ele geçirmiştir. Yaratısı da aynı kaderi izler ve Karlara karışıp kaybolur. Niye ölüm? Diyelim ki inanılmış değerler, yani aşk, iş, politika ve sanata ilişkin inançlarımız bir yanılsama; kendini yok ederek kişi bu değerleri yokedebilir mi? Bir büyücü olarak belki. Diyelim ki ölümü sevdik ve yaşamı terkettik. Ölümü cebimizde bir seçenek gibj.taşıyarak bir denetim gücü elde ettik... Öldürmek ister kendimizi ister başkasını bize durumu değiştirme gücü verecek mi? Kendini yoketme, çoğu kez yitirme üe ilgüidir. Yitirilen önemfi şeylerin bırakılması sürecinde bazen değişik nedenlerle silah kişinin kendisine çevrilir. Bu, özellikle yitirUenc duyulan luzgınlık ve öfkenin kişinin kendisine dönmesiyle ilgUidir. terKeden ya da kaybolanla gerçek bir vedalaşma olmadığmda, benlik adeta bir istUayı defetmek istercesine silahı kendine döndürebilir. Kaybedüen, benlik içinde zorbalaşır ve yoketme, yokettirme gücü kazanır. Ancak "ben" ve "o" ayrımı gerçekleşip kişi kaybedilen olmadan da kendini sevebilirse varoluşunu kabullenebilir. "Kederin dibindeki bosluk" görecedir. Boşluk, doğal akışta dolup dolup boşalır ve yaşam ölüme karşı kazanır. Kanımca yazar, boşalan bu anlamlarm yerine, yine de "yazmanın ve anlatmanın" değerini koyarak yitirilenleri canlandırma ya dayaşamı anlamlı kılmayı sağlamaktadır. Terketmeyi önerdiği iktidar, belki de sahte gururumuzdur. Aptallığı, çirkinliği, çaresizliği ve kaybı kabullenebilseydık öldürmeye gerek kalır mıydı? Yine de, ölümü göze alıp yaşamanın onuruna! • CUMHURİYET KİTAP SAYI 404 Ymrllen ş Byler Somutlaşan acı duygumı Bunun sonrası "Uyku" öykusündedir. Bu öykü artık anlamsızlığın boğuntuya dönüştüğü noktadır. Önceki öykülerde yaşanmayan acı duygusu, bu öyküde bedende somutlaşır. Bir sevişme sancısı içinde karşısındaki, sevişUen annesine dönüşür."(...) sonu sonsuzda olan ıslak çimenlerde mi; ya da beyaz deniz mağarasında. Çın çın çakıl taşlarını sürükleyen. Orada sevişsek. Kararsızım. Hep sevişsek ama... (...) Gözlerimi açıyorum. Yüzüne bakıyorum: Annem!". Bu tek sözcük sanki oir anahtardır. Eksik olan budur, kısacık..söyleniverir ve öykü kahramanları olarak kılıktan küığa giren anlatıcıyı bir Oidipus'a dönüştürür. özle SAYFA 8
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle