Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
larında "en sanatkâr" olanı kim dersiniz, hiç düşünmeden Garcia Marquez derim. Nesire verdiği bir tat, bir büyü var ki, ona kimse ulaşamıyor. Marquez'in çok taklitçisi var piyasada, ama kimse onunla yarışamıyor. Tılsımlı bir yazar Marquez. Bir gün, gayet iyi hatırlıyorum, bana şöyle bir şey demişti: "Kızgınım" demişti, "Çünkü 'O gün Macondo'da hava çok sıcaktı' diye yazıyorum fakat kâğıdımın üzerinde sıcak hissedilmıyor. Kâğıdım sıcak değil. Ne oluyor bana. Neden anİatamıyorum o sıcağı?.." Marquez'in çok disiplinii olduğu, yaz kış belli sıcaklıkta tutulan bir odada yazdığı anlatılıyor. Doğru mu bu? Bu hiç şaşırtmaz beni. Evet hiç şaşırtmaz. Dost olduğumuz dönemlerde çok daha mütevazıydı ve hepimiz gibi o da mevcut hava şartlarına uyum sağlıyordu. Brezilyah yazar Jorge Amado, "Ben bu Latin Amerika yazarları tanımlamasını sevmiyorum" diyor ve ckliyor, "Her şeyden önce bu tanım, kolonialist bir perspektifle yapılmış sınıflama izlenimi veriyor. Kaldı ki, benimle birlikte ayru sınıflamaya sokulan diğer yazarlarla fazla ortak bir yanımız olmadığını düşünüyorum. "Siz bu yaklaşıma nasıl bakıyorsunuz? Amado'nun ne demek istediğini anlıyorum. Avrupa'nın ve Avrupamerkezciliğin Latin Amerika yazarlarını belli bir tipleme içinde görmesine karşı çıkıyor o. Fakat öte yandan Avrupa'da yaygın olan "Latin Amerika" imajını aramızda en çok karşılayan o. En fazla kolonize edilmiş olan da o çünkü. Fakat genelde tüm sınıflamalar pek az enteresan olmuyor mu? Bakın bir gün evde Carfos Fuentes ile sohbet ediyorduk. Ben ona Bunuel kardeşleri anlatıyordum. Bunuel ailesi çok yakın dostumdur ve İspanya'da kaldığım sürelerde sık sık görüşürüz. Dolayısıyla Fuentes'e Bunuellerlee ait birtakım folklorik öyküler anlatıyordum. Aradan kı sa bir zaman geçti. Aaa bir de ne göreyim, "New York Times"ta Bunuel kardeşlere ait bir yazı çıktı. Altındaki imza Carlos Fuentes'in. Yazı benim evde Fuentes'e anlattığım öykülerle dolu. Bunun üzerine oturup kızgın bir mektup döşendim Fuentes'e. "Nasıl sana özel olarak anlattığım şeyleri böyle oturup ulu orta yazarsın" diye. Fuentes hemen cevap verdi: "Aptallık etme. Bunlar hepimize aittir. Çünkü hepimiz bir bütünün parçalarını anlatıyoruz" diyordu mektubunda. Şunu söylemek istiyorum. Neticede hepimiz aynı Latin Amerika romanının bir başka bölümünü yazıyoruz. Aynı anda, aynı büyük romanın parçalarını yazıyoruz. Sizce neden Latin Amerikalı yazarlar kendi kendilerini mahkum ettikleri sürgünden yazıyorlar? Aslında bütün Güney Amerika romanı baştanbaşa bir sürgün romanıdır. Güney Amerika romanının en özgün ve en büyük örneklerine bakacak olursanız eğer, bunların tümünün yazarlarının ait oldukları ülkelerin dışında yazılmış olduğunu görürsünüz. Kolombiyalı yazar Garcia Marquez'in "Yüz Yıllık Yalnızlık"ı Meksika'da, Arjantinli Cortazar'in, Perulu Mario Vargas Llosa'nın kitapları Paris'te yazılmıştır. Ben kendim de şahsen yapıtlarımın hemen tümünü İspanya'da yazdım. Dolayısıyla Latin Amerika romanında, yazarın doğduğu toprakları dışarıdan yakalamaya çalıştığı ortaya çıkıyor. Yazar bunu anıları ve düş gücüyle yapıyor. Sürgün bazı öğeleri büyütüyor, fakat özellikle pek çok şeyin yerli yerine oturmasına yardımcı oluyor. İnsan, içeride kendi ülkesindeyken çoğu kez ayrıntılar arasında kayboluyor. Oysa dışarıdan görülen bölümler netliklerine kavuşuyor, ana hatlar belirginleşiyor ve o yakalanılması çok güç olan büyüyü ekliyor. Ayrıca bir de şu var insan, burada Güney Amerika'da bir yazar olarak kültürel açıdan kendisini çok yalnız hissediyor. Burası çok uzak, Irak bir kıta. Marquez, "arkadaşlan kendisini daha çok sevsin diye yalnız dostları için yazdığmı" söylüyor. Siz neden yazıyorsunuz? Beni yakından ilgilendiren birkaç kiji için sanıyorum. Onların yargıları önemli benim için. Bunu böyle bilinçli olarak düşünmüyorum tabii yazarken. Fakat zaten onlar benim içimde; etimde kemiğimde taşıyorum ben onları. Benim özkritik mekanizmamı da onlar oluşturuyorlar. Dışımda değil, içimdeler. Yazarken bana yol gösteriyorlar, "bu iyi" "bu olmamış" diyorlar. Bu yazarhğın bir ön saıtı galiba, birdenbire büyülenebilmek. Oysa bir gazeteci olarak yazdığınız zaman durum çok farklı. Biz ayrıntıları yakalayabilmek için daima bilinçli bir çaba sarfedıyoruz... Tabii yazar çok daha özgür. Arada şöyle bir fark var. Bir yazar bir gazeteci gibi bir şeyler "söylemek" için yazmıyor. "Sormak" istiyor yazar. Özellikle kendi kendine bir şeyler sormak istiyor. Yazar bir kimlik arayışı içinde. Onu bulmak için yazıyor. Roman yazmak tamamen varoluşçu bir deneyimdir. Üslup sözdür, söz ise düşünüştür Sizin için bir yazarın üslubu ne anlam ifade ediyor? Her şeyi. Üslup bir yazar için her şeydir. Kesinlikle her şey. Çünkü üslup sözdür. Söz ise düşünüştür. Bir yazarın düşünüş tarzı seçtiği sözlerde ortaya çıkar. Üslup düşünüş tarzımn gelişmesini izler. Bir yazar bir tümce yazdığı zaman bir düşünceyi iletmektedir. Bu düşünce yazdığı cümleden ve kullandığı sözcüklerden bağımsız olamaz. Bunların ikisi de aynı şeydir. Nasıl yazıyorsunuz? Elle mi? Daktiloyla mı? Yoksa şimdi Marquez ya da Eco'nun yaptığı gibi bilgisayarla mı? Disiplinliyim bu konuda. Genellikle sabah 99.30 arasında büromda çalışmaya başlarım. Öğleden sonra 22.30'a dek aralıksız çalışırım. Bu sırada hiç kimse tarafından rahatsız edilmemem gerekir. Yavaş, çok yavaş yazarım. Bazen üç satırı yazmak için on sayfadan daha fazla uğraştığım olmuştur. Evin üst katında bir odada yazmaktan hoşlanırım. Dışarıyı görmeliyim. Yazarken dışarı baktığım zaman gözlerimin önünde bir ufuk olmalı. Bir de ışık çok önemli. Çok ışıklı bir ortamda çalışabiliyorum ancak. Sonra masamın üzerinde benim sevdiğim, uçları gayet ince açılmış kalemlerim olmalı. Kalemler çok önemli çünkü ben eski stilde elle yazıyorum ve tüm düzeltmelerimi de elle yapıyorum. Titiz bir yazar 1924'te Santiago'da doktor ve avukatlardan oluşan bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Jose Donoso, edebiyat kritiklerince Garcia Marquez, Borges, Vargas Llosa ve Fuentes'le birlikte Latin Amerika'nın en büyük yazarlarından biri sayılıyor. Geldiği burjuva kökenlerin dışına çıkabilmek için bir ara öğrenimine ara veren Donoso, ilk gençlik yıllarında Patagonya'daki koyun Çİftliklerinde ve Buenos Aires'in limanlarında çalıştı. Oğrenimini ABD'de Princeton Üniversitesi'nde sürdüren Şilıli yazar, uzun yıllar İspanya'da yaşadı. Şili Katolik Universitesi, Iowa ve Princeton Üniversiteleri'nde edebiyat profesörlüğü yapan Jose Donoso'nun yapıtlan çeşitli dillere çevrildi. 1957'de basılan ve ilk yapıtlarından biri olan "Coronacion" (Taç Giyme) William Faulkner Vakfı ödülünü aldı ve New York'ta haftalarca best seller listelerinde kaldı. Daha sonra yayımladığı "Bu Pazar" (1966) ve "Sınırları Olmayan Yer" den (1967) sonra yazdığı "Çirkin Gece Kuju" yazarın en çok çevrilen ve en tanınan yapıtı oldu. 1978'de İspanya'da yazdığı "Kır Evi", bu ülkede yılın romanı seçildi ve İspanyol Edebiyat Kritiklerı Ödülü'nü aldı. Jose Donoso'nun '80'li yıllarda piyasaya çıkan yapıtlan ise "Loria Markizcigi'nin Kayboluşu" (1980) "Yandaki Bahçe" (1981), Şili'nin Pinochet yıllarında yajadığı çaresizliği uzun yıllar yurtdışında yaşamış bir şarkıcının Santiago'ya geri dönüşünü anlatan ünlü kitabı "Çaresizlik" (1986) ve "Taratuta"dan oluşuyor. gfiffl Fikirier yazarak şekfllenir Günlük yaşamınızda not alır mısınız? Hayır. Çünkü gerçekten önemli olanlar aklımda kalıyor. Bellek çok seçici bir mekanizma. Kendisini gerçekten ilgilendirenleri yakalıyor ve bir daha kolay kolay bırakmıyor. Hiç düşuncelerinizin, yazabileceğinizden daha hızlı bir akışla geçip gittiği izlenimine kapıldınız mı? Evet, üstelik fikirlerin şekli olmuyor. Fikirier şekilsiz akıp gidiyor çoğu zaman. Yazmak, bu şekilsiz fikirleri yakalayıp çeken; onlara şekil veren bir eylem. Ancak yazarak fikirier şekilleniyor. Bu biraz hortlağın üzerindeki çarşaf gibi. Nasıl çarşafsız hortlağı göremezseniz, yazmadan da fikirleri yakalamak güç. Dolayısıyla söz ve yazı fikre destek olan, onu ayakta tutan araç. Fantezi ile düş gücü arasındaki fark nedir sizce? Coleridge'in bir tanımı var. Fantezi tamamen uydurma şeylerden oluşuyor. Düş gücünün içinde ise her şey var. Düş gücü tarihin, felsefenin, sanatın edebiyatın ve bunun gibi pek çok şeyin karışımının öğelerinden oluşuyor. D S A Y F A $ "Fuentes benım anlattıklanmı New York Tımes'ta yazmış Çok kızdım ve bir mektup döşendim kendısıne Fuentes'ten hemen cevap geldı 'Aptallık etme bunlar hepimize aıttır" diyordu (Fotoğraf Gıan Paolo) CUMHURİYET KİTAP SAYI 30