25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Enerji CBT 1470/22 Mayıs 2015 9 OOOF OFF LİNE Tanol Türkoğlu tanolturkoglu@gmail.com Afetlerde kullanmak için temiz ve ucuz ışık kaynağı 2 010 yılında Haiti depremi sonrası yardım etmek isteyen iki mimarlık öğrencisi Anna Stork and Andrea Sreshta tarafından afetlerde kullanılmak için geliştiren Luminaid, elektriksiz bölgelerde yaşayan insanlara ışık sağlamak için kullanılıyor. Luminaid, günümüzde çok önemli hale gelen çevreye zarar vermeyen malzemelerden üretilen ve güneş enerjisiyle kullanılan doğal bir aydınlatma yöntemi... Siyasi TV Reklamları Bilgiyi eğip bükmek toplumsal zihniyetin de değişimine neden olmakta. Artık objektif bilgiye değil, taraftarı olduklarımızın sözleri doğru kabul ediliyor. O yoksa akla ilk gelen fikir! yüzen yapısı ile Luminaid, doğal afetlerde, kazalarda veya tehlikeli durumlarda hayat ışığı oluyor. Luminaid güneş ışıklarını üzerindeki solar panel sayesinde toplayarak, 7 saatte şarj oluyor. Luminaid şarj olduktan sonra yastık gibi şişirilip, bir yere takılarak aydınlatma sağlıyor. Geniş bir mesafeyi aydınlatabiliyor. Yüksek ve ekonomik olmak üzere iki farklı ayarı bulunan Luminaid 16 saate kadar ışık veriyor. Su geçirmeyen ve suda YASTIK GİBİ ŞİŞİRİLİYOR Luminaid, 50’den fazla ülkede 10.000’den fazla insana ışık sağlıyor. Dünyada 1.6 milyar insan elektriğe ulaşamıyor. Luminaid, tehlikeli zehirli, pahalı gazyağı kullanan bu insanlara daha güvenli ve daha temiz bir kaynak sunuyor. Türkiye gibi doğal afetlerin sık yaşandığı bir ülkede acil durum çantasında yer alması gereken bu ürün, hafif yapısı ile kolayca taşınabiliyor. Türkiye’ye Danimarkalı Mikla Holding tarafından getirilen Luminaid, açık hava spor ürünleri satan mağazalarında bulunuyor. seçebildiği “mikroelektronik paketi” kapsamında daha da geliştirilmiş ve 90’lı yılların sonlarına kadar devam etmiştir.  Bugün Türkiye’de bir mikroelektronik sanayiinin kurulması hazırlıkları yapılırken, bu sanayinin ihtiyaç duyacağı nitelikte ve sayıda mühendisin yetiştirilmesi konusunun öncelikli olarak gündeme getirilmesi gerekir. Bildiğim kadarı ile günümüzde ülkemizdeki üniversitelerin hiçbirinin öğretim programlarında mikroelektroniğin yukarıda değinilen üç temel dayanağı günümüz teknolojisinin gerektirdiği bir düzey ve bütünlük içinde yer almamakta, genellikle sadece tasarım ağırlıklı derslerle yetinilmektedir. Kabul etmek gerekir ki, teknolojinin bugün ulaştığı karmaşıklık düzeyi üretim teknolojilerinin bir üniversite laboratuvarı ortamında uygulanmasını çok zorlaştırmış bulunmaktadır. Ancak doğrudan uygulama olanağı sınırlı olsa da, güncel üretim teknolojilerinin ana hatları ile bilinmesi, ve daha önemlisi, derinlikli bir yarıiletken elektroniği bilgisine sahip olunması, kurulacak sanayide kaçınılmaz ve sürekli olarak ortaya çıkacak olan sorunları kavrayıp çözüm üretebilecek, yeni geliştirmeler düşünüp gerçekleştirebilecek mühendislerin yetiştirilebilmesi için zorunludur2.   Bu nedenle; kurulacak olan mikroelektronik sanayiinin sağlıkla yürütülebilmesi ve geliştirilebilmesi için ülkemizin araştırma altyapısı ve kadro bakımından önde gelen üniversitelerini, öğretim programlarını katı hal fiziği, yarıiletken elektroniği ve mikroelektronik üretim teknolojileri konuları ile zenginleştirmeye, bu konuları bir bütünlük içinde sunan programlar oluşturmaya davet ediyorum.  1 YİTAL ile ilgili daha fazla bilgi için: www.uekae.bilgem. tubitak.gov.tr/tr/urunler/yitalyariiletken  2 Aslında yarıiletken elektroniği ve teknoloji bilgisi, “sıradan olmayan” mikroelektronik devre tasarımı mühendisleri için de gerekli bir altyapıdır 50’DEN FAZLA ÜLKEDE 10.000 KİŞİYE IŞIK 70’li yılların başlarında, mikroelektroniğin gelecekte teknoloji dünyasını ne ölçüde etkileyeceği anlaşılmaya başlanmıştı. Bu nedenle İTÜ’de elektronik mühendisliği öğretimine bu teknolojinin uygulamalı olarak dahil edilmesi düşünülmüş ve açılan yeni derslerin yanı sıra bir yarıiletken teknolojisi laboratuvarının kurulmasına karar verilmişti. O yılların çok kısıtlı parasal olanakları ile kurulan laboratuvarda ilk MOS tranzistor 1977 yılında gerçekleştirilmiş ve bu laboratuvar en yetenekli öğrencilerin bir bölümünün keyifle çalıştığı bir ortam haline gelmişti. Kurucu kadroya, doktorasını bu alanda yapmış olarak katılan Uğur Çilingiroğlu’nun da önemli katkıları ile öğrenciler özgün yarıiletken yapıları yahut küçük ölçekli MOS tümdevreleri (mikroçipleri) tasarlama, laboratuvarda gerçekleştirme ve ölçerek çalıştığını görme olanağını (ve mutluluğunu) elde ediyorlardı.    Bu ortamda yetişmiş olan mühendislerden onlarcası yurtdışında ve çoğunluğu da “Silikon Vadisi”nde, mikroelektroniğin çeşitli alanlarında başarı ile hizmet vermişlerdir ya da vermektedirler. YİTAL’i kuruluşundan bugüne getiren kadroların liderleri de İTÜ’de bu dönemde yetişmiş olan mühendislerdendir.   Bu gençlerin başarılarının kökeninde, yukarıda değinilen laboratuvar olanaklarının yanı sıra, 1980’li yılların başında İTÜ’de yürürlüğe konulan öğretim programında mikroelektroniğin üç temel dayanağının, yani; (1) yarıiletken elektroniğinin, (2) üretim teknolojilerinin ve (3) mikroelektronik devre tasarım tekniklerinin zorunlu ya da seçime bağlı dersler olarak, kapsamlı ve biribirleri ile bağlantılı bir şekilde bulunması yatar. Bu bütünlük daha sonraki yıllarda elektronik mühendisliği öğretiminde öğrencinin tercihine bağlı olarak MİKROELEKTRONİĞİN ÖNEMİ Seçimler yaklaşırken, siyasi partiler televizyon reklamlarını da kullanmaya başladı. Hâlâ Türkiye’de en popüler reklam kanalı olan televizyon belli ki en geniş seçmen kitlesine ulaşması açısından önemli bir konuma sahip. Peki reklamlarda sunulan içeriğin tam doğru olup olmaması ne kadar önemli? Örneğin örtünme biçimi nedeniyle üniversiteye kazandığı halde gidemeyen temsili bir öğrenci, yeni iktidar ile gelen yasal değişiklikler neticesinde üniversiteye gidebildiğini ve doktor olduğunu söylüyor. Arka planda ise Fen Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduğunu gösteren bir diploma görünüyor. Bir başka reklamda nükleer santral kuran ülkelerin kendi enerjisini kendisinin üretebilir hale geldiği söyleniyor. Türkiye’nin nükleer enerji üretimine girdiği ifade ediliyor. Oysa örneğin Rusya ile yapılan anlaşmada Türkiye’nin rolü arsa tahsis etmek. Gerek santralın yapılması gerekse de işletilmesi Rusya’nın kontrolünde olacak. Yapİşlet modeli yani. “Devret”i yok. Türkiye bu santralin ürettiği elektriği ortalamanın üstünde bir bedel ödeyerek satın alacak. Bu nasıl bir kendi enerjisini kendisi üreten ülke profili? Keza reklamın metni sanki santral üretiminin tek tip bir teknoloji ile yapıldığını ima ediyor. Dünyanın önde gelen ülkelerinden örnekler veriliyor. Oysa örnek verilen ülkelerdeki nükleer enerji santralleri ile Türkiye’de kurulacak olan(lar) aynı teknolojik altyapı kullanılarak mı üretilecek? Yoksa bize eski (ve risk faktörü daha yüksek) teknoloji mi kuracaklar? Can alıcı bir tespit de reklamın birinde Paris’in etrafında altı tane nükleer enerji santrali olduğunun ifade edilmesi. Merak eden Fransa’daki tüm santralleri harita üzerinden gösteren Wikipedia sayfasına bakıp, bunların hangilerinin Paris’in çevresinde olduklarını bulmaya çalışabilir. Santraller içinde Paris’e en yakın olan 120 km. uzaklığında görülüyor. Bir fikir vermesi açısında bu mesafe takriben Ankara ile Çankırı arası kadar. Oysa reklamda öyle bir imaj doğuruluyor ki sanırsın bu altı santral Paris’in muhtelif dış semtlerine konuşlandırılmış; adeta bizim ana trafo merkezleri gibi. Bilginin eğilip bükülerek kullanılması bir dereceye kadar eleştirilecek önemli bir husus. Ancak bundan daha derin başka bir husus da var. O da bilgiye değer vermeyen, onu eğip bükme eğiliminde olan zihniyetin artık toplumsal bir norm haline geliyor olması. Toplumumuzun temel değerlerinden bir tanesi bu anlamda değişmekte. Bize iletilen mesajdaki içeriği, bilgiyi eleştirel bir yaklaşımla değerlendirmiyoruz. O mesajı kimin verdiğine bakıp, tarafında olduğumuz bir kişi ise içeriği kayıtsız şartsız kabul ediyoruz. Taraftarı olduğumuz birisinden alamadığımız bir bilgiyle ilgili durum söz konusu ise o an itibariyle aklımıza ne geliyorsa, onun nihai ve en doğru bilgi olduğunu varsayıyoruz. Ama öte yandan toplumsal hayatı rahatsız eden bir şey de yok değil. Madem taraftarı olduğumuz kişinin dediklerinin hepsi doğru, hayatımız neden daha iyiye doğru gitmiyor? Örneğin işsizim diyen milyonların hepsi de mi iş beğenmiyor? Evdeki en değerli süs eşyası konumuna getirilmek istenen kadınlar bu şablona kişisel hayatlarında isyan edince, erkekler neden “namusunu temizleme” baskısı çerçevesinde o kadını dövebiliyor, öldürebiliyor? Örnekler çoğaltılabilir. “Halep oradaysa arşın burada” diye bir söz vardır. Bu tür bir muhafazakâr toplumsal yönetim, hangi ülkeyi dünyada, gerçek anlamda sözü dinlenen bir ülke konumuna getirmiş? O ülke(ler) hangileri? O halde sorun nerede?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle