Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Tartışma CBT 1452/16 Ocak 2015 19 Hangisi Maddiyatçı Hangisi Maneviyatçı? GÜNCEL TIP Mustafa Çetiner dr.m.cetiner@gmail.com G Süleyman Çelik enellikle laiklerin maddiyatçı olduğu sanılır. Oysa en büyük maddiyatçılar ‘DİNCİ’lerdir. Öncelikle ‘DİNDAR’ ile ‘DİNCİ’yi ayırmamız gerek. Dindar, dinine inanan ve Tanrı’ya karşı görevlerini yerine getiren saf, temiz inançlı insandır. Dindar insan, laik de olabilir. İbadetini yapar, fakat mesleğiyle, iş arkadaşlarıyla, komşularıyla, hatta ailesiyle ilişkilerine dini karıştırmaz. Dinci ise dini çıkar amacıyla kullanan insandır. Bir anlamda din ticareti yapar. Örneğin, demir satana nasıl demirci diyorsak, bunlara da dinci denir. Çevrenize baktığınızda bunlar kadar mal, mülk peşinde koşan insan göremezsiniz. Ege Cansen bu konuda iki eski cumhurbaşkanını, laik dünya görüşünün temsilcisi Ahmet Necdet Sezer ile dinci dünya görüşünün temsilcisi Abdullah Gül’ü karşılaştırıyor. “Ahmet Necdet Sezer Köşk’te otururken mütevazi bir hayat tarzı sergiledi. İsraftan kaçınma, aza kanaat etme, çarşıya çıktığı zaman kendi filesini taşıma, lüks makam araçlarından kaçınma, trafikte kırmızı ışıkta durma, özel masraflarını cebinden karşılama gibi daha pek çok örnekle bunu gördük. Öyle ki sadece aile çevresi ve çok yakın dostlarının davetli olduğu oğlunun düğününü Köşk’te yaptı ve o gecenin elektrik, su ve benzer diğer giderlerini cebinden ödedi. Cumhurbaşkanlığı görevi sona erdi ğinde, kendisine verilen hediyeleri Köşk’te bıraktı ve hemen mütevazı evine taşındı. Ahmet Necdet Sezer’in hayatı bana anlatılan İslamla bire bir örtüşüyor. Buna karşılık Abdullah Gül cumhurbaşkanı olduğunda eşi Hayrünisa Gül Hanımefendi Çankaya Köşkü’nü beğenmedi. 100 milyona yakın harcama ile köşkte tadilatlar yaptırdı. Gene de beğenmemiş olacak ki görev süresi bitene kadar Hariciye Köşkü’nde oturmaya devam etti, sadece resmi davetlerde köşke gitti. Ayrıca bu dönemde Cumhurbaşkanlığı makamındaki kadrolaşmalar, harcamalar filan aldı başını gitti. Görev süresi bittikten sonra da gitti Huber Köşkü’ne yerleşti, hâlâ orada oturuyor. Verilen hediyeleri de götürdüğü söyleniyor. Ahmet Necdet Sezer’in eşinin başı açık, Abdullah Gül’ün eşinin ise kapalıydı. Hangisin hayat tarzı İslamın emrettiği hayat tarzına uyuyor? Bunu din uleması anlatsın. Ya da hangisi maddiyatçı, hangisi maneviyatçı? İslam dininde anlatılan hurma ile oruç bozan peygamberin hayat tarzı Müslümanlara rehberse eğer, bu rehberi de her halde Gül’den çok Sezer izliyor. İslamcılar fakir fukaraya sürekli “fakir olsanız bile isyankâr olmayın, halinize şükredin” diyorlar. Fakat kendileri gidip trilyonluk saraylar yaptırıyorlar, 4 uçak, 2 helikopter, her biri milyon değerinde sayısız lüks makam araçları alıyorlar. Diyanet İşleri Başkanı’nın bile milyonluk Mercedes 500 alması ibretlik bir vakadır.” (Sözcü, 28 Aralık 2014) Yeni Yıl, Hoş Geldi... Yeni bir yıl geldi yeniden. Zaman her şeyden bağımsız, aldırışsız, acımadan akıp gidiyor. Akrep ve yelkovanın hızını kontrol etmek imkânsız. Kim bilir hangi yaşanmışlıkların, acıların, sevinçlerin, kızgınlıkların, kişisel tarihlerimizde ne büyük devrimlerin, isyanların, zaferlerin, yok oluşların yılıydı geçtiğimiz yıl. Bir çoğumuz için ise 2014 yılı “hiç bir şey” demekti belki. Ama insanlar için önemi ve anlamı ne olursa olsun, zaman hep aldırışsız ve hep aynı hızla akıyor. Hep aynı hızla dönüyor akrep ve yelkovan. Biz ise onun bize aldırmadığını bilerek, inadına ve her gün yeniden karşı duruyoruz, direniyoruz ona. Adına da yaşamak diyoruz bunun. Georgetown Üniversitesi Hematoloji / Onkoloji hekimlerinden Prof. Dr. John L. Marshall’ın makalesini okurken düşündüm tüm bunları. Dr. Marshall hastalarına her seferinde aynı soruyu sorduğunu ve birbirine benzer yanıtlar aldığını yazıyor. Sorusu çok açık ve basit ; ne kadar yaşamak istersiniz? Kimileri bu soruyu “sonsuza kadar” diye yanıtlıyor. Kimileri kendilerine bir limit koyuyor, en çok da 90 yaşına dek. Daha gerçekçi olanlar ise “olabildiğince” diyorlar. . Siz bu soruyu nasıl yanıtlarsınız? Mesela; “Yaşam benim mutlu olmamı sağladığı sürece.” “Başkalarına muhtaç olmayacak kadar, ele ayağa düşene kadar.” Yanıtların çok benzer olabileceğini biliyorum ama bunların hiçbiri tam yanıt olamaz. Oysa sorunun yanıtı kanserle uğraşan hekimler için çok önemli. Hekimler için yakın zamana dek neredeyse tek öncelik hastalarını uzun süreler yaşatabilmekti, hem de ne pahasına olursa olsun. “Uzun yaşam süreleri” sağlamak halen çok önemlidir. Ancak şimdilerde şu soruyu daha çok soruyoruz kendimize. “Uzun yaşam süresi... Peki, ama ne pahasına?” Tedavi yan etkileri, esas hastalığın yarattığı zorluklar, sosyal faktörler, derin depresyon, umutsuzluk ve çaresizlik duygusu... Son yıllarda yaşam süresi kadar önemli bir başka kavramla daha yakından tanıştı kanser dünyası. Bu yeni kavramın ismi “yaşam kalitesi...” Tıp dünyası yaşam kalitesi konusunu her zamankinden daha çok önemsiyor ve iyi bir yaşam kalitesi için seferber olmuş durumda. Ama hastalarda yaşam kalitesinin yükseltilmesi sadece “tıbbi” yaklaşımlar ile halledilebilecek bir konu değil. Hastanın yaşam amacı, yaşam ile ilişkili dertleri, gerçekleştirmeye çalıştığı hedefleri, yaşam boyunca biriktirdikleri... Yaşam kalitesinin belirlenmesinde “nasıl bir insan” olduğunuz çok önemli. İyi ve amacına uygun yaşanmış bir hayat, “yaşam kalitesi” olgusunun doğrudan belirleyicileri arasında. Şimdi anlatacağım öyküyü daha önce de yazmıştım. İskoç ressam John Bellany, karaciğer nakli olacağı günün öncesindeki gece boyunca üzerinde çalıştığı tablosunun başından kalkmamış, operasyon sonrası akşam saatlerinde yine tablosunun başına dönmek isteyerek herkesi şaşırtmıştı. Yakın bir dostu onun için, “Yoğun bakımdan çıktığı gün ağrı kesici yerine kâğıt kalem istedi,” demiş. Bellany’nin doktoru için yaptığı tablonun ismi “Bonjour Professor Calne” adını taşımaktadır. Bu eser ile doktoru ve hemşiresi ölümsüzleşmiştir. Yani demem o ki; Kışlar gelir, kışlar gider, yazlar gelir yazlar gider, zaman geçer. İş ki her yeni kış ve yaz geldiğinde biraz daha insan mısın? Biraz daha zengin mi yüreğin ? Akıp giden zamandan “pişmanlıklarını” kurtarabiliyor musun olabildiğince ? Her geçen gün biraz daha kendin misin? Aslolan budur, sağlıkta da, hastalıkta da... “Ekonomide neden döviz kıtlığı yaşanmıyor” Derginizde iki hafta önce bu başlıkla yayımlanan yazının özellikle son paragraflarında ki sonuçlarına (*) katılmadığımı belirtmeliyim. Aslında, bu konu Akademik çevrelerde ve hatta Bürokraside uzun yıllardır tartışılmaktadır. Bence, bu konudaki en iyi kaynaklardan birisi Sn. Mahfi Eğilmez‘in makalesidir: www. mahfiegilmez.com/2012/05/nethatavenoksan. html Mahfi beyin makalesinin alt bölümünde yer alan okuyucu yorumları da bence çok değerlidir. Gerçekten de durumu güncel örnek üzerinden incelemek isteyenler, TCMB web sayfasında (www.tcmb.gov..tr ) son olarak yayımlanan Ekim 2014 Ödemeler Dengesi istatistikleri, yazıyı kaleme alan kişiden farklı olarak akılcı bir şekilde vede farklı olarak de okuyabilir, yorumlayabilirler. Bütünlük ve sebepsonuç ilişkisi taşımayan, sonucuna baştan karar verilip şekillenen bu makaledeki temel hata, Ödemeler Dengesi Bilançosunun temel prensibinin çarpıtılarak, mevcut durumu haklı çıkartma, doğrulama çabalarıdır. (yazının 2. Sutunun 3. Paragrafında sanki bu kalemler net hata ve noksan kalemini oluşturuyor gibi bir ifade var. “Net hata ve noksan kalemini finanse eden mal ve hizmet sektörleri şunlardır.”) (*) “..Net Hata ve Noksan’ın kaynakları konusunda ‘şaibe duymak’gibi kavramların kullanılması gerçeği yansıtmadığı gibi Türkiye ekonomisinin saygınlığını da etkilemektedir... Net Hata ve Noksan’ın kaynağı gerçek finansman faaliyetleridir.” Abdurrahman Arıman, arahman.ariman@ttmail.com Osmanlılarda sinema Baştarafı 12. sayfadan devam tarafından 1914’te çekildiği kabul edilen, “Ayastefanos’daki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı belgeselin olduğu kabul edilmektedir. Fakat bu filmin şimdiye kadar herhangi bir kopyası görülememiştir. Türkler tarafından çekilen ilk uzun metrajlı konulu film ise, 1916’da savaş sırasında çekimlerine başlanan, ancak oyuncuları askere alınınca yarım kalan “Himmet Ağa’nın İzdivacı” adlı filmdir. Bu film ancak iki yıl sonra Fuat Uzkınay tarafından tamamlanmıştır. Sinemanın Osmanlı ülkesine girişinin değerlendirilmesinde dikkat çekici bazı yönler bulunmaktadır. Öncelikle yukarıda da belirttiğimiz gibi sinema Avrupa’daki icadının üzerinden daha bir yıl bile geç meden İstanbul’da da kendisini göstermişti. Bu durum Batı’daki teknolojik gelişmelerin Osmanlı ülkesine yansıma hızındaki bir ivmeyi göstermektedir. Bu olgu İstanbul’daki kültürel modernleşmenin de bir göstergesi olarak alınabilir. İkincisi, sinemanın girişine karşı gerek saltanat çevrelerinden gerekse tutucu çevrelerden herhangi bir itiraz veya tepki gelmemiştir. Yapılan şikâyetler sinemanın kendisine değil bazı filmlerin içeriğine ilişkindir. Üçüncüsü sinema sanatının yarattığı etkiyle ilgilidir. Ülkenin her yöresinde büyük bir ilgiyle karşılanan sinema, bir sanat ortamı olarak güzel sanatların gelişimine katkılarda bulunmuş ve bazı önyargıların veya dogmaların yıkılmasında rol oynamıştır. Bu nedenle, sinemanın girişinin son dönem Osmanlı modernleşmesinin önemli aşamalarından ve araçlarından birini oluşturduğunu söyleyebiliriz.