02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

HUKUK POLİTİKASI 20. yüzyıl iki büyük devrimle dünyayı değiştirdi. Ama... Dr. Erdal Atabek Hayrettin Ökçesiz [email protected] http://okcesizhayrettin.blogspot.com Burada 9 Ağustos’ta yazdığım “Ne Mutlu Türküm Diyene” başlıklı yazımda, “nihayet, bu ulu ağacın kurtuluşu için, felaket getirecek hastalıklı dallarının budanmasını, büyük bir öngörü ve cesaretle istemekten kaçınmamalıdır” demiştim. B irincisi ‘bilişim teknolojisi devrimi’dir ki, bilgisayarlar, internet, televizyon, cep telefonları ve tabletlerle günlük hayatımıza giren hızlı ve görüntülü iletişimdir. Bu devrim, görsel ve işitsel algı sistemimizle, olaylar, insanlar ve imgeleri ile yeni bir ‘imajgörüntü çağı’ yarattı. Artık ‘ne olduğunuz’ önemli değildir, ‘nasıl göründüğünüz’ önemlidir. 20. yüzyılın ikinci büyük devrimi ‘biyoteknoloji devrimi’dir, ki bu da ‘İnsan Genom Projesi’ ile genlerin önemini DNA şifresinin çözülmesi ile de her şeyin genetik kodlarla açıklanabileceği, değiştirilebileceği gibi önemli bir düşünbiçim (mentalite) değişimi yarattı. 20. yüzyıl, aynı zamanda iki büyük Dünya Savaşı’na tanık oldu. Milyonlarca insanın öldüğü, daha fazlasının sakat kaldığı, çok daha fazlasının yersiz yurtsuz kalıp göç ettiği bir dünyada ruh hastalıkları da yeni bir perspektiften görülmesi zorunlu bir boyuta geldi. Günümüzün insanı artık yeni bir dünyada yaşıyor. Bu yeni dünya ‘küçülmüş bir dünya’dır. Saniyeler içinde iletişim kurulan, kısalmış sürelerde ulaşılan, görsel medya yoluyla da herkesin birbirinden haberli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu yeni dünyada büyük bir değişim yaşanmaktadır. En büyük değişim ‘Sosyal Değerler Değişimi’dir. Geçmişin ‘Üretim Toplumu Değerleri’ yerini ‘Tüketim Toplumu Değerleri’ne bırakmıştır. • Üretmek yerine tüketmek, • Paylaşmak yerine sahip olmak, • Eşitlik yerine üstün olmak, • Rekabet ederek başarmak, • Yarışarak kazanmak... Bu ‘yeni dünya’nın yeni ‘paradigmaları’dır. Elbette bütün bunların ödenmekte olan bedelleri vardır. Bunlar da; • Tüketim yarışının önünde gitmek için koşmak, • En tanınana, en bilinene, en pahalıya sahip olmak için çalışmak, • Herkesi geçilecek rakip yapmak olarak yaşanmaktadır. Sonuç: geride kalma korkusudur, Geçilme kaygısıdır, Yalnızlaşmadır, Yalıtılmadır, Çaresizliktir, Anlamsızlıktır, Mutsuzluktur. Kendine yabancılaşan insan ‘nesneler yarışı’ ile yaşamına bir anlam kazandırmaya boş yere uğraşmakta, sonuçta her şeye sahip olduğu halde neden mutsuz olduğunu anlayamamaktadır. İnsanın bu koşullarda ne durumda olduğunu anlamadan ona yardım edemeyiz. Bu koşulların insan ruhunda, insan zihninde, insan düşüncele rinde, insan duygularında, insan dürtülerinde neler yaptığını anlamadan ona yardımcı olamayız. Bütün bunların yanıtı ‘sosyal psikoloji’den, ‘sosyal psikiyatri’den geçmektedir. Dünya üzerinde yaşayan toplumların, bu toplumların birbirinden değişik kültürlerinin insan üzerindeki etkileri de bizleri düşündürmelidir. Bu etkilerin insan düşünceleri, insan duyguları, insan güdüleri, insan dürtüleri üzerindeki etkileri elbette ruhsal dengeleri ve dengesizlikleri üzerinde önemli roller oynayan faktörlerdir. Bir kültürde, topluluğun bireye bakışı çok önemli olurken başka bir kültürde hiç önem taşımamaktadır. İnsan sonuçta etkilerin kesiştiği yerde denge kuran bir varlıktır. Hiçbir denge de statik değildir, her an dengelerin değişip yeni dengelerin kurulduğu bir yaşamı sürdürüyoruz. Bu da bize ‘kültürel psikoloji’nin ve ‘kültürel psikiyatri’nin boyutlarını açmaktadır. Kültürel inançlar, kültürel gelenekler, kültürel değerler insan davranışları üzerinde, ruhsal dengeleri ve dengesizlikleri üzerinde etkiler yaratmaktadır. Şunu da düşünmemiz gerekir ki, bu gerçek her zaman vardı. Sigmund Freud’un divanında yatan kişi sadece birey değildi, Viyana’nın bütün cinsel tutumu, bütün gelenekleri, bütün korkuları da o divanın üzerinde yatıyordu. Bu gerçeği bize Stefan Zweig, ‘Dünün Dünyası’nda o yılların Viyana kültürünü aktarırken anlatmıştır. Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’inde, Suç ve Ceza’sında Rus toplumunun ve kültürünün neden olduğu ne çok ruhsal sorunun anlatıldığını görürüz. II. Dünya Savaşı’nın kurbanlarından Viyanalı psikiyatr Victor Frankl, 19421945 yılları arasında yaşadığı Ausschwitz ve Dachau toplama kamplarında kendisine sorduğu soruyu ‘neden yaşamalıyım?’ sorusunu, sonra, Logoterapi adını verdiği yönteme dönüştürmüştür. Yaşamın anlamını sorgularken, Özgürlükçü Varoluş felsefesini hatırlamamız gerekir. Jean Paul Sartre, insan yaşamının anlamı üzerinde düşünürken bize bu varoluş konusunu anlatmıştır. İnsan her zaman içinde yaşadığı toplumun, içinde yaşadığı kültürün biçimlendirdiği bir canlı yapıttır. Elbette ki, onun hastalıkları da, onun sorunları da bu çerçeveden ayrı ele alınamaz. Sosyal psikiyatri işte burada ‘ruhsal dengesizliklerin’, ‘ruhsal sorunların’ toplumsal çerçevesini göstermekte, dikkatimizi buna çekmektedir. En önemli bakış açısını hepimize göstermektedir. Not: Erdal Atabek’in Ankara’da 7 Eylül 2013’te 20. Sosyal Psikiyatri Kongresi’nde yaptığı açış oturumundaki sunumu. Önemi nedeniyle yayımlıyoruz.. Bölünerek Bölünmemek Barış üzerine ben de uzunca bir zamandır bir şeyler söyleyip duruyorum. Ülkenin toprak ve halk bütünlüğünün bozulmasından en çok acı duyacak olanlardan biri olarak yukarıdaki bu sözü söyledim. Avrupa Birliği bu sorunu “birlikte çokluk, çoklukta birlik” olarak çözmüş bulunuyor. Bu birliği bozacak bir bütün parça ilişkisine izin vermiyor. Birliğin “parça”lanarak, parçaların birlikte yarattığı sinerjinin zarar görmesine ya da “bütün”leşerek bu parçaların un ufak edilmesine izin vermeyen bir denge üzerinde geleceğini kuruyor. Bu amaçla, başta kendi “İnsan Hakları Şartı”nda bunun harcını oluşturan tüm değerleri, ilkeleri ve araçları sayıyor. Bizim de belki, halkıyla, devletiyle, ülkesiyle, yurttaşıyla bir “Türkiye Cumhuriyeti Birliği” için bir bütün parça dengesi kurma çalışmasını bir sarraf terazisi duyarlılığıyla yürütmemiz gerekiyor. Burada da bize yol gösterecek yegane unsur “Bilim”dir. Bilimin bize vereceği desteğin yol ve yöntemleri üzerine de çalışmalıyız. “Akil Adamlar” kullanmak gibi akıldanece girişimler gerici ve saptırıcıdır. Bilimden nasıl yararlanabileceğimize ilişkin de burada pek çok şey yazmıştım. Ben bu yazımda işin biraz sosyopsikolojik ve etik yönüne değinmek istiyorum. Çok kabaca olduğu için bağışlamanızı dileyerek “domuzdan kıl koparma” anlayışının çok haklı bir dışla(n)ma tutumuna götüreceğini düşünebilmek gerekir. Hele kızartıp, bir güzel yemek iştihasını da duyumsatıyorsa artık, iş iyice çığırından çıkacak demektir. Bu duygu ve kurnazlıktan içtenlikle uzaklaşmak gerekiyor. Bunun böyle olmadığının inanılabilir yol ve yöntemlerle kanıtlanması zorunludur. Yukarıda sözünü ettiğim yazımda, bütünü tanımlamak için “ulu bir ağaç” metaforunu kullanmıştım: “Tüm tarihsel kökleriyle ‘Türkiye’ olan bir ülkenin halkının ilk önce Türk olarak anılacağını; işte o ağacın bu olduğunu, sağlığından, gücünden, adaletinden, yurt yuva olmasından ötürü tüm canlarının mutlu olabileceklerini ve bunu sevinçle, övünerek söyleyebileceklerini düşünebilmek gerekir. Devlete düşen görev, bu mutluluğun köklerini korumak, beslemek ve sonra tüm seçimi yurttaşına bırakmaktır.” Etnik olarak alınması mümkün olmayan ve etnik olarak alınmasının tüm yurttaşlarca kınanacağı bir siyasal kimlik olarak, “Türk olduğunu söyleme”nin, tüm parçalar için, onurlarını ve haklarını koruyabilmenin tek güvencesi olacağını herkes düşünebilmelidir. Öte yandan, siyasal bir kimlik olarak “Türk olduğunu söylemenin” onur ve gurur kaynağı olarak duyumsanamadığı yerde bunu dayatmak, yurttaşların tüm barış düşlerini paramparça eder. Bilimsel yol ve yöntemlerle bu bütünparça dengesinin olabilirlik bilgisini araştırırken, psikolojik ve etik açıdan bütüne bağsızlık anlamındaki duygu ve tutumların yurttaşlara sorulması gerekecektir. Yani: Türkiye’den ayrılmak istiyor musunuz? Bu ülkeyi “Türkiye” olarak tanımak istiyor musunuz? Tüm diğer etnik parçalar karşısında “Türk olduğunu söylemeyi” temel haklarda bir güvence olarak görüyor musunuz? Bunları açıkça sormalıdır. Oğul ayrı oturmak istiyorsa ama, ona bahçede bir yuva yapmanın doğru olacağını düşünüyorum. Bunları sormakta ve bilmekte gecikmemeliyiz. Bu soruların yanıtı yalnızca yurttaştan alabiliriz. Ülkenin ateşini yapay biçimde yükselten kişilerin, kuruluşların ve siyasal partilerin söylediklerini tek gerçekmiş gibi görmenin ne denli yanıltıcı olduğunu artık biliyoruz. Bugünkü durumuyla TBMM bize bunu söyleyebilmekte, en son sırada yer almaktadır. Etik ve sosyolojik olarak malüldür. Onları, asıl yapmaları gerekeni (seçim barajını düşürmek vd.) yapmadıkları sürece, hiç dinlememeliyiz. Bölünmemenin yolu, yurttaşlara bölünmeyi isteyip istemediklerini; hangi koşullarda ilkini ya da ikincisini istediklerini açıkça sormaktır. Çıkacak olan sonuca göre çağdaş ve uygar bir ülkenin temellerini yeniden atmalıdır. Son olarak, sömürgenlerin iştahlarının daha fazla kabarmaması için, burada onların hâlâ “Türkler”den sözetmeyi sürdürmeleri gerekiyor: Burası Türkiye’dir, halkı Türk halkıdır. Bu birliğe girmek ya da ayrılmak isteyene yardımcı olmalıyız. Bu birliğin parçalanarak, etnik ve dinci bir kaosa sürüklenmesine nasıl izin verilebilir ki?w CBT 1383 19 / 20 Eylül 2013
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle