02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİKBİLİM Aykut Göker http://www.inovasyon.org; [email protected] ARGEPATENT Müdahale yalnızca yaşam biçimlerimize mi? Yoksa asıl müdahale, aklı merkez alan bir kültür sistemine mi? Sözüm Yine Bilim İnsanlarımıza… Bakan Erdoğan Bayraktar’ın söylediklerini, Bursalı, iki hafta üst üste yazdı; yorumladı. Aslında Bayraktar mensup olduğu, benimseyip özümsediği bir kültürü ana başlıklarıyla ortaya koymuş. Bu kültür yalnızca onun özümsediği bir kültür olsaydı, sanıyorum Bursalı da, iki yazısını bu konuya ayırmazdı. Uzun zamandır elinizdeki dergide yazılıp çiziliyor. Bu kültür, Bayraktar’ın bir bakan olarak temsil ettiği siyasi iktidarın dayandığı kültür… Bugünkü iktidar, açıkça biliniyor, mevcut imkânları kullanmayı iyi beceren ABD’nin katalizörlüğünde gerçekleşen, AKPtarikat[lar] ittifakının ürünü… Ama bu ittifakın bir üçüncü ayağı var: İslâmi sermaye… İlk ikisi arasında bir çatışma var ama bugün iktidarda olan bu üçlü blok… Söz konusu kültür, bu iktidar blokunun üç ana unsurunun da asli kültürü. Bu, İslam’ın kültürüdür. Neredeyse sekiz yüzyıldır, bilimle olan bağını koparmış olan İslam’ın kültürü… Bu kültürün düşünce evreni dinsel dogmayı merkez alır; aklı değil… Türkiye Cumhuriyet’i olarak mirasçısı olduğumuz Osmanlı İmparatorluğu’nun düşünce evrenine de bu kültür egemendi. Hilmi Yavuz’un Osmanlı kültürü konusunda yazdıklarını tekrar anımsamanın tam zamanı: “...Osmanlı kültürü, bu dünyayı, kullanılabilir bir dünya kılmayı amaçlayan bir kültür değildir. Dünya’yı kullanılabilir kılmak, bu dünyayı enstrümantal aklın (yani, doğa bilimlerinin ve teknolojinin) bir nesnesi durumuna getirmeyi içeriyor. Doğayı bütünüyle temellük etmek, onu insani amaçlar için ehlî ve kullanılabilir kılmak, Osmanlı kültürünün değil, batı (Avrupa) kültürünün ayırt edici özelliğidir. Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile Doğa’nın temellük edilmesi veya Dünya’nın kullanılabilir bir dünya haline getirilmesi arasındaki bağıntı Osmanlı kültüründe kurulamaz. Osmanlı’da bilim ve teknolojinin, kendine özgü bir doğrultusu olmuştur ve bu, Dünya’yı kullanılabilir kılmakla ilgili değildir…” (Osmanlılık, Kültür, Kimlik, Boyut Kitapları, 1. Basım, Kasım 1996, İstanbul, s. 105.) Atatürk, Osmanlı’dan miras kalan bu kültürü tam tersine çevirmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni aklı/bilimi merkez alan bir düşünce sistemine oturtmak istedi. Atatürk’ün ‘devrim’ ya da ‘inkılâp’ olarak nitelenen, siyasal ve toplumsal alanlardaki köktenci müdahaleleri bu düşünce sisteminin altyapısını oluşturmak içindi. Ne var ki bu altyapı 1940’lı yılların ikinci yarısından bu yana adım adım tahrip edildi. Bu tahribatın sonucundadır ki, siyasî İslâm Türkiye’de de iktidarı ele geçirmiştir. Demek ki, bu iktidar sahipleri, onlarca yıldır, genç beyinlere aşılayarak sürdürülebilirliğini sağladıkları Osmanlının kültürünü artık açıkça ortaya koyma zamanının geldiğine de karar vermişler. Şimdi lütfen Bayraktar’ın (sonradan tevile etmeye çalışsa da asla çuvala sığdıramadığı şu mızrak gibi) sözlerine yeniden göz atın: “Bu ülke Müslüman bir ülke… Yüzde 99’u Müslüman… Tarihten gelen bir yapısı var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya çok zor bir bölge ve Türkiye onun merkezinde bulunuyor. Şimdi Türkiye’nin konumu itibariyle biz icat yapamıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? Ara teknik eleman ülkesiyiz biz…” Benim sözüm yine önce bilim insanlarımıza: Böyle bir kültür ortamında mensup olduğunuz üniversite varlığını nasıl sürdürecek; niçin hâlâ kurumsal bir tepki yok? CBT 13798 / 23 Ağustos 2013 Hem mucit hem ara eleman gerekiyor B Türkiye’nin hem ara elemana hem de mucitlere ihtiyacı var. Aksi takdirde Türkiye hep ithal eden, dışarıya bağımlı ülke durumundan kurtulamaz (*) Avukat İbrahim EkdialAvukat Olgaç Nacakçı ilindiği üzere son günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın Trabzon’da yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin Müslüman bir ülke olduğu ve konumu itibariyle mucit çıkaramadığı yönündeki sözleri tepki topladı. Bunun üzerine Bakan bir açıklama yaptı ve yanlış anlaşıldığını belirtti. Peki, Bayraktar’ın bu sözleri acaba ne kadar gerçeği yansıtmakta? Öncelikle Türk Patent Enstitüsü kayıtlarına bakacak olursak, Türkiye’de yapılan patent başvuru sayısı her geçen sene artıyor. Ancak kabul etmek gerekir ki bu sayı istenen seviyede değildir. Gerçekten de yabancı başvuruların sayısı Türkiye’dekinin çok üstündedir: Ülkeler açısından bir karşılaştırma yapılacak olursa, Türkiye’de başvuru yapan yabancı ülkelerin Hıristiyan olduğu görülecektir. Bunun dışında Japonya, Çin, Güney Kore, Hindistan gibi ülkelerin de Türkiye’ den fazla başvuru ve tescilleri olduğunu da ayrıca belirtmek isteriz. Dolayısıyla Bakan’ın söylediği bu yönden aslında yanlış bir tespit değildir. Aşağıda buna ilişkin tabloyu bulabilirsiniz. Ancak aslında önemli olan patent başvuru sayısının değil tescil sayısının arttırılmasıdır. Çünkü yapılan başvuruların birçoğu yeni olmadıkları nedeniyle tescil edilmiyor. Tescil oranlarında yabancı patent başvurularının Türkiye’nin 2 katı tescile sahip olmaları bu durumun da Türkiye aleyhine olduğunu göstermekte. Tescil edilen başvuru sayıları da aşağıdadır: Buradan da anlaşılıyor ki Türkiye henüz patent sistemini iyi anlayabilmiş değil. Özellikle patent başvurusundan önceki hazırlık aşamasında başvuru sahiplerinin yeterli patent araştırmasına girmedikleri buradan kolaylıkla anlaşılıyor. Yapılması gereken, neye patent alınacaksa alınsın başvurmadan önce dünyada bu konuda patent alınıp alınmadığının, başvuru konusunun yenilik taşıyıp taşımadığının çok iyi araştırılması gerektiğidir. Burada buluş sahibi, mucit, mutlaka ehil bir patent vekili ve hatta Avrupa Patent Patent başvurularının orijine göre dağılımı Vekili ile çalışmalıdır. Almanya’nın 2003 yılında yaptığı patent başvuru sayısının 27.211 olduğunu her yıl başvuru sayısının artarak 2012 yılında 34.167’ ye ulaştığını belirtmek isterim. Almanya’nın 2003 yılında tescile bağlanan patent sayısı Kaynak: Türk Patent Enstitüsü ise 13.407; 2013 Patent başvurularının Türk Patent Enstitüsü’ne başvuran ülkelere göre dağılımı Düzeltme ve özür: 09 Ağustos 2013 tarihli CBT’de kendisinden söz ettiğim Prof. Dr. (Hon) Hande Suher’in babasının Mühendis Mektebi Âlisi mezunu olduğunu yazmıştım. Oysa o, 1914 yılında bu mektepte başladığı eğitimini, burada iki yıl okuyup üçüncü sınıfa geçtikten sonra, Technische Hochschule Berlin’de sürdürmüş... Düzeltir Sayın Suher’den özür dilerim.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle