Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
LİSE TARİH KİTAPLARI “Ötekiler”e geçit yok! ğişikliğiyle dönüştürülen eğitim fakültelerine miras kalan atılımlar da yoktu. O yıllarda, işaret ettiğim sorunlar üstüne bir şeyler yazmıştım. Aslında bu sorunların dile getirilmesi için tarih öğretiminin kuramsal ve uygulamalı alanlarda birazcık dahi olsa beslenmiş bir ortamı yaşayamadığımızı bildiğim halde kendimi sorumlu hissediyordum. İşe yeniden bulaşmak kaçınılmazdı adeta. Gerçi, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra hazırlanan Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kıskacında, özellikle tarih programlarına yönelik ısmarlamaları aşmak, bu konularda önerilerde bulunmak ve onları öğretim programları içine sokmak hiç de kolay görünmüyordu. Yine de, Tarih Vakfı’nın kimi girişimleri, bazı üniversitelerin konuya duyarlı oluşları ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın hiçbir özgünlüğü bulunmasa da ithal tarih eğitimcileriyle düzenlediği seminerler, sorunların en azından bir bölümünü ortaya koymamızı sağladığına tanık oldum. Ders kitapları sorunu, bir yandan da, medya tarafından dile getirilmeye başlamıştı. Üniversitelerin ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın artık yabancı kalamayacakları ve kesinlikle üstüne gidilmesi gereken bir çıbanbaşı gibi en azından düzeltilmesi gereken bir sorun olarak görmeye başlamaları ise umut vericiydi. Yurtiçi ve yurtdışı, ulusal ve uluslararası (birçoğuna şahsen katıldığım) platformlarda tartışılması, beklentileri güçlendirirken ve kimi eğitim fakültelerinde ihtiyaç duyulan uzmanların yetiştirilmeleri yoluna gidilirken, yeni kuşak tarih eğitimcilerinin soruna sahip çıktıkları, yayın ve uygulama faaliyetlerine giriştikleri de özlenen ortamın yakalanması yönündeki hareketlenmeleri özendiriyordu. Bu amaçla, tarih öğretiminde uzmanlaşan akademisyenlerle güç kazanan bazı fakültelerin işi ciddiye almalarıyla, ülke dışından gelen tarih eğitimcilerinin katkılarıyla, daha bir bilinçle ulusal ve uluslararası nitelikli sempozyumların düzenlendiğine de tanık olundu. Ne var ki değindiğim bu çabalar, şu an öğrencinin eline tutuşturulan kitaplara hiç dokunmamış sanki! Öncelikle vurgulamam gereken husus şudur: Ortaöğretim Tarih 9. Sınıf, Ortaöğretim Tarih 10.Sınıf, Ortaöğretim Tarih 11. Sınıf ve Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi kitaplarının hepsi öğrenciye “tarih” formasyonu aşılamak için hazırlandığı iddiasındadır; bu bağlamda değerlendirildiğinde de, bu kitaplar sosyoloji, coğrafya, fizik, kimya vb evrensel sayılması gereken tanım ve içeriklerle donanımlı bilimler olması gereği düşünülmelidir. Eğer tarih, Tarih 9’un ilk sayfasında belirlenen ilke, yani “günümüz ile geçmiş arasında bitmeyen bir diyalog” ise, bunun evrensel boyutlarda geçerli kılınması da tarih eğitiminin Salih Özbaran NTV Tarih dergisinin 22. (Kasım 2010) sayısında konu edilen bir sorun, kapağın sol üst tarafında “Dersimiz tarih kitaplarımız hikâye” başlığı ile duyurulmuştu. Orada ortaöğretimde okutulan tarih ders kitaplarının “karmaşık, yorucu, hatalı ve taraflı” olduğu bildirilmiş, sorunun vahimliği ilan edilmişti. Konuya ilişkin sorunlar özellikle Necdet Sakaoğlu gibi duayen bir tarihçi tarafından sınırlı bir dosyada dile getirilmişti. Yılların derdi olarak bildiğim böyle bir konunun üstüne gidilmesi, doğal olarak dikkatimi çekmişti, takdirle karşılamıştım. Ama beni yeniden dertlendirmişti öte yandan. Oradaki uyarılara destek mahiyetinde derginin bir sonraki sayısında “Tarih ders kitapları: Bitmeyen dert ya da kanayan yara” başlığı altında kısacık bir katkıda bulunma gereği de duymuştum. Sakaoğlu’nun özellikle Tarih 9 kitabında karşılaştığı ve benim de ilgi alanıma daha yakın konulardaki saptamalarını can alıcı olarak nitelemiş, paniğe kapılmayı gerektirecek kadar önemsemiştim, öfkelenmiştim ve yine umutsuzlanmıştım. İşte bu tür dürtülerle, okulların 20102011 öğretim yılında uzun tatile girmesinin ardından yeni dönemde de aynı şeylerin belletilebileceği kuşkusunu da taşıyarak İzmir sıcağının bunaltığı günlerde, serinlik bulamayacağımı bildiğim halde, bu kitapları gözden geçirdim. Bu tarih kitaplarına ilişkin aldığım notları bekletirken liselerdeki yetkililerden, aynı kitapların 20122013 ders yılında da okutulduğu bilgisini aldım. Yıllar önce bazı üniversitelerin ve Tarih Vakfı’nın dile getirdiklerinin ve benim önermeye çalıştığım açılımların pek çoğunun boşa harcanmış emek olduklarını sezmeme rağmen, onlar hakkında birkaç sayfa karalamayı da mesleğimin kaçınılmaz görevlerinden biri saydım; basit birkaç ekleme yapıldığı söylenen ama özü değişmeyen bu kitaplar hakkında aşağıdaki satırları hazırladım. 1985 yılında, Buca Eğitim Fakültesi’de üslendiğim görevin de dürtüsüyle, ortaöğretimde izlenen tarih kitapları üstüne gitmenin elde geliştirilmiş planlar, çalışmalar, akademik olgunluk bulunmamasına karşın kaçınılmaz olduğunu anlamıştım. O zamanlar Türkiye’de gerek eğitim fakültelerinde gerekse eğitimle/öğretimle ilgili başka kurumlarda ders kitapları üstüne eğilecek ve tarih eğitiminin uluslararası düzeyini yakalayabilecek akademik kıpırdanmalar neredeyse yok gibiydi. Öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarından, isim de kaçınılmaz bir parçası olmalıdır. Bu diyaloğun tek başına Türk ya da İslam tarihi ile, sadece Amerika tarihi ya da Avrupa tarihi ile saptanamayacağı bellidir. Geçmiş, evrensel bir dile oturtulup sunulabiliyorsa, daha doğrusu Türkİslam tarihini yanlızlıktan kurtarıp onun da geliştirmiş olduğu kavram ve kuramlarıyla tabii ki kendi özgün kaynaklarından esinlenerek dünya ölçeğindeki kavram ve kuramlar içine oturtulabiliyorsa, “tarih” bir anlam ifade eder; aynen doğa bilimlerinde olduğu gibi. Ama tarihin tam bir bilim mertebesinde algılanıp kesin yasalar içine sokulamayacağı da bilinmektedir; onun özgünlüğü vardır. İşte saptanan özgünlükleri dünya tarihiyle bütünleştirmek tarihin çok geniş boyutlarda algılanmasıyla ve evrensel niteliklere tanıdık olmakla mümkündür. Lise kitaplarındaki ”tarih” başlığı altında işlenen bir konuya verilmek istenen anlam bunu gerektirmektedir. Burada, yazıma başlık ettiğim konuya ilişkin daha açıkça söylemem gerekirse, “öteki” olarak nitelenenlerin geçmişlerine bakmak, kıyaslamaları yapmak, benzerlik veya zıtlıkları saptamak, dolayısıyla “biz bize yeteriz” düsturunu aşmak zorunluluğu olmalıdır. Burada hemen eklemem gereken bir husus vardır ki o da, tarihin ortaöğretime yansıma yollarını tıkadığını sandığım akademik girişimlerin yetersizliğidir. Türkiye’de tarihçilik Türk ve Türkiye sınırlarının, Osmanlı hudutlarının, İslami boyutlarının ötesine geçememenin nadiren geçtiği zamanlarda ise muhakkak Türk ve İslam (özellikle Sünni) ile ilintili olma zorunluluğunun sancılarını yaşamaktadır. Türk arşivlerinde çalışan “yabancılar”ın sayısına oranla, başka ülkelerin tarihlerini kendisine esas alıp oralardaki arşiv ve kitaplıklarda dolaşan Türk araştırıcıların sayısı devede kulak mertebesindedir. Türk tarihçiliği “öteki”, “komşu”, “uzak ve yakın” sınırlarda yaşayan devletler ve toplumların, özellikle “Batı”nın tarihleri hakkında söz sahibi olamamakta, sadece savunma yapmakla yetinmektedir. O yüzdendir ki, yukarıda andığım dört kitap Türk ve İslam tarihinin savunmasını yapmaktan öteye gidememektedir. Bizler, “biz”li tarihçiliğin içine “akademik” unvanlı tarihçilerimizle bile gark ediliyorsak eğer, onlardan mülhem lise tarih kitabı yazan öğretmen ya da kendisini yetkili sanan akademisyenden çok şey bekleyemeyiz. Yakın zamanlara kadar kimi tarihçilerin getirdiği burada benim yaptığımeleştirileri sıralamak bu yazının sınırları içine girmiyor. “Ama gelişmiş sayılan Batı’daki tarihçilerin bile kendi ulusal, dinsel ya da emperyal sınırlarının dışına çıkan bir tarih öğretimi alanında yeterince gelişmiş olmadıkları bilinmektedir” gibi bir yaklaşımı doğru saptama sanılsa bile kılavuz kabul edip dünya bağlantısını kenara itmenin de doğru olamayacağının vurgusu yapılmalıdır. Kitaplardaki bu sorunu olay, tarihleme, tahlil, anlatım ya da imla hataları üzerinde durmadan başka bir yazımda biraz daha açmaya çalışacağım. OSMANLI İLE ÇERÇEVELENEN TARİH KISA BİR ANIMSATMA CBT 1348/ 18 18 Ocak 2013 Ocak sayısının kapak konusu Bizans’tan Türkiye’ye Kalan Miras: Tanıdık Yabancı. Dosyadaki yazıların yeni bir tarihsel veya arkeolojik olgu koymak gibi bir niyeti yok. Yazarlar Türkiye’de Bizans’a yaklaşımda birçok açıdan çapıklıklar olduğunu ortaya koyuyor. Bu çarpıklık ve sorunlu hal tarihe bakışta, ders kitaplarında, İstanbul’de şehircilik alanında yapılan düzenlemelerde, edebiyatta, tarihi eserlerin resterasyonunda ve müzecilik anlayışında kendini belli ediyor. Bir başka yazı Taylan Esin’in “Hilali Ahmer’in İstanbul Aşhaneleri Neden Kapatıldı?”, Toplumsal Tarih Özde Çeliktemel ‘1903 Sinematoğraf İmtiyazı” ve Beno Kuryel etnomatematik kavramını tanıtıyor. Talip ApaydınÖğretmen Dünyası Köy Enstitülü öğretmen yazar Talip Apaydın’ın 19461980 arası 34 yıllık çileli, mücadele dolu yaşamı çerçevesinde oluşan bir anı kitabı. Kendi kuşağının simgeleşmiş adlarından olan Apaydın’ın günümüz öğretmenlerine, aydınlanma yolunda yürüye Akan Sulara KarşıÖğretmenlik Anıları cek kuşaklara yol gösteren, umut ve direnç aşılayan seslenişi. Apaydın görevimizi tam olarak yapamadığımızı 1984 yılında şöyle anlatıyordu: “Ulusumuzu bir an önce çağdaş uygarlığa kavuşturmak için kurulmuştu bu devlet. Oysa otuz kırk yıldır durmadan geriye gidildi. Hep gözümüzün önünde oldu bu işler. Tek tek karşı çıksak da bunun yanlış olduğunu söylesek de, başarılı olamadığımız için hepimiz birden suçluyuz. Görevimizi tam yaptım diyemeyiz, hiçbirimiz! Bunun acısını çeken emekli öğretmenlerden birisi de benim.”