02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

sanlar ilişkilerini geliştirdiler. Bu ilişkiler son derece yararlı ve bilgilendiriciydi. Eski Yunan ve Mısır’a ait belge ve bulgulara göre, o dönemin insanları renk farklılıklarının bilincindeydi, ancak bu farklılıklar ilişkilerini ve ticari işlemlerini etkilemiyordu. Kısaca o dönemde cilt rengi farkı, insanların değerini artıran ve çoğaltan bir unsur olarak görülmüyordu. Bir insanın derisinin rengi en fazla dikkat çeken özelliğidir. Ayrıca insan, renkler arasında en başarılı ayırımı yapan hayvandır. Bu, genetik olarak önyargılı olmaya programlandığımız anlamına gelmez; yalnızca dünya ve diğer insanlara ilişkin izlenimlerimizin gördüklerimizden yararlanarak oluşturduğumuz anlamına gelir. Yeni algılarımızı, görsel anılarımızla karşılaştırırız. Kısaca görme yetimiz sosyal varlıklar olarak yaşantımızın her yönüne sızmıştır. Sosyal uyum nasıl oluşur? Çevremizdeki insanları ilk önce meraklı bakışlarla süzeriz, eğer ne yapacağımızı bilmiyorsak, genellikle güvendiğimiz ve saygı duyduğumuz insanların ne yaptığına bakarız. Küçük bir çocukken büyüklerimizi izler ve onları taklit ederiz. Vücut dilinin bizlere “söylediği” sosyal nüanslar en önemli kılavuzlardır. Görsel farkındalık ve taklit yeteneğimiz sayesinde sosyal gruplara uyum sağlarız. Bu eylemler sayesinde başkaları tarafından kabul görürüz ve karşı taraftan da olumlu tepkiler alırız. Yalnızca yetkili insanların yaptıklarını izlemekle yetinmeyip, onları dikkatlice dinler ve onların ait olduğu sosyal sınıfı taklit ederiz. Çocukken küçük ama önemli görsel ve sözel ayrıntılardan kimlerin bizlere yakın olduğunu anlarız. GÖRME YETİSİ TÜM ALGIYI ETKİLİYOR 1968 yılında insan hakları eylemcileri Memphis’te ırkçılığa karşı bir yürüyüş düzenlemişlerdi. Böylece önyargılar yavaşça ve sinsice yaşantımızın en ücra köşelerine dek sızar. Çevremizdeki insanları değerlendirirken, güvendiğimiz insanların davranışlarını örnek alırız. Zihnimiz, insanları farklı kompartımanlara yerleştirmeyi kolaylaştıracak şekilde düzenlenmiştir. Böylece kendimizin de içinde bulunduğu grubu kayırmaya başlarız. Bizim grubumuzun dışında kalan gruplara karşı tepkimiz otomatik olarak olumsuz olmayabilir. Bu kişilere karşı takınacağımız tavrı beynimizdeki sinirsel tepkiler (özellikle amigdala’dakiler) belirler. Klişeleri yaratan, dış gruplara karşı beynimizin geliştirdiği tepkiler değildir; bunları yaratan sürekli olarak tekrarlayan olumlu veya olumsuz çağrışımlardır. Aslında M.Ö. 3150 ile M.S. 476 yılları arasında Nil Nehri kenarında veya Akdeniz kıyılarında yaşayan insanlar arasındaki ticari ağları ve toplumsal ilişkileri belirleyen insanların deri rengi değil, kültürel benzerlikler ve farklılıklardı. Kölelik bu dönemde vardı; ancak kölelerin çoğu savaşta esir alınmış insanlardı. Bütün bu tablo ortaçağda uzun mesafe yolculuklarının daha hızlı, güvenli ve yaygın hale gelmesiyle değişti. Böylece insanlar uzaklarda yaşayan “diğerleri” ile hiç de hazırlıklı olmadıkları bir anda karşılaşınca, birbirlerinin farklı görüntüsünden ürktüler. Ne yazık ki bu karşılaşmada taraflar ne askeri ne de sosyal açıdan eşitti. Kaldı ki denizden gelen Avrupalıların eşitlikçi olmak gibi bir kaygıları da yoktu; büyük bir aç gözlülükle yerlilerin zenginliklerini yağmaladılar. Yerlilerin farklı renkleri Avrupalıları şaşırttı. Ancak bu şaşkınlıkları aşağılama ve küçümseme ile karışıktı. İnsanlarla ilgili ilk bilimsel taksonomi (sınıflandırma bilimi) 1735 yılında Carl Linnaeus tarafından yapıldı. Linnaeus, Systema Naturae isimli kitabında insanları ten rengine göre dört gruba ayırıyordu. 1758 yılında Linnaeus buna ek olarak grupları ayrıca karakterlerine göre de sınıflara ayırdı. İnsanların karakterleri ve yetenekleri ile fiziksel özellikleri arasında ilişki kurma girişimi bugün bildiğimiz şekliyle ırkçılığın temellerini oluşturdu. Bu noktadan sonra karakter ile fizyonomi arasında bir bağlantının kurulması, önyargı, nefret ve rahatsızlığın duygusal bir ifadesi olarak değil, bilimsel bir yaklaşım olarak kabul görmeye başladı. ÖNYARGININ YAYILIŞI üzerinden 30 yıl geçmeden Immanuel Kant 1785 yılında ilk kez “ırk” (Almancası rassen) sözcüğünü kullandı. Bu sözcük ile cilt rengini ve geldiği yeri kastediyordu. Kant’a göre ırklar sabit ve değişmezdi. Sınıflamayı yeteneğe göre yapıyordu: En üstte Avrupalılar, onun altında daha az yetenekli “sarı Hintliler”, bir altında “zenciler” ve en alt sırada da “Amerikan yerlileri” yer alıyordu. Aralarında filozof Johann Gottfried von Herder ve doğa bilimci Johann Friedrich Blumenbach gibi çağdaşlarının da bulunduğu bilim insanlarının sert eleştirilerine hedef olan Kant, yine de ırkçılık tanımında israr etti; geri adım atmadı. Kant ve kendisini izleyen kuramcılar, cilt rengi ile karakter arasında bir denklem kurarak, açık renkli insanların oluşturduğu ırkların daha üstün, koyu renklilerin ise aşağı olduğu fikrini insanların kafalarına yerleştirdiler. Böylece ikinci gruptakilerin beyazlara hizmet etmekle yükümlü olduğu görüşü normal karşılanmaya başladı. Kant’ın renk ve karakter ile ilgili fikirleri geniş bir kesim tarafından uzun süre kabul gördü, çünkü eserleri tüm dünyada okunuyordu ve filozof olarak çok saygın bir yere sahipti. Bunun yanı sıra kendisini izleyenlerin çoğu, koyu renkli insanlarla yakın temas kuracak ortamlarda bulunmadıkları için bu insanları tanımıyorlardı. Koyu renk teni “diğer” kavramıyla eşitlemek tüm zamanların en yıkıcı entelektüel kurgularından biridir. Irkların doğuştan üstün veya aşağı olma hali ile ilgili görüşler, önce Batı Avrupalı aydınlar, daha sonra daha geniş halk kitleleri tarafından geniş kabul gördü, çünkü bu görüşler varolan klişeleri destekler nitelikteydi. Koyu renk ten ile insana biçilen değer arasında kurulan bu negatif bağlantı, kıtalararası esir ticaretinin gelişmesiyle çok kârlı bir alan haline geldi. Afrikalıların endüstriyel ölçekte köleleştirilmesi, kamuoyunda çok fazla tepki uyandırmıyordu, çünkü siyah derililerin beyazlara hizmet etmek üzere dünyaya geldikleri fikri, doğal bir gelişme olarak kabul görüyordu. Hatta 1823 yılında Encyclopaedia Britannica’da “NEGRO” sözcüğü şöyle tanımlanıyordu: “Bu talihsiz ırk, ahlaki bozuklukların adresi gibidir: Tembellik, ihanet, kindarlık, acımasızlık, arsızlık, hırsızlık, yalancılık, saygısızlık, sefahate düşkünlük gibi.. Merhamet duygusundan habersizdirler ve insan ruhunun kendi haline bırakıldığında ne kadar yozlaşabileceğinin en tipik örneğidirler.” 19.yüzyılın başlarında açık renk tenli insanlar “normal”, diğerleri normalden sapma olarak değerlendiriliyordu. 19.yüzyılın sonlarına doğru Sosyal Darwinizm’in doğuşu ile beyazların üstünlüğü fikri doğal düzenin bir parçası olarak biraz daha pekişmiş oldu. Çünkü bazı “ırklar” daha fazla evrilmişti ve daha iyi uyum sağladıkları için kültürel olarak daha üstünlerdi. ABD ve Güney Afrika’da kara derili işçilerin sömürülmesi, ekonomik büyümenin itici gücüydü. Renk ayırımını yargı da destekliyordu. Kuşaklar boyunca renge dayalı ırksal ideolojiler, kültürel gelenekler ve klişeler üzerinden uzun yıllar varlığını sürdürdü. Olumsuz betimlemelerle ilişkilendirilen ırkçı yaklaşımlar, hem aşağılanan gruplar üzerinde hem de yüceltilen gruplar üzerinde derin izler bıraktı. Bazı grup üyeleri bu yakıştırmaları bir kader olarak algılayıp mücadeleyi bıraktı. Irkçılık, insan derisinini farklılığından kaynağını alıyor: “Irklar arasındaki fiziksel farklılıklar, yeteneklerde farklılıklar yaratır ve bazı ırklar ötekilerden üstündür.” Zerre kadar bilimsel bir yönü yok.. Peki deri rengimiz nasıl ve neden farklılaşıyoyor? Hepimiz, insanlık tarihinin yarısından fazlasında, kabaca 200.00080.000 yıl öncesindeAfrikalıydık ve ten rengimiz ortama uyumlu ve siyahtı.. KOYU RENK = DİĞERLERİ İLK SINIFLANDIRMA KANT’IN IRKÇILIĞI Linnaeus’un taksonomisini yeniden elden geçirmesinin CBT 1332/9 28 Eylül 2012 Irkların insanların kaderini belirlemediğini artık biliyoruz. İnsan davranışları ve görüşleri, deneyimlere ve daha da önemlisi bilinçli tercihlere bağlı olarak sürekli olarak değişime ve yenilenmeye açıktır. Önyargılar, kişisel deneyimlere ve bilgi birikimine dayanarak değiştirilebilir veya tümüyle ortadan kaldırılabilir. UNESCO, özellikle büyük kentlerde yaşamı tehdit eden ırkçılık ve ayırımcılığa karşı mücadelede atılacak adımların başında, ırkçı saldırılara hedef olması muhtemel grupların ve bireylerin tespit edilmesine ve bu kişilerin ihtiyaçlarının belirlenmesine öncelik verilmesi gerektiğini öne sürüyor. Resmi kurumların pozitif ayırımcılıkla bu kişilere iş olanakları sağlamasını, belediyelerin düzenlediği etkinliklere katılmalarını kolaylaştırarak Irkçılıkla mücadelede bir diğer önemli adım da ırkçılığı meşru kılan kurumları ortadan kaldırmaktır. Buna en iyi örnek Güney Afrika’da ırkçılığa karşı oluşturulan AntiApartheid Hareketi’ydi. Nelson Mandela iktidarında bu kurumlar işlevsiz bırakılınca ırkçıayrımcı uygulamalar durduruldu ve Apartheid ortadan kalktı.. Irkçılığın cehalet, güvensizlik ve korkudan beslendiği gerçeğinden yola çıkıldığında eğitimin önemi ortaya çıkıyor. Taze beyinler farklılıkları nasıl kabul edeceklerini öğrendikleri zaman ırkçılığın anlamsız, temelsiz ve yıkıcı bir yaklaşım olduğunu anlayacaklardır. Derleyen: Reyhan Oksay Kaynak: New Scientist, 1 Eylül 2012 http://www.ueunion.org/php/uewebprn.php?wsfn=policycu.html http://scientificamerican.com/article.cfm?id=racismnothardwire http://www.unesco.org/new/en/socialandhumansciences/themes/fightagainstdiscrimination/coalitionofcities/ IRKÇILIKLA MÜCADELE YÖNTEMLERİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle