27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Fatih Hilmioğlu Neden Silivri’de? Fatih Hilmioğlu, sözü hükümetin üniversiteleri çalıştırmamak için kullandığı mali denetimlere getirdi ve “Sayın Başbakan, Boğaz’da her biri milyon dolar değerindeki beş villayı nasıl yaptırdı, önce onu açıklasın“ dedi. Doğal olarak bu sözler sonunu hazırladı. Prof.Dr.Süleyman Çelik (scelik44@gmail.com) Samsun Akademik Elemanlar Derneği Başkanı “Bîtaraf olan bertaraf olur” (tarafsız olan yok olur). Bu söz, geçmişte bir şeriatçı gazetenin logosunda kullandığı parolasıydı. Son seçimlerde, Sayın Başbakan meydanlarda dile geYalnız gezen tirdi. Dilimizde buna benzer bir de atasözü var: “Y koyunu kurt kapar.” Yaşamını sürdürmek istiyorsan sürüye katılacaksın. Sürüyle birlikte hareket edeceksin. Çobanın buyruklarına kesinlikle uyacaksın. Aykırı davranırsan kurtlardan önce çoban köpeklerini karşında bulursun. Bilimsel düşüncenin özümsenmediği, demokrasi kültürünün içselleştirilmediği ülkelerde, ne yazık ki durum budur. Oysa bilim önce özgür düşünmeyi, kuşku duymayı, sorgulamayı, eleştirmeyi; demokrasi kişiliğini kazanmış, kimliğinin bilincinde, özgür bireyi gerektirir. Sayın Erdal Atabek yetkin birey” diyor: buna “y “Yetkin birey, kendi kimliğini bir topluluk içinde tanımlamak zorunda olmayan bireydir. Kendi kimliğinin farkındadır. Özgür düşünebilir, sorumlulukla yaşamını düzenleyebilir. İşte Atatürk’ün eğitim hedefinde, yetişmesini istediği “sorumlu yurttaş” böyle bir yetkin bireydir. Ama olamadı. Geleneksel toplulukçu kültür ağır bastı. Toplulukçu kültür, özgür bireyi onaylamaz, kendini toplulukla tanımlayan bireyi olumlar. Bu kültürde birey, başkalarına benzemeye çalışır. Onların yaptığını yaparak kendini silikleştirir, toplulukla var olmaya çalışır. Topluluk kimlikleri de böyle güçlenir, yaygınlaşır ve olumlanır. Cemaatler, camialar, taraftarlar, yandaşlar böyle oluşur” (Erdal Atabek, Cumhuriyet, 23 Ocak 2012). Topluluk mensupları doğru bildiklerini söyle(ye)mez, özgür düşün(e)mez, hatta özel yaşamlarını bile istedikleri gibi düzenleyemez, topluluğun kurallarına uymak zorunluluğu duyarlar. Buna karşılık Sayın Atabek’in belirttiği gibi, yetkin birey bağımsızdır. Kimseye yaranmaya çalışmaz. Açık sözlüdür. Doğru bildiklerini söylemekten kaçınmaz. Sözlerinin zülfü yâre dokunup dokunmayacağına bakmaz. Mensuplar zor durumlarda kaldıklarında ait oldukları topluluk tarafından korunur ve kollanırlar. Yetkin bireyler ise güçlüklere tek başlarına karşı koymak zorundadırlar. etmiş olacaklar ki bilimsel düzeyi yükseltmek için düğmeye basıldı. Hacettepe Tıp Fakültesi’nden saygın iki bilim insanı bulunarak biri rektör, diğeri tıp fakültesi dekanı yapıldı. Özveriyle görevlerine başlayan iki profesör, genç bir kadro kurmaya karar verdiler. Diğer üniversitelerdeki yetenekli, başarılı ve çalışkan öğretim elemanlarıyla ilişki kurdular. Onlara, birlikte çalışmayı kabul edecek olurlarsa ABD’de iki yıl eğitim olanağı sağlayacaklarını ve dönüşlerinde de istedikleri koşullar sağlanarak öğretim üyesi yapılacaklarını bildirdiler. Gençler gittiler, döndüler ve işe başladılar. Fakat üniversitedeki gelişmelerden rahatsız olan tarikat ve cemaatlerin baskısına dayanamayan Turgut Özal, 1992’de onların adayını rektör olarak atadı. Yeni yönetim, özenle seçilmiş ve yetiştirilmiş genç akademisyenleri taciz ederek üniversiteden uzaklaştırdı. 1996’ya geldiğimizde İnönü Üniversitesi eski durumuna dönmüş, fakat YÖK Başkanı ve Cumhurbaşkanı da değişmişti. Bir kurtarıcı arandı ve emekli general olan bir profesör rektör olarak atandı. Ancak bu arada dincilik yükselen değer olmuş, aynı yıl Refah Partisi seçimden birinci parti olarak çıkmış, ardından da Sayın Erbakan’ın başkanlığında Refahyol hükümeti kurulmuştu. Bu konjonktürde Sayın Generalin tarikat ve cemaat liderleriyle dirsek temasına geçtiği, fakat ardından başlayan 28 Şubat süreciyle 180 derece döndüğü, sonuçta idarei maslahatçılık yaptığı için üniversiteye bir yarar sağlamadığı gibi İsa’ya da, Musa’ya da yaranamadığı ve üniversitede sorunların daha da arttığı görüldü. Fatih Hilmioğlu gibi eğilmeyen, kimseye yaranmayı düşünmeyen, doğru bildiklerini söylemekten çekinmeyen açık sözlü insanlar yüksek makamlara getirilmezler. Büyükler(!) böyle insanları rakiplerine karşı kullanmaya çalışır, fakat kendilerini de eleştirmekten kaçınmayacaklarını bildikleri için yanlarına fazla yaklaştırmak istemezler. Ancak üniversiteyi içine düştüğü durumdan atadığı general de kurtaramayınca, YÖK kestaneyi ateşten alması için 2000 yılında Fatih Hilmioğlu’nu rektör yapmak zorunda kaldı. AKP 2002’de iktidara gelince üniversitelere, neredeyse savaş açtı. Kadrolar, ödenekler kısıtlandı. Mali denetimler yoğunlaştırıldı. Fatih Hilmioğlu bu engelleri mazeret oluşturmak için kullanmadı. Kendisi kaynak yarattı ve İnönü Üniversitesi’ni gerek fiziksel yapı, gerekse bilimsel bakımdan en iyi üniversiteler arasına soktu. 2006 yılı baharında, Malatya’da bulunduğum bir pazar sabahı, gezmek üzere üniversiteye gittim. Yerleşke içinde yalnız 130 kişilik bir kız öğrenci yurdu vardı. Diğer yurtlar üniversiteye 20 km uzaktaki kent içindeydi. Fakat yerleşke öğrenci kaynıyor, tatil günü olmasına karşın belediye otobüsleri tıklım tıklım öğrenci taşıyorlardı. Bugünün, sınav günü gibi bir özelliği olup olmadığını öğrenmek için öğrencilerle konuştum. “Özel bir gün olmadığını, yerleşkede herkesin kafasına göre takılabileceği bir şey olduğu için buraya gelmeyi tercih ettiklerini” söylediler. Spor ve kültürel etkinlikler için her türlü açık/kapalı alanlar, okumak/ders çalışmak için görkemli bir kütüphane ve çalışma salonları, öğrenci kulüpleri için özel mekânlar, kantinlerkafeteryalar vs. yapılmıştı. Öğrenciler için üniversite, yalnız ders dinlenilen sıkıcı bir okul değil, bir yaşam alanı olmuştu. Mehmet Canbeyli isimli kadirbilir bir yurttaşımız, köşe yazarlarına gönderdiği iletide yaşananları anlatmaktadır: “Fatih Hilmioğlu hocamız İnönü Üniversitesi’ni Doğu Ana CEMAATLERİN BASKISI dolu’da bir eğitim, kültür ve sağlık vahasına dönüştürdü. Üniversitede senfoni orkestrası ile Türkiye’nin en büyük internet ve organ nakil merkezlerini kurdu. Muhteşem bir kütüphane yaptırdı ve daha neler, neler… Yaptığı hizmetlerin bedeli hapiste yavaş yavaş ölüme terk edilmek oldu. Benim de dahil olduğum vefasız Malatyalılar, hocamıza bir geçmiş olsunu esirgedi, sahip çıkmadı. Yazık..” Ancak Ömer Dinçer Milli Eğitim Bakan olduktan sonra (!) bu gibi sorunlara akılcı yaklaşmanın hiçbir anlamı yok. Plan apaçık! Hükümetin üniversiteler üzerindeki baskısının iyice artırdığı dönemde, Hulki Cevizoğlu programına çıkarmış olduğu iki rektörle üniversitelerde yaşananları/sorunları tartışıyordu. Rektörler daha çok savunma pozisyonunda, alttan alarak üzerlerindeki baskıları anlatmaya çalışıyorlardı. Telefonla programa bağlanan Fatih Hilmioğlu, sözü hükümetin üniversiteleri çalıştırmamak için kullandığı mali denetimlere getirdi ve “Sayın Başbakan, Boğaz’da her biri milyon dolar değerindeki beş villayı nasıl yaptırdı, önce onu açıklasın” dedi. Doğal olarak bu sözler sonunu hazırladı. Şimdi kime ait olduğunu anımsayamadığım iki dizeyi çok severim: “Ölmek değildir hayatın en müşkül işi, / Müşkül odur ki ölmeden ölür kişi.” Çok ciddi hasta olmasına karşın, savunma hakkının çok kısıtlanmış olduğu bir mahkemede bile kendisini değil de diğer tutukluları savunarak şövalyeliğini göstermiş olan Fatih Hilmioğlu gibiler bu nedenle ölümsüzdürler. Selam olsun onlara… Kaş Yaparken Göz Çıkartmak Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması ilke bakımından tabii ki sevindirici. Ama esas olan zorunlu eğitimin süresinden daha çok içeriğinin ne ve eğitimin nasıl olacağı. Bunun 4+4+4 ya da 8+4 ya da 5+3+4 ya da 0+12 ya da herhangi bir diğer bölünme ile olması ancak eğitim ve yönetimle ilgili artı ve eksilerin karşılaştırılmalarıyla saptanabilir (tabi hepsinin başına bir 1+ konulabilse...). Bu hususta ODTÜ Eğitim Fakültesi bildirisi ile Prof. Kâğıtçıbaşı’nın 29 Şubat 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki yazısı örnek olarak okunabilir. (Bu yazıyı ilk hazırladıktan sonra 2 Mart 2012 gecesi izlediğim CNNTürk Kanalındaki “EğrisiDoğrusu” programında Prof. Ziya Selçuk işin asıl özünü vurgularken, Sedat Ergin’in katkıları ve Taha Akyol’un bende ilk kez olumsuz tepki uyandırmayan sözleri de önemle dikkate alınmalı.) Ancak, iktidar yetkilileri tarafından gündeme getirilen niyet bir misillemeden başka bir şey değil. 15 yıl önce "kesintisiz" 8 yıl getirilirken asıl amaç Prof. Kâğıtçıbaşı’nın ya da ODTÜ Eğitim Fakültesinin ve Prof. Seçuk’un ortaya koyduğu gerekçeler değil, İmamHatip Okullarının orta kısmını kapatmaktı. (Ayrıca da MEB'nın öteden beri sindiremediği yabancı okullara da bir darbe vurmaktı.) Yoksa sadece Ortaokulu da zorunlu yapmak kestirme ve belki de doğru bir iş olacaktı. Öte yandan eğitimin kesintisiz yapılması görünüşte yalnız ülkemize özgü iki ciddi sorun doğurdu: 1. Anadolu Liseleri vb. okullara giriş sınavı "oyun yaşından ergenlik yaşına" kaydırılarak öğrencilerde sorun yarattı. 2. Bu sınavı ÖSS'ye daha yakınlaştırarak bir sınavın kaygısı geçmeden ikincinin başlamasına yol açıldı. Yani bu bakımlardan eğitimin kesintili olması daha iyi; yeter ki ODTÜ belgesi doğrultusunda mesleki eğitim en erken son kademeye kaydırılsın, açık öğretim çok kısıtlı uygulansın. (Ve de yıllardır yazıp söylemekten bıkmadığım gibi, bir LİSE BİTİRME SINAVI konulması ve bunda başarılı olununcaya kadar ÖSS’ye girilememesi şarttır!) Ancak, Ömer Dinçer Milli Eğitim Bakan yapıldıktan sonra bu gibi sorunlara akılcı yaklaşmanın hiç bir anlamı yok. Plan apaçık! R. Ömür Akyüz, Emekli Öğretim Üyesi, akyuzo@gmail.com HİLMİOĞLU’NUN BAŞARISI CBT 1303/ 18 9 Mart 2012 Silivri’dekilerin bazılarının, tarikat/cemaat gibi koruyan/kollayanları olmasa da, seslerini duyuran örgütleri var. Gazeteciler ve siyasal parti üyeleri gibi. Öğretim elemanları dernekleri olarak Silivri’deki akademisyenlere sahip çıkamadığımızı düşünüyorum. CBT1296 (20.01.2012)’da, Malatya İnönü Üniversitesi eski rektörü Fatih Hilmioğlu’nun Silivri’deki savunmasını okuyunca bunları düşündüm. Fatih Hilmioğlu’yla birlikte çalışmadım. Dostluğumuz, hatta tanışıklığımız yok. Fakat öğretim elemanları dernekleri aracılığıyla üniversitelerin özgürlüğü için örgütlü mücadeleye, yıllardır katkı veren bir akademisyen olarak, diğer üniversitelerdeki gelişmeleri de izlemekteyim. Ayrıca Malatyalı olmam nedeniyle İnönü Üniversitesi’ne özel ilgim var. İnönü Üniversitesi, taşra üniversitelerinin durumunu göstermesi bakımından ilginç bir örnektir. YÖK ile birlikte taşra üniversiteleri, 12 Eylül yönetiminin resmi ideolojisi olan Türkİslam sentezinin boyunduruğuna sokuldu. Üniversiteler bilimsel düzeyleriyle değil, yerleşkelerindeki cami sayısı veya camilerinin görkemiyle yarışmaya başladılar. Turgut Özal’ın Malatyalı olması İnönü Üniversitesi’ne bir ayrıcalık sağladı. Sayın Özal ABD’de kalp ameliyatı olduktan sonra, memleketine ameliyat olduğu tıp merkezinin bir benzerini kurmaya karar verdi. Kendisini ameliyat eden doktoru getirtti. İki merkez arasında işbirliği protokolleri imzalandı. Bu arada Amerikalılar bilimsel düzeyin yetersizliğinden söz ÜNİVERSİTELER CAMİ İLE YARIŞMAMALI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle