01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN Hangi dünyada yaşıyoruz? Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Anadolu nüfusunun 9/10’u köyde yaşayan, elektriği, fabrikası yolu olmayan, makinesiz tarımı, elektriksiz köy ve kasabaları, tek bir ana tren yolu ve tozlu yollarda birkaç otobüsü ile bir geç ortaçağ ülkesiydi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye bu ekonomik bir yapılanmaya girmek için önce toplumun ruhunda ve ortak aklında bir Aydınlanmaya muhtaçtı. Bu köktenci toplumsal yapılaşmaya Cumhuriyet devrimleri diyoruz. H içbir gelişmiş ekonomik olanağı olmayan Türkiye, dünyadaki en köklü yapısal değişimleri gerçekleştiren toplumdur. I. Dünya Savaşı sonrasında yeniden örgütlenen Avrupa’da gelişen yeni bir dünya imgesine dayanan çağdaş bir devleti inşa etmek, Avrupa’daki gibi hazır bir temel üzerine değil, yeni inşa edilecek bir temel üzerine olabilirdi. Aynı zamanlı sosyal ve eğitim reformları, sanayileşme ve laik devlet bu yenileşmenin programıdır. İslam dünyasında sadece Türkiye yeni dünyaya katıldı, diğerleri sömürge kaldı. Günümüzde de devlet, toplum ve eğitim olarak en çağdaş İslam ülkesi Türkiye’dir. Dubai gibi gökdelen giysili petrol şeyhlikleri bizim insanlarımızı bazen şaşırtıyor. Oysa onlar toprak altındaki son miraslarını yiyor. 1933’de Türkiye’nin nüfusu 15 milyondu, ve bunun yüzde 8590’ı yani 11 milyondan fazlası okuma yazma bilmeyen köylülerdi. Bugünkü Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesinde, 192039 yılları arasında yaratıldı. Savaş yıllarında sadece kendini korudu. Demokrat Parti döneminden başlayan ve kurucu partinin 1950’den sonra hiçbir zaman çoğunlukta olmadığı 60 yıllık sürenin iki farklı çabası vardı: Birincisi, çağdaş kurumlaşmayı yavaşlatan ya da durduran çabalar; ikincisi sanayi ve ekonomik gelişmede Batı’yı izleme. Aslında bütün İslam dünyasının 20. yüzyıl serüvenidir. Bu iki uyuşmaz eğilim, Batılıların beklediği ve desteklediği bir çelişkidir. Çünkü geleneksel kültür yapısı ve dünya görüşü içinde Batı’yla boy ölçüşecek bir örgütlenme gerçekleştirmek olanağı yoktur. Bunu kanıtlamak için Arap dünyasında olan bitenleri izlemek yeterlidir. Oysa Japonya bu aşamaya yüz yıl önce ulaşmıştı. Çin aynı yöntemle bugün Amerika’nın tahtına oynuyor. Sömürge döneminde bilinçli olarak geri bırakılmış Müslüman toplumlar, zaman zaman Batı’ya direndi ve direniyor. Fakat çağ daşa uyumunu büyük bir hızla yaparak sömürge olmayan tek ülke Türkiye’dir. Batı ile İslam arasındaki ilişkilerin tarihini hiç unutmamalıyız: Luther’den sonra Avrupa bir süre kendi derdiyle uğraştı. 17. yüzyıldan sonra ise bilimsel ve Sanayi Devrimi’ne paralel olarak ve sonunda bütün İslam dünyasını da içeren bir sömürgeciliğe girişti. İslam ülkeleri, Türkiye dışında bu sömürgeleşmeye direnemedi. İslam’ın tepkisi ancak II. Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlık gösterisine dönüşebildi. Yine de bugün Müslüman ülkelerin bağımsız olduklarını savunmak zordur. Kaldı ki Batı, doğrudan ya da dolaylı, kendi yönlendireceği 1.5 milyar Müslüman’ı elinden kaçırmamakta kararlıdır. Sanayisi gelişmemiş bir pazar; eğitimsiz, kolayca aldatılabilen ve birbirine düşürülmüş toplumlar, 3040 yıl daha sürecek bir petrol ve doğalgaz kaynağı, savunma güçlerinin Batı’ya bağımlı olması, Avrupa ve Amerika’nın politik amaçları için ideal bir durumdur. Sevgili Okuyucular, Dünyanın zenginleri milyonlarla, fakirleri milyarlarla ölçülüyor. Birleşmiş Milletler bir milyar insanın aç olduğunu söylüyor. Bu dünyada, fakirlerden binlerce kat fazla kazanan zengin sınıflar fedakârlık yapmaktan kaçınıyorlarsa, bu ahlaksız bir dünyadır. Düşüncede, bilimde, sanatta, sanayide çağdaş uygarlık düzeyini temsil ettikleri söylenen Batılı toplumlar var. Fakat bu uygar toplumlar baskıcı, hatta yok edici olabiliyor. Bir milyar insanın açlığı onları çok rahatsız etmiyor. En uç teknoloji en uç soygun aracı olabiliyor. Toplumların farklı kültür alanlarında yaşadığı çağlarda zenginlikle üretimin ilişkisi doğrudandı. Bu ilişki, bir ölçüde sömürgecilik ya da savaş yağmaları ile değişse bile 20. yüzyıla gelene kadar Avrupa hem üretimiyle hem de sömürgecilikle zengin oldu. Çağdaş Çin, sadece üretim gücü ile devleşiyor. BATI VE ÇİN İKİ UYUŞMAZ EĞİLİM Oysa Batı’ya egemen olan finans kapital üretimle ilişkisini yitirmiştir. Bugünün zenginleri üreticilerden çok borsa ve bankalardaki kumarbazlardır. Amerika’nın dünyaya ihraç ettiği bu yeni düzene, vurgu liberal sözcüğünde olmak üzere ‘liberal kapitalizm’ deniyor. Kapitalist sistemin gelişmesi ve bugünkü düzeye ulaşması ile teknolojinin ve özellikle iletişim teknolojisinin akıl almaz hızı, haberleşme, ticari ve finansal işlem etkinliğini olağanüstü arttırmış ve parayı en büyük spekülatif ekonomik araç haline sokmuştur. Elektronik hızlarla uçuşan paralar binlerce insanı elektronik hızlarla soyabiliyor. Öte yandan dünya nüfusu artıyor. Dünyanın fiziksel dengesini bozabilen tek yaratık olan insan için tehlike çanları çalan iklimsel değişiklikler, günün en sıcak konusu. Fakat tüketim robotu olmuş insanlar uyanmıyor. Buna çağımızın bir özelliğini daha eklemek gerek: İktidar sahipleri hiçbir ülkede kapitalistlerin gücünü kıramadıkları için dünyayı onlarla ortak idare ediyor. Bu ortaklık çağdaş iletişimi de elinde tutuyor. Ne var ki iletişimi insanları bilgilendirmek için değil, gerçeği kendi amaçları yönüne saptırmak için kullanıyorlar. Bu, herkesin bildiği nedenlere dayalı dengesizliklerin kanıtı doğal afetler, savaşlar ve ekonomik krizlerdir. Dünya bir salın üzerinde bir şelaleye doğru hızla yaklaşan yolculara benziyor. Batı medyası ekonomik krizden, işsizlikten, enerji sıkıntısından söz ediyor ve sanayi üretimi üstünlüğünün Çin tarafından ele geçirileceğini yineleyip duruyor. Fakat insanlara ‘işinize geç gidebilirsiniz, yiyecek yemeğiniz olmayabilir, ev kirasını ödeyemeyebilirsiniz, deprem sizi gömebilir ama taksitle otomobil almalısınız.’ demeyi de unutmuyor. Kanımca aklını kaçırmış bir dünyada yaşıyoruz. Sevgili Okuyucular, Bundan 3040 yıl önce nüfusun çoğunluğu kentlerde değildi. Yüksek apartmanlarda oturmuyorduk. Otomobilimiz yoktu. Elektrikle aydınlatılmış yollarda yürümüyorduk. Alışverişi bakkal ve pazarda yapıyorduk. Turistik gezilere çıkmıyorduk. Fakat kimse geleceği bu kadar karanlık göstermiyordu. Bugün milyarlarca insanın durumunun bugünden yarına iyileşmesi umudu yok. Halklar temelde bir şey sormuyor. Bir şeyin ‘rating’i yüksek demek, sorgusuz ve sorunsuz büyük kütleye erişmiş demek. Fakat rating ağına takılan bir sözde düşüncenin basit bir propaganda klişesinden öte bir değeri yok. Anlaşılan dünya Tao Te Ching’deki bir öğüde uygun idare ediliyor: “İyi hükümdarlar halkın karnını doyurur, aklını boşaltırlar.” Ne var ki Lao Tzu’nun bu öğüdü 2500 yıl önce yazılmıştı. COGİTO: Dostluk Cogito Dergisi’nin Dostluk dosyasında, hem filolojik hem tarihsel ve sosyolojik dostluk incelemelerine, felsefe ve dostluk arasındaki ilişkiyi olduğu kadar filozoflar arası dostluk ilişkilerini de okuyan makaleler eşlik ediyor. Dostluk nedir? Felsefe nedir? Felsefenin ne olduğu sorusunun sadece dostlar arasında ve o da “sır verirmişçesine ya da güvenle, veya düşmana karşı bir meydan okumaymış gibi sorabilmek” gerektiğini bildirerek başlar Deleuze ve Guattari, Felsefe Nedir? adlı kapsamlı sorgulamaya. Bu sayıda yer alan “Dostluk” başlıklı makalesinde Agamben de, adını vermeden (ve nedense bu kitabı birlikte yazdığı dostu Guattari’yi silerek) Deleuze’e atıfta bulunuyor ve Aristoteles’te dostluk kavramının ontolojik temelinin peşine düşüyor. Aristoteles’e atfedilen “Dostlarım, dost diye bir şey yoktur”un esasen bir çeviri hatası olduğunu, doğrusunun “Çok dostu olanın hiç dostu yoktur” olduğunu ısrarla vurgularken, Jacques Derrida’nın Dostluğun Siyaseti’nde bu filolojik hatadan haberdar olmasına rağmen, dostluğu bir yandan olumlarken bir yandan da şüpheyle hükümsüz kılabilmek için onu görmezden gelişini eleştiriyor. Simon Morgan Wortham’ın “Dostluğun Yasası” başlıklı makalesi, Agamben’in bu makalesini merkeze oturtarak Derrida ve Agamben gibi iki çağdaş filozof arasındaki ilişkiyi dostluk yaklaşımları bağlamında ele alıyor. Cogito’da dostluğun düşünceleriyle ilişkisi bağlamında, Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Maurice Blanchot. Stivale gibi diğer filozoflara da yer veriliyor. Judith Butler’ın kamuda “görünme”, tezahür etme hakkını düzenleyen toplumsal ve yasal kısıtlamaları ele aldığı üç derslik bir serinin ikinci konuşması olan “Müttefik Bedenler ve Sokağın Siyaseti” başlıklı konuşmasının çevirisini de Yeni Perspektifler bölümünde yer alıyor. Ayrıca bu sayıda Madde ve Mana’nın yazarı Saffet Murat Tura’yla ve Ortak Zenginlik’in yazarı Antonio Negri’yle yapılan iki söyleşi bulunuyor. Cogito 6869, 371 sayfa, 20 TL, Yapı Kredi Yayınları Tayfun Akgül CBT 1298/2 3 Şubat 2012
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle