27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ortaçağ Bir Metefor (1) Öğr. Gör. Okday Korunan (İstanbul Devlet Tiyatrosu, İstanbul Kültür Üniversitesi) “Ortaçağ’ın Savunusu: (Apologia)” “Şüphe sorgulamaya, sorgulama da gerçeğe götürür.” (Pierre Abélard) Ortaçağdan söz edeceksek hangi ortaçağdan söz edeceğimizi belirlemek önemli görünüyor. “Hangi ortaçağ?” Sıradan insanların, üniversitelerin, dini kurumların, entelektüellerin, coğrafyaların ortaçağı mı ya da özetle; Aydınlanmayı bekleyen sadece ortaçağ mı, yoksa ortaçağ bir metafor mu? Tümel düşüncenin analitik sonuçları ile Antikite’den Modern’e bizleri taşıyan kolektif bir Avrupa ortaçağından söz ettiğimizde hangi ölçü ve renk zihnimizde nasıl bir resim çiziyor? “Avrupa için ortaçağ nedir?” Rönesans’ın içinden bir İtalyan rahibin, antik dönem ile yaşadığı çağın arasını adlandırma ihtiyacından doğan (Medio Evo) ortaçağ tanımı bu dönemin adlandırılmasının ve ötekileştirilmesinin de başlangıcı oldu. Kuşak farkı örneğinin bir uzantısı olarak da algılayabileceğimiz bu yaklaşım, öncesini dışlayan bir “yeni” var etme telaşıdır. Bir dönemi yok sayarak tarihin karanlıklarına gömme isteği, çağın “karanlık” bir çağ olduğu algısını yaratmıştır. Ortaçağ boşlukta doğmamış, Antikite’nin içinden gelip onun sorunlarına çözüm arayan bir çağ olmuştur. Milano Piskoposu Ambrosius’un (337340? 397) imparatorla kurduğu bağımsız güç mücadelesi bir köşe taşı olarak hep anılacaktır; Milano kentinin Ariusçu Hıristiyan topluluğu genç İmparator II. Valentinianus’un annesi Justina’nın da desteğini alarak Ambrosius’tan kentteki kiliselerden birini kendilerine devretmesini ister. Ambrosius: “Piskopos, Tanrı’nın evini terk etmez!” diyerek imparatorluk emirlerine direnir. Her şeyin imparatora ait olduğu düşüncesine karşı çıkan bu yaklaşım, tarihe Ambrosius’un şu sözleri ile geçecektir: “Uzun süre imparatorluk yapmak istiyorsanız Tanrı’nın haklarını Tanrı’ya, Caesar’ın hakkını Caesar’a bırakın.” (Luka İncil’i /20. Bölüm/25. Ayet: O zaman İsa onlara: “Öyle ise, Sezar’a ait olanı Sezar’a, Allah’a ait olanı da Allah’a verin” dedi.) İncil kaynaklı Ambrosius’un yorumu ortaçağın erken döneminden yeni/öncü (modern) bir mesaj veriyordu. “Ortaçağ’n rengi nedir? Beyazdır ama o da renk değildir. Çünkü tüm renkler beyazın içindedir. Devinim, beyazı var eder; beyaz aydınlığın simgesidir.” “Ortaçağ”ı karakterize eden “feodal sistem” çeşitli olumsuz tanımlamalardan nasibini almıştır. Feodal sistemin kökü, MÖ II. yüzyıldan MS IX. X. yüzyıllara kadar uzanan bir oluşum dönemini kapsar. Feodal terimini ilk kez Fransız rejimini kötülemek adına Boulainvilliers (16581722) ile Montesquieu (16891755) kullanmıştı. “Kurumların birbirine bağlanış biçimi sosyolojik kimliğidir.” Kurucu Hıristiyan doktrin değişmese de Hıristiyanlık zaman kavramının gücü ve yaşananlar doğrultusunda değişimden geçmiştir. İncil’in İsa’dan sonra yazılmış olması din adamları ile felsefeciler için üzerinde çalışılmaya açık bir zemin oluşturmuştur. Bir çağı tek noktadan tanımlamaya çalışmak yanıltıcıdır. Ortaçağın en önemli yanı genel kavramlar, tümeller üstüne yapılan tartışmalarla yüklü olmasıdır. Ortaçağ düşünürleri, farklı düşünme doğrultularının peşinden giderek zengin açılımlara zemin hazırlamıştır. Antikite’deki sonsuz bilgi arayışı (özgür felsefe) ve “bilge severlik”, ortaçağda tek ve mutlak “Tanrı” inancıyla buluş(tur)ma çabasına dönüşse de “analitik düşünme” yönteminin Aristotelesçi köklerini geliştirerek günümüze taşımıştır. “Hiç kimse bilerek kötülük etmez, kötülüğün kaynağı cehalettir.” (Socrates) Ortaçağ sosyolojik hiyerarşisinin kaynağında, varlık felsefesinin dini yorum algısı saklıdır. Soylular vasallar, din adamları, serfler hiyerarşik düzeni içinde; sadece eşitler arası eşitliğin öngörüldüğü, eşitsiz sosyal yapının sistematik adlandırması “feodal” terimi ile tanımlanmıştır. Vurgulanmak istenen ve sistemden kaynaklı olumsuz özellikler, sadece Avrupa ortaçağına ve onun feodal tanımlı sistemine ait olmanın ötesindedir. Ortaçağ’ın karanlık algısı karşısında bugün ne kadar aydınlık olduğumuz, kendimize sormamız gereken bir sorudur. Zaman içindeki değişim XI. yüzyıldan sonra siyasal alanda hız kazandı. Erk alanının atomlaşmış öz yapısı ve kilisenin baskıcı varlığı diğer çağlarda olduğu gibi kendi sonunu hazırlayacak koşulları yine kendi içinde beslemiştir. Kol gücünden teknoloji kullanımına, “savaş”tan “tarım” ekonomisine geçen çağın senyörlerini, serflerin çoğalması tembelliğe, ranta değer verir hale getirmiştir. Bu döneme “Şişko Krallar Dönemi” yakıştırması yerinde bir benzetme sayılabilir. Senyörler arası mücadelenin temelinde serflerine el koy FEODAL SİSTEM: ma düşü de yatmaktadır. Serf, savunmasız işgücü, yetiştirildiğinde asker demektir. Verilecek unvanlar karşılığı ruhu sıvazlandığında efendisine sonsuz sadakatle hizmet edecek olandır. Efendisi için o; aklı elinden alınmak, ruhu köleleştirilmek istenen “uşak(!)”tır. Önceleri savaşan otorite sahibi soyluların konforlarına yenilerek topraklarını kiraya vermeleri, beraberinde zorunlu soyluluk dağıtmaları sosyolojik değişimi de başlattı. Emek gücünün işlenecek topraktan daha fazla hale gelmesi, tarım alanındaki gelişim eldeki toprağı değerli kıldı. Toprak rant kaynağı haline geldi, kiracılık ilişkileri öne çıkmaya başladı. Üzerlerinden rant elde edilemeyeceği anlaşılan serflerin, boşuna beslenmesi yerine azat edilmeleri yeni beklentilerle gerçekleşti. Özgür çiftçiler artık yeni kiracılardı. Emek, ad değiştirerek kazanç noktasında farklı bir paylaşıma açılmış oluyordu. (Geleceği şekillendirecek, kapitalist sistemin ruh kırıntıları ortaçağda hissedilmeye başlamıştı.) Bu dönüşüm içinde her senyör bir başka senyörün vasalı (koruyucusu) olabileceği gibi her vasal da bir başkasının senyörü haline geldi. Yemine dayalı sadakat içeren iktidar paylaşımı karşısında sistemin karmaşası ve adaletsizliğinden sıyrılabilen yeni soyluların iktidar ortağı olabilme arzuları ile inanç düzleminde yeni yorum arayışları çağın sosyolojik karakteristiği oldu. Soyluların yazılı olduğu kadar yazılı olmayan hukuki kuralları söz konusuydu. Kilise ve soylu hukuku iki farklı adalet anlayışının varlığı demekti. Eylem, yapanın kimliği ile orantılı olarak farklı algılanıyordu. Beli kılıçlı din adamlarının varlığı bir paradoks ve realiteydi. Büyük erkek evlat fikri, soyluluk içindeki iktidar mücadelesinin zeminini kiliseye ve din adına savaşlara yönelterek başka yollardan güç elde etme telaşını besliyordu. Bu durum kiliseyi siyasete çekerken erki de dinselleştirdi. Şövalyeler “Tanrının savaşçısı” kalıbına dökülmüştü. Böylece şiddet, yasal ve Tanrısal kimlikle kutsanmıştı. Manastırlar ve tarikatlar yönetsel erk telaşına girmişlerdi. Evlilikler de aynı yolla dinselleştirilerek “Kutsal Aile” yaklaşımı içinde kültleşiyordu. Şövalyenin senyör eşine olan aşkı, aşkın ulaşılamazlık algısı ile bağdaştırılıyordu... Yaşananlar “Pandora’nın kutusunda kalan umut”la günümüze taşındı. Bugün, modern kavramlardan olan “laiklik, insan hakları, demokrasi”nin şekillenip öne çıkmasının ardında ortaçağ feodal sözleşme anlayışının varlığı unutulmamalıdır. “İlerleme” düşüncesini öne çıkaran modernisizm, sürekli değişimin koruma altına alınması olan demokrasi, bu dönemin pratiklerinden yol buldu. Dünya tarihinin en Hıristiyan dönemi, Hıristiyan din etkisinin kırılmasına, Rönesans’ın doğumuna neden oldu. Yararlanılan Kaynaklar: *Afşar Timuçin “Düşünce Tarihi” * “Doğu Batı” Dergisi sayı:33 * Celil Layiktez “Ortaçağ’ın Aydınlığı” CBT 1298/ 13 3 Şubat 2012 “Ekolojik yaşam bir dosyanın değil, başlıbaşına bir derginin konusu olabilir. Zaten böyle dergiler de var. Örneğin genç yaşında ölen Victor Ananias’ın kurucusu olduğu Buğday dergisi, doğrudan ekolojik yaşamın öncülüğünü yapan, ekolojik yaşam denemelerinin yayılma zeminin oluşturan yayınlardan biriydi. Ancak ekolojik yaşam deneyiminin farklı boyutlarıyla tartışılmasının, mümkün olduğunu kanıtlama çabasından daha zor olduğunu kabul etmek gerek. Ekolojik yaşam ana başlığının altında ele alabileceğimiz organik üretim, ekolojik tarım, permakültür, kent tarımı, balkon bahçeciliği, geçiş ka Üç Ekoloji : Gönüllü Sadelik, Ekolojik Yaşam sabaları, vejetaryenlik, ekoköyler, kır komünleri vb. mevcut endüstriyel sistemin kirli havasının içinden sıyrılarak o kadar temiz bir koku yayıyorlar ki, bu denemelerin ve örneklerin politik anlamı üzerinde düşünmek ve tartışmak kolay olmayabiliyor. Bu dosyada meseleye yeni bir perspektifle yaklaşan, yani ekolojik yaşamın mümkün olabilmesi geçirmemiz gereken ilk zihinsel dönüşümü gönüllü sadelik kavramı çerçevesinde tartışan ilk yazı başta olmak üzere, dosya yazıları tartışmaya başlamak için bir deneme. Ekolojik yaşam bir ütopya da olsa, bir zorunluluk da, eleştirel bir yaklaşımı hak ediyor. Aslında bunu her şeyden önce ekolojik yaşam deneyimlerini başlatanlar, öncülük yapanlar ve hayatlarını adayanlar hak ediyor. Biz de ölümünün ardından yayına hazırladığımız bu dosyayı gönüllü sadelik ve ekolojik yaşam denince akla gelen en hakiki insanlardan Victor Ananias’a ithaf ediliyor. DOSYA Gönüllü Sadelik, Ekolojik Yaşam, Marina Queiroz’la Söyleşi: Toprağı Avuçlayan Şehirlililer, Toplumsal Permakültür Küresel İklim Değişiminin, Yaralarını Sarar mı? Rudolf Bahro’nun “Komünler Kurma Cesareti”ne Şerh, Yüksel Selek’le Söyleşi:“İKD’den feminist harekete, komünist ütopyadan Yeşiller Partisi’ne”. YEŞİL DÜŞÜNCE KLASİKLERİ: Doğanın Sonu: Bruno Latour; Gücünü Topraktan Alan Bilgelik: Kadınlar Ekolojik Dönüşümde.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle