16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör ne göre büyük bir yüzeye sahip parçacıklar, kumaşların özelliklerini değiştirebiliyorlar. Nano parçacıklar tıpta, bakım ürünlerinde veya koruyucu tabakalarda kullanılıyor. Ekip deneylerinde polistroldan üretilmiş 50 nanometrelik parçacıklardan yararlanmış. Bu plastik örneğin gıda paketlerinde kullanılıyor. Araştırmacılar parçacıkları bağırsağı kaplayan hücre kültürlerinde test edince ortaya şu sonuç çıkmış: Yüksek dozdaki nano parçacıklar, hücre zarını etkilediği için demir emilimini arttırıyor. Birkaç hafta süreyle nano partikül ile beslenen veya nano parçacıkların doğrudan doğruya ince bağırsağa verildiği tavuklarda farklı sonuçlar elde edilmiş. larca, aylarca hatta yıllarca yaşayabilirler. Işınla gelen zararlar dışında biyokapsüllerle yorgunluk ve uykusuzluk da tedavi edilecek. Yeni gelişmeyle ordu da yakından ilgileniyor. Ancak NASA’nın diğer bir hedefi diyabet hastaları. Hayvanların pankreasından alınan ada hücreleriyle donatılan biyokapsüller ensülin üretebilirler. Ancak kandaki şeker seviyesinin ne şekilde ölçüleceği bilinmiyor henüz. Kapsüller kanser tedavisinde ama özellikle de beyin tümörlerinde yararlı olabilecek. Biyokapsül doğrudan doğruya bir tümörün içine yerleştirileceği için, yüksek dozda ilaç verilebilirken, yan etkiler en aza indirilebilecek. Hayvanlarla ilgili deneyler bu yıl içinde veya önümüzde yıl başlayacak ve deneylerin başarılı olması halinde gönüllü insanlarda denenecek. Kapsüllerin on ila on beş yıl içinde kullanılması bekleniyor. ABET zırvalığı ülkemizdeki tüm fen bilimlerinin ölmesine, üniversite mezunlarımızın ancak uygulamalı meslek öğrenen yaldızlı diplomalı kalfalar olarak çıkmalarına neden olacaktır. Cehaletle Üniversite Yönetiminin Takıldığı Taş: ABET Üniversite yönetiminin öğrencisine vermek istediği eğitimin amacı, ona geniş bir kültür temeli üzerinde belirli bir alanda maharet kazandırarak o alanda yaratıcı şeyler yapmasına imkân hazırlamak, böylece öğrencinin uzman olduğu alanı geliştirmesini sağlamaktır. Tek bir üniversitenin bunu yapması kolay değildir. Onun için değişik üniversiteler, değişik öğretmenlerinin marifetiyle öğrenciye aynı bilimsel temel üzerinde değişik vurguları olan programlar sunarlar. Ondokuzuncu yüzyılda bu nedenle bazı istisnalar dışında hiçbir önemli bilim insanı eğitimini tek bir üniversitede tamamlamamıştır. Meselâ büyük Alman coğrafyacısı Alexander von Humboldt, sırasıyla FrankfurtanderOder ve Göttingen üniversiteleri, Hamburg Ticaret Okulu ve Freiberg Madencilik Akdemisinde okumuştur. Üniversite değiştirmekten maksat, değişik üniversitelerin güçlü oldukları alanlarda veya bulundurdukları iyi öğretmenlerden ders görme arzusudur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, özellikle Amerikan üniversite sisteminin etkisiyle, üniversite öğrenciye meslek kazandıran bir meslek okulu seviyesine düşürülmüştür. Lise sistemi Amerika’da, bilhassa beyazlarla aynı haklara ancak atmışlı yıllarda kavuşabilen zencileri sistemle uyuşturabilmek adına yapılan bazı fedakârlıklar sonucunda tamamen yozlaşmış, bu ülkede üniversite en az iki yılını öğrencisine lisede veremediği bazı genel kültür kavram ve bilgilerini (buna adam gibi okuyup yazmak dahildir) vermeye ayırmıştır. Bazıları bunu 12. yüzyıl sonrası Orta Çağ üniversitelerinin hümanistik temelli eğitimiyle karşılaştırır ki bu doğru değildir. Amerikan toplumunun yüksek hareketliliği ve toplumun tekdüze karakteri hem lise hem de üniversite düzeyindeki eğitime ülke çapında bir yeknesaklık getirilmesi mecburiyetini de doğurmuştur. Nasıl iki McDonalds restoranı veya iki Neiman Marcus dükkânı birbirinden çok farklı olamazsa, iki üniversitenin de çok farklı olmaması Amerikan toplumunun karakteri gereğidir. Türkiye’de bilhassa ellili yıllardan sonra gelen beyinsiz bir Amerikan taklitçiliği, bizim üniversitelerimizin de Amerikan üniversitelerine benzemesi gerektiği gibi tamamen saçma bir düşünce doğurmuştur. Amerika’nın Savaş içinde (ve sonrasında) hemen tamamen mülteci Alman bilim insanlarına ve onların getirdiği Alman (yani Wilhelm von Humboldt’un) üniversite sistemine bağlı olan başarısını incelemeden, sadece şimdiki (ve başarı grafiği giderek düşen) eğitim sistemini taklit ederek onun gibi olabileceğimiz sanılmıştır. Bunun son zamanlardaki aptalca bir tezahürü de ABET (Accreditation Board for Engineering and Technology=Mühendislik ve Teknoloji Muadelet Kurulu) sistemi denen bir tekdüzeleştirme mekanizmasını düşünmeden üniversite bölümlerimize uygulamaktır. ABET, adı üstünde, sadece mühendislik bölümlerini ilgilendirir. Ama Türkiye, altmışlı yıllarda, mühendis unvanı taşıyanların, taşımayan üniversite mensuplarına nazaran daha avantajlı olan maaş durumları nedeniyle teknolojiyle ilgisi olsun olmasın hemen tüm fen bilimlerini mühendislik adı altında toplamak ahlâksızlığını yapmıştır. Ahlâksızlık, sadece isim değiştirerek aslında sahip olmadığınız bilgi ve beceriye sahipmişsiniz yalanını söylemektir. Düşünün ki bazı üniversitelerimizde matematik mühendisliği bile vardır. Bu ahlâksızlığı isteyen üniversite öğrencileri, bunu oy uğruna yapan da politikacılardır. Meselâ Türkiye’deki jeoloji bölümlerinin hepsi jeoloji mühendisliğidir. (Halbuki dünyada jeoloji mühendisliği diye bir meslek yoktur. Mühendislik jeolojisinde uzmanlaşan jeologlar vardır). Bu jeoloji bölümleri adlarında mühendislik ibaresini taşıdıkları için, üniversiteleri onların ABET muadeleti almalarını istemektedir. Halbuki bu bölümlerin mühendislikle ilgileri yoktur. ABET muadeleti alırlarsa, yaptıkları jeoloji eğiminden vaz geçerek biraz jeoloji bilen mühendisler yetiştirmeye başlamaları gerekir. Böyle bir adım ülkede jeolojinin ölmesi demektir ki bunun ileride yaratacağı faciâları düşününüz. Benzer şekilde ABET zırvalığı ülkemizdeki tüm fen bilimlerinin ölmesine, üniversite mezunlarımızın ancak uygulamalı meslek öğrenen yaldızlı diplomalı kalfalar olarak çıkmalarına neden olacaktır. Tüm bunun nedeni, mühendislik nedir düşünmeden tüm fen bilimlerini mühendislik altında toplama ve daha sonra da, fen bilimi nedir düşünmeden hepsine mühendislik muadeleti arama cehaletinin bir sonucudur. Bunu yapanlar sırf cahil değil, aynı zamanda ahlâksızdır, çünkü, meselâ ABD’de bile bu durumun yaratacağı sorunları anlatan yayınlar yapılmıştır. Bunların hiçbiri kaale alınmadan sadece ve sadece oy ve mevki uğruna Türkiye, Osmanlı’dan beri yaptığı ve başarısız olduğunu her seferinde gördüğü beyinsiz bir taklitçiliğe kalkışmıştır. Ama hem üniversite hocalarının, hem de politikacılarının ezici ekseriyetinin zır cahil olduğu bir ülkede başka bir davranış tarzı beklenemez. NASA’dan bilim kurgu filmlerini aratmayacak bir gelişme Hiç Uluslararası Uzay İstasyonu’nda hastalanan bir astronotun ne yapacağını düşündünüz mü? Aslında dünyaya geri dönüş tarihini beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktur. NASA şimdi astronotlara uzayda ne şekilde yardımcı olunabileceğini buldu. NASA biyokapsülleri hastalıkları teşhis etmekle kalmayıp, astronotlar hastalıklarını fark etmeden önce onları tedavi edecek. Gelişme her ne kadar bilim kurgu senaryosunu andırsa da son on yılların en büyük tıbbi atılımı olmaya aday. Kaldı ki teknik dünyada da işliyor. NASA Ames Enstitüsü, Uzay Biyobilim Bölümü araştırmacıları astronotlar için bir tıp tekniği geliştirdiler. David Loftus tarafından keşfedilen biyokapsül her şeyden önce uzayda kullanılacak. İnsanlığın gelecekte Mars’a gittiğini düşünün. Bu yolculuk iki ila üç yıl kadar sürecektir. NASA’nın planı şu: Yolculuktan önce astronotların üst baldırlarına biyokapsül yerleştirilecek. Bunun için de lokal anestezi altında açılacak olan bir veya iki kesik yeterli olacak. Uzaydaki en büyük tehditlerden biri patlama sonucunda yüksek radyasyonun etkisinde kalmaktır. Yüksek radyasyon ışını kemik iliğine zarar vererek bağışıklık sistemini tahrip eder. Biyokapsüller, yüksek ışın miktarını ölçerek, otomatik olarak ilaç salgılayan hücrelerle donatılabilecek. Bu bir bilim kurgu değildir, ışın terapisi gören kanser hastalarındaki zararlı etkileri tedavi etmek için GCSF ( Granulocyte colonystimulating factor) hormonu kullanıyoruz. Bu terapiden, peptid hormonu salgılayan hücrelerle dolu bir kapsüle geçiş küçük bir adımdır diyor bilim insanları. Biyokapsüller çok sayıda ilaç dozunu yıllarca salgılayabilecek durumdadır ve kapsüllerin nano yapılarını bozan enzim bilinmiyor şimdilik. Ve nano yapılar dingin oldukları için de beden tarafından çok iyi tolere ediliyorlar. Gözenekli yapı ilaçların kapsülün kenarından girmesini sağlıyor. Nano yapılar buna rağmen hücreleri bir arada tutarak onları koruyorlar. Ayrıca hücreler kapsülden atılmıyor. Bunlar daha çok biyolojik fabrika gibi çalışarak moleküller (protein ve peptit) üretiyorlar. Bu maddelerse nano tüpleri kapsül kenarındaki difüzyonla terk ediyorlar. Hücrelere kapsül kenarı üzerinden besleyici madde ve oksijen de ulaştığından tiplerine göre hafta Dünyanın en eski resimleri Günümüzden 42.000 yıl önce Neandertaller İspanya’daki bir mağarada resimler yapmışlar. İspanyol bilim insanları haklı çıkacak olursalar, bunlar dünyanın en eski ve Neandertal Nilgün Özbaşaran Dede CBT 1301/ 7 24 Şubat 2012 lere ait ilk çizimler olarak tarihe geçecek. Cordoba Üniversitesi araştırmacıları Neandertallere ait olabilecek resimleri Malaga kentinin yakınlarındaki bir mağarada buldular. Nerja mağarasındaki kırmızımsı çizimlerin taş devrinde sanatında eşi benzeri yok diyen Jose Luis Sanchidrian’ın düşüncesine göre resimlerde o tarihlerde insanlar tarafından avlanan foklar tasvir edilmiş. Duvar resimlerinin yakınlarındaki ağaç kömürü kalıntıları bilim insanlarının analizlerine göre 43.500 ila 42.300 yıllık. Bu tarihe göre fok resimleri, Chauvet mağarasındaki (güneydoğu Fransa) resimlerden daha eskiler. Fransa’daki duvar resimleri 30.000 yıllıktır. Fakat resimlerdeki boya pigmentleri henüz tarihlendirilmemiş. Bunlar da ağaç kömürü gibi aynı yaştaysalar, resimler gerçekten de 37.000 yıl öncesine kadar burada yaşamış olan Neandertallere ait oldukları anlaşılacak. Sanchidrian’a göre bu akademik bir sansasyon olacak, sonuçta bugüne kadar bulunan mağara resimlerinin tümü Homo sapiens’e ait. Ayrıca resimler gerçekten de Homo neanderthalensis’e aitse, “hantal ve beceriksiz insan türü” tanımlamasını da unutabiliriz. Bu insanlar da tıpkı Homo sapiens gibi semboller kullanabilecek durumdaydı diyor İspanyol araştırmacı. Bununla birlikte İspanyol bilim insanlarının sonuçlarına kuşkuyla yaklaşan uzmanlar da var. Mesela Sheffield Üniversitesi’nden Paul Pettitt New Scientist dergisinde “O tarihlerde Homo sapiens’in artık güney İspanya’da yaşamadığını kesin olarak söyleyemeyiz. Bu nedenle mağaralarda fok resmi çizenler pekala modern insan da olabilir” diyor. Fakat Sanchidrian buna pek ihtimal vermiyor. Kesin sonuçlar için bilim insanları bir yıl beklemek zorundalar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle