Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ortaçağ Bir Metafor (II) Ortaçağ’da bir paylaşım ve rahatlama olmaktan çıkarak “günahı çıkarmak!” adına büyük işkencelere dönüştü. Katolik yaklaşım çerçevesinde kilise şiddetin kendisi olup şiddeti kurumlaştırdı. Din adamları din adına şiddetle bütünleşerek, inancının kaynağına ve felsefesine ihanet etti. Öğr. Gör. Okday Korunan (İstanbul Devlet Tiyatrosu, İstanbul Kültür Üniversitesi) “Ortaçağ’ın Savunusu: (Apologia)” “Bize algı, akıl ve zekâ bahşeden Tanrı’nın bunları kullanmamızı istemediğine inanmayı reddediyorum.” (Galileo Galilei) Tarih kararsız bir kavramdır: Tarih, geçmiş olayları mı, eski metinleri mi, ideolojik saptamaları mı öne çıkarmaktadır, tam olarak bilinemez. Bu konudaki görüşlerden bir uzlaşma sağlanması da beklenemez. Çapraz okumalar ve deneyimle yaklaşmak, şüphe ile sorgulamak yerinde olacaktır. Petrarca 1330’lu yıllarda “Karanlık Ortaçağ” metaforunu ortaya atmıştı. Tarihin belirli bir dönemini karanlık/aydınlık olarak tanımlamak sadece Rönesans’a ait bir özellik değildi. Daha önceleri de kurtarıcı olarak görülen İsa’nın doğuşu “aydınlık”, çarmıha gerilişi “karanlık” olarak da adlandırılmıştı. Kant, aydınlanmayı; “İnsanın aklını kullanma cesareti” olarak tanımlıyordu. İnsan, dışsal bir otoritenin baskısından kurtulmadığı, bu cesareti göstermediği, sorumluluktan kaçtığı sürece karanlıktan kurtulamayacaktı. Ortaçağ’a ait kötümser yaklaşımların kaynağını “tarih felsefesi” olarak görmek mümkündür. Dönemin sonunda yaşananlar; dönemin üniversitelerinden, düşünce çalışmalarından ve tartışmalarından filizlenmiştir. Aydınlanma düşüncesi içindeki ilerleme teorilerini besleyen reformist yaklaşımları gerekçelendiren unsur, metafizik dışı ilerleme ruhu olmuştur. Ortaçağ’ın da diğer dönemler gibi tek bir kalıba dökülemeyeceği ortada. “Ortaçağ’ın aydınlığı” metaforu, Foucault’un (19261984) işaret ettiği; “anlatılan ile yaşanan” farkında belirginleşmektedir. Ortaçağ’ın inanç odaklı yoğunluğunu bir özellik olarak görmek gerekir. Bu yoğunluk içinde gelişerek devinen insan aklının entelektüel faliyeti araştırılmaya değerdir. Dönemin üniversitelerinde ve düşün hayatında İbni Sînâ (9801037) ve İbni Rüşd’ün (11261198) yorumladığı Aristoteles (MÖ 384322) düşünceciliğinin derin etkisinden söz etmemek olanaksızdır. Aziz Augustinus’tan (354430), Aziz Anselmus’a (10331109) ve Aziz Thomas’a (Aquinas Thomas; 12251274) uzanan akılla ve kuşkuyla gelişen Hıristiyan felsefesi yaşanmasaydı, büyük değişim sağlanabilir ve bu düşünce yolculuğu bir ışıkla buluşabilir miydi? 1210 yılında Katolik kilisesi bu gelişimi ve kendi varlığı için doğacak erk sorunlarını önceden fark ederek felsefi çabaları yasaklamaya gitmişti. İnanç ile felsefe birbirinden uzak tutulmalı, akıl (us) ve sorgu inançla buluşturulmamalıydı. İnanç sezgiseldi, bilgi sınırsızdı, insanın sınırlı aklı yetersizdi. Onun adına kavrayabileceği her şey ona kilise tarafından Tanrı adına verilmekteydi. İşte bu yaklaşım “hakikat” arayışının din adına engellenmesi sonucunu doğurdu. Cehaletten yarar ummak yanılgıydı. Bağnazlığın inşasından başka işe yaramadı. Ortaçağ, kolektif yaşam tarzının öne çıktığı bir dönemdi. XX. yüzyılın başından bir yaklaşımla Lucien Febvre (1878–1956): “İnsan yoktur, onu grup yönetir” diyordu. Birey karşısında grubu önemsiyen bu görüşe rağmen Ortaçağ’a yakından baktığımızda özgünlüğünü bir dip dalga olarak koruyan “insanı” özneyi görmemiz mümkün ORTAÇAĞ’DA İNSAN dür. Naifler ve narsisler unutmaktadırlar ki, bireyin temeli içselliktir; öznenin sosyal çevresi kolektif hayat tarafından çizilse de her zaman ona ait bir içsellik vardır. Bilinç özgürlüğü, hayatını seçme özgürlüğünün de kaynağıdır. İçsellik kimilerine göre özgürlük, kimilerine göre yalnızlıktır. Ortaçağ bireyinden söz ederken bu kavramı özelleştirmekten ve genellemekten kaçınmak gerekir. Onu toplum içi birey olarak görmek yararlı olacaktır. Sonuçta sosyolojik bir grubun homojen olması beklenemez. Kişi, bireysel varlığı olan ve düşünen töz değil midir? “Ortaçağ insanı semboller ormanında yaşamaktaydı.” Her şey bir sembol, hatta onları açıklayan da birer semboldü. Sembolizm, mistik deneyimle aynı tözdendir. Ortaçağ’ın sembolleri, Aziz Augustinus’un (354–430), sembollerinden farklıydı. Augustinus’un sembol yaklaşımı ne bir edebi yöntem ne bir üslup ne de psikolojik bir oyundur. Augustinus için sembol: “Hakikatin ifade edilme biçimidir. Hakikate, ne açık seçik kavramları ne de yalın fikirleri düzenleyerek ulaşabiliriz. Onu sembol sayesinde deşifre ederek buluruz.” şeklinde tarif edilebilirdi. Aziz Augustinus’un dünyası bir göstergeler sistemiydi. Bu yaklaşım aslında Ortaçağ insanının da bir ölçüde dünyasıydı. Ortaçağ düşünceciliğinin sembolizmi ve dönemsel özellikleri açık ya da saklı biçimde kilise mimarisinde öne çıkmıştır. Ortaçağ insanı hem fiziksel olarak görüyordu hem de metafizik bir vizyonla yorum gücüne sahipti. Hıristiyanlık, Tanrı’nın kıymetli varlığı insanı bir yandan yüceltirken diğer yandan günah fikri ile de karamsarlığa itelemişti. Ortaçağ bu bağlamda karamsar ve iyimser hümanizmlerle birbirini dengelemiştir. Modern psikanalize uzanan bir adım olarak görülebilecek günah çıkarma eylemi, Ortaçağ’da bir paylaşım ve rahatlama olmaktan çıkarak “günahı çıkarmak!” adına büyük işkencelere dönüştü. Katolik yaklaşım çerçevesinde kilise şiddetin kendisi olup şiddeti kurumlaştırdı. Din adamları din adına şiddetle bütünleşerek, inancının kaynağına ve felsefesine ihanet etti. Yararlanılan Kaynaklar: * Afşar Timuçin “Düşünce Tarihi” * “Doğu Batı” Dergisi sayı: 33 * Celil Layiktez “Ortaçağ’ın Aydınlığı” Yol konakçısından Anadolu kadınlarına Yelda Özsunar Dayanır, yeldaozsunar@gmail.com Kulaklarıma ara sıra kadın kahramanların hikayeleri çalınır. İsimleri çogunlukla saklıdır güzel evlerin, bahçelerin, yogurtların veya çocukların arkasında. Ara sıra hikayeleri, başarıları coşar, aklımın içinde dolanır durur, sonra da parmaklarımın ucuna dolanır. Mesela alınan ‘kadın lider ödülleri’ coşturur beni. Görmek isterim o kadınlardan lokantalar açan, güzel yüzlü, becerikli kadınları ardına alan. Anadolu’nun alçak gönüllülüğünün gizlediği maharetlerini dünyanın önüne cesurca ve bilgece sunan. Onları görmek kolay değildir evlerin dışındaki mekanlarda. Yoklardır yol kenarındaki bakımsız, özensiz, plastik ve betondan ibaret; çiçeksiz, saksısız lokantalarCBT 1299/ 13 10 Şubat 2012 da. Hemen anlaşılır kadınların çalışmadığı lokantalar, oteller, hastaneler. Kadın temizliktir, saksıdaki çiçektir, mutfağın mahareti, lezzetin baharatı, hastanelerin, işyerlerinin güzellik katıcısıdır. Onlarsız işyerlerinde yaratıcılık ve kendine özgülük azdır. Her şey birbirinin aynısıdır. Yemekler hep fazla tuzlu ve yağlı, özensiz, lezzetsizdir… Oraların yemekleri, evlerde pişen o güzelim yemeklere benzemez. Anadolu’nun bereketli otları, sebzeleri bulunmaz o tabaklarda. Tuvaletlere burnunuzu tutmadan giremezsiniz. Tuvalet kapıcıları, suçluluk duygusuyla olsa gerek, paranızın karşılığında kolonya uzatır. Otobüslerin kalkması beklenir sabırsızlıkla… Bir an önce varmak istenir, mesela Mardin’e, sizi bekleyen Cerciş Murat Paşa Konağı diye bir yere… Kadınların ürkek ürkek baktıkları, ama gide rek daha çok cesaretlendikleri bir lokantaya… Utangaçlığın ve hep susmanın; gizlenmenin, geride durmanın öğretildiği bu toprakların kadınlarına başka şeyler anlatmak ister insan. Uygar olmayı, daha üretken olmayı, kendini dünyaya açmanın, yaratmanın ve sergilemenin zevkini; kendiyle gurur duymanın güvenini, bu toprakları güzelleştirmenin yollarını… Yüzyıllardır gizlenmiş mahlep şarabını dünya aleme duyurmayı… Bağırmak ister insan: ‘Haydi kadınlar dışarı !, Bu ülkenin sadece evlerinin içi, avlular, yazma kenarları değil; binalar, yollar ve şehirler de güzelleştirilmek için sizi bekliyor. Bu ülkedeki insanlar, kadınlarını yanlarına almadan gelişemiyor. Haydi çıkın dışarı. Özgürleşin, gurur duyun kendinizle… Çekin toplumu lider olarak tüm gücünüzle…