Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Üniversitelerde ihtihal üzerine İrfan O. Hatipoğlu, Mustafa kemal Üniversitesi (iohatip@hotmail.com) A kademik topluluk içinde intihal (aşırma/hırsızlık) ağır bir suç olarak algılanmaktadır. Nasıl bir insanın parasını, değerli bir eşyasını çalmak ne kadar suçsa, bilgiyi izinsiz, kendi ürünün gibi sunmakta aynı şekilde değerlendiriliyor. Aslına bakarsanız başkasının ürettiği bilgiyi sahiplenme parayı, bir değerli eşyayı çalmaktan daha büyük suç oluşturur. Bilginin üretilmesi, değerlendirilmesi uzun süreli/ortak çalışma ve emek gerektirir. Aynı zamanda üretildiği andan itibaren kamunun ortak malıdır. Bu nedenle üretilen bilgiyi sahiplenmenin hırsızlık yanında etik/ahlaki boyutu da bulunur. Ülkenizde intihal olayları –yapanın konumuna göre gündeme getirilir ve tartışılır. Oysa üniversitelerimizde intihal yaygındır. Yaygın olması da üniversitelerimizin genel durumunu ile yakından ilgilidir. Ülkemizde toplam 165 adet üniversite vardır. Bunların 87 tanesi 2007 yılından sonra kurulmuş genç üniversitelerdir. Üniversitelerimizde 2003 yılında 1.5 milyon olan öğrenci sayısı bugün 3.5 milyona, 70 bin olan öğretim elemanı sayısı da 105 bine yükselmiştir. Sayısal verilerden anlaşılacağı gibi üniversitelerimiz kısa zamanda kurum, öğretim elemanı ve öğrenci sayısı olarak büyük oranda artmıştır. Özellikle son üç yıl içerisinde üniversiteler açılırken evrensel üniversite açma ölçütleri yerine, siyasal iktidarın istenci dikkate alındı. Ülkemizin tüm illerinde açılan yerel üniversitelerin fiziki yapıları, eğitim teknolojileri ve öğretim elemanlarının nitelikleri açısından ciddi sorunları vardır. Değişik sorunlar içinde boğulan yerel üniversite rektörleri akademik anlamda yaşanan sıkıntıyı hafifletmek ve kurumdaki egemenliğini güçlendirmek için bilimsel nitelikleri bakmadan “yandaşlık” özeliklerini öne çıkararak akademik kadroyu tamamlama yoluna gitmişlerdir. kinci aşama olarak akademik unvanlı (Prof, Doç) öğretim üyesi sayısını arttırmak içinde hayali projeler üretilmiş, tamamlanmış gösterişmiş ve yapmadığı çalışmaya/yazımına katkı koymadığı makaleye isim eklenmiş, hayali yayınlar yaptırılarak, başka bir değişle “on orijinal makale oku on birincisini yaz” anlayışı özendirilerek intihal olaylarının kapısı aralanmıştır. Üniversitelerde intihal olaylarının artmasında ana nedenlerden birisi akademik yükselme ölçütleridir. 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasasına göre kimlerin kaç makale, kaç araştırma, kaç bildiri, kaç kitap ile Yardımcı Doçent, Doçent ve Profesör olarak atanacağı belli değildir. Konu tamamen oluşturulacak jürinin inisiyatifine bırakılmıştır. Kurulan jüriler atanacak öğretim elemanının ünvanına göre değişse de rektörlerin tavrına göre karar alırlar. Hazırlanan raporlar da daha çok objektif ölçütler yerine supjektif ölçütler içerir. Bu nedenle öğretim elemanları yayın sayısını arttırmak için intihal başata olmak üzere ahlakı değerleri yok edici çalışmalara yönelmektedirler. Öğretim elemanlarını intihale saptıran etkenlerden biriside yerel üniversitelerde bilimsel çalışma yapmanın mümkün olmamasıdır. Anılan üniversitelerde fiziki yapı, laboratuar, yetişmiş yardımcı eleman ve diğer altyapı eksiklilikleri vardır. Öğretim elemanlarının ders yükü nedeniyle çalışmaya zamanları yoktur. Yerel üniversitelerin akademik geçmişleri, entelektüel hava olmadığından çalışma/araştırma kültürü de gelişmemiştir. Saydığımız olumsuzluklara karşın yerel üniversitelerde çalışan akademisyenler yükselme ölçütlerini yerine getirmek için daha fazla makale, kitap yazma ve araştırma yapma gereksinimi duyuyorlar. Bu duygulara üniversite üst yönetiminin özendirmesi, hoşgörüsü de eklenince intihal olayının önüne geçilemiyor. Üniversitelerde intihal olaylarının önlenebilmesi için yeni bir üniversite yasası hazırlanmalıdır. Bu yasa ile üniversiteler iki ana gruba ayırmalıdır. Birinci grup üniversiteler araştırma üniversiteleri olarak tanımladığımız, ağırlıklı olarak lisansüstü (yüksek lisans, doktora) eğitimi verenler. kinci grup üniversiteler lisans eğitimi veren, eğitim ağırlıklı üniversiteler olmalıdır. Akademik unvan almak ve araştırma yapmak isteyen öğretim elemanları da araştırma üniversitelerinde çalışmalarına yapmalıdır. Böylelikle öğretim elemanları yükselme kaygısı nedeniyle intihal başta olmak üzere onurlarını zedeleyici girişimlere yönelmekten kurtulabilirler. “Amacının Yitirmiş Dünyanın Kaos” başlıklı yazısı üzerine Yüksel Atakan, Almanya, ybatakan@gmail.com S CBT 1276/ 18 2 Eylül 2011 ayın Doğan Kuban CBT, 29.07.2011 tarihli yazısında da önemli sorunlara parmak basıyor. Bu yazısında: ‘... gazeteler ve televizyonlar felaket ve sefalet fotoğrafları yanında, otomobil, lüks eşya, zengin yapıların reklamlarını, iğrenç bir vurdumduymazlıkla, fakir insanların ulaşamayacağı lüks yaşam imgelerini sunmaya, daha doğrusu onların gözüne sokmaya, devam ediyorlar. Üretilen eşya sayısı, hizmet sayısı artıyor’. Bunlar kuşkusuz çok doğru belirlemeler. Biz bu durumun nedenleri, ve bu kaosa karşı ne yapmalı, sorusunu ve enerji sorunundaki çıkmaza değineceğiz. Bugün beğensek de beğenmesek de içinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyada, serbest piyasa koşullarında birbirleriyle yarışan kâr amaçlı şirketlerin (ve bu arada medyanın) etik davranacağını – yoksullar bunları satın alamaz! düşüncesiyle, reklamlardan vazgeçeceklerini bekleyemeyiz. Eğer büyük çoğunluk bilgili, bilinçli kişilerden oluşuyorsa, halk ‘daha fazlasına sahip olma amacına’ yönelmez ve reklamlar da hedeflerine ulaşamaz. Her ne kadar reklamların önemi küçümsenmese de, bizce en önemli sorun, kişilerde ve davranışlarındadır. çinde bulunduğumuz orta sınıfın ve varlıklıların bugün nasıl yaşadıklarına bir göz atarsak durum daha açık görülebilir. Acaba bugün hangimiz örneğin evlerimizdeki televizyonlardan, elektrikli ya da gazlı fırınlardan, kaloriferlerden, klimalardan ve kapımızdaki arabadan vazgeçebiliyoruz? Ya da çok katlı binalardaki asansörlerden, evlerimize elektrik enerjisiyle pompalanan ve banyolarımızda akan sulardan? Bu bir kaç örnek, çoğaltılabilir. Bizler, modern yaşamın getirdiği tüm olanakları neredeyse savurganlık düzeyinde kullanırken, yoksulların da giderek köylerden kentlere gelip, uydu kentler oluşturduğunu, gecekondu çatılarında bile çanak antenlerin görüldüğünü, onların da haklı olarak bizler gibi yaşama arzusunda olduğunu kabul etmeliyiz. Sonuçta, kuruluş amacı kâr etmek olan şirketler de daha geniş pazarlar bulduklarından daha çok mal ve hizmet üreterek bunları reklamlarla halka sunuyorlar. Tüm üretim ve hizmetler için ise elektrik enerjisi gerekiyor. Dünyada, yoğun elektrik enerjisi üretimine, artık bazı ülkelerde hiç istenmeyen nükleer enerji santralları önemli katkıda bulunuyor. Daha çok katkı ise fosil yakıtlı (taş kömür, linyit ve doğal gaz yakıtlı) santrallardan kaynaklanıyor. Özellikle kömür yakıtlı santrallardan, modern tekniklerle filtrelemelere rağmen, çevreye büyük miktarlarda kurşun, nikel, arsenik gibi maddelerin yanı sıra uranyum, radyum ve polonyum gibi ağır radyoaktif maddeler de salınıyor. Tüm bu maddeler, çevrede santralın işletim süresi olan 4050 yılda birçok kişinin yavaş yavaş kanserden ölmesine neden oluyor. Ancak bu zamanla ağır ağır çoğalan hastalıklar tüm toplumdaki diğer kanserler içinde hemen farkedilemiyor. Rüzgar, su ve güneş kaynaklı yenilenebilir enerjiler ise daha uzun bir süre fosil ve nükleer yakıtlı santralların yerini alabilecek durumda değil. Bunun en önemli nedeni bunların elektriğe aşırı talep olduğu saatlerde diğerleri gibi şebekeyi besleyebilecek güçte ve süreklilikte olamaması. Yenilenebilir enerjilerin uzun süredir devletçe desteklendiği Almanya’da bile bunların 2020 yılında tüm elektrik gereksiniminin ancak %35’ini karşılayabileceği ve kalan %65’inin karşılanması için yeni fosil yakıtlı santralların yapılmakta olduğudur. Halk kömür yakıtlı santralları yukardaki nedenlerle istemezken, çok daha az ve değişken elektriksel güçteki rüzgar santralları da çevredeki gürültü ve kötü görünüm gerekçeleriyle, istenmiyor (*). Türkiye’de ise halk, çeşitli nedenlerle hem HES’lere ve hem de yapımı planlanan nükleer santrallara karşı (**). Nüfus artışı sürdüğü ve halkın bugünkü yaşayış biçimi de daha varlıklılar yönünde ilerlediği sürece dünya enerji gereksinimi artacak ve bunun karşılanmasında ne yazık ki yenilenebilir enerjiler yetersiz kalacak, fosil yakıtlı ve nükleer santrallar, Almanya gibi birkaç ülke dışında, çalışmaya artarak devam edeceklerdir ( ngiltere ve Güney Afrika 20’şer adet nükleer santral yapımı planlamakta). Fukuşima’dan önce komşularına elektrik satan Almanya, 8 nükleer santralın geçen aylarda kapatılması sonucu, bugün elektrik eksiğini, nükleer santrallı komşu ülkelerden sağlamaya başlamıştır. Bu durumda bu kaosun içinden nasıl çıkacağız? Çin, Rusya ve eski demir perde ülkeleri giderek kapitalist ülkelerin safına katıldılar, üretimlerini arttırarak serbest piyasada yarışmaya epeydir başladılar. Bilindiği gibi, Çin’in çok ucuza üretip sunduğu mallar bugün dünya pazarlarında ve Türkiye’de yoğun alıcı bulmakta. Öte yandan bugün milyonlarca turist, Akdeniz kıyılarında tatillerini yapıyor. Örneğin Türkiye’ye yılda yirmi milyon turist geldiğinde, bu kadar kişinin yemesi içmesi, su kullanması ve atık suların arıtılması, temizlik gibi daha bir dizi hizmet için gerekecek elektriğin hangi kaynaklardan sağlanabileceğini de iyice düşünmemiz ve bunu planlamamız gerekiyor. Dünyadaki bu kaosa karşı ne yapmalı? sorusuna eskiden beri bilinen ama uygulanamayan çözümleri ya da hedefleri burada özetlersek: • Herşeyden önce nüfus planlamasıyla aşırı nüfus artışı önlenmeli. Toplumda artan her kişi için ek üretim ve buna bağlı olarak ek enerji gerekeceği açık. • Bunun yanı sıra toplumda eğitime, bilime, teknolojiye, kültür ve sanata önem vererek bilgili, bilinçli, ahlaklı, bağnazlıktan ve savurganlıktan uzak, sadece dört yılda bir seçim sandığına giderek değil, sürekli katkıda bulunmaya çalışan, gerçek katılımcı demokrasiyi gerçekleştirecek kişiler yetiştirilmesi gerekli. Öte yandan, bu gibi uzun süreli hedefler, politikacıların 35 yıllık kısa süreli planlarıyla çelişiyor. Halbuki 5060 yıl önce bunlara başlansaydı bugün bunlar tartışılmazdı. Umarız 5060 yıl sonra da aynı sorunlar tartışılmaz ve dünya kaosundan kendimizi koruyabiliriz, küreselleşmiş dünyayı değiştiremeyeceğimize ve kaosu önleyemediğimize göre! (*)http://www.bilimania.com/haber/365/almanyadanukleersantrallarkapatilirken (**)TÜRK YE’de yüksek güvenlikli NÜKLEER SANTRAL neden kurulup işletilemez? Yüksel Atakan, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisi 22.04.2011