22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com ‘Ulusal devlet’, ‘ulusalcılık’, ‘küreselleşme’ gibi meselelere girince buradan çıkmak da kolay olmuyor. Konuyu biraz sürdürelim, bakalım... CBT 1272/ 6 5 Ağustos 2011 U Bursalı’nın yeni kitabı “Ulus Yıkıcılığı Zamanları”, hafızalarımızı tazelemek için iyi bir vesile oldu, demiştim. Böyle dememin nedeni, kitabı okurken, ‘küreselleşme’ sürecinin amentüsü sayılan Dünya Ticaret Örgütü Kuruluş Anlaşması’nın bütün ayrıntılarıyla zihnimde canlanmış olmasıydı. Çoğu kişi, ‘küreselleşme süreci’ni ulusal devletlerin, ulusalcılığın tarihe karışacağı bir süreç olarak takdim ediyor ama kazın ayağı hiç de öyle değil... Belki de bunu Türkiye’de en iyi kavrayanlar, söz konusu süreç sonunda kurulacak yeni dünya düzeninin ana kuralları ve müeyyidelerini ortaya koyan bu anlaşmaya dayanarak, 1990’lı yıllarda, sanayie ARGE yardımı kararını çıkartanlardır. Çünkü onlar bunu yaparken, küreselleşmenin gerçek ruhunu aynı anlaşmanın satır aralarını da okuyarak öğrenmişlerdi. Hatırlamak isteyenler için bir iki açıklamada bulunayım. Dünya Ticaret Örgütü Kuruluş Anlaşması 1986 Eylül’ünde başlayan ve 1994’te tamamlanan, ‘Çok Taraflı Ticaret Müzakereleri’nin ‘Uruguay Turu’ nihayetinde son halini almıştır. Bu müzakereler sürecinde, üzerinde mutabakat sağlanan bütün anlaşma metinleri, 1994’te, Marakeş’te imzalanan ve “Nihai Senet” olarak anılan bir ‘kapak notu’nun ekinde yer aldığı içindir ki, bu anlaşma “Uruguay Turu Nihai Senedi” olarak da anılmaktadır. ‘Uruguay Turu’ küresel bir müzakereydi ve küresel ölçekte bir sonuç doğurmuştu: Anlaşmanın yürürlük tarihi olarak öngörülen 31.12.1994’ten başlayarak, uluslararası ticaret serbestleştirilecek; ‘serbest ticaret’, bütün dünya coğrafyasında geçerli tek ticaret normu haline getirilecek ve ulusal sınırların bu serbestinin önüne çıkarabileceği bütün engeller ortadan kaldırılacaktı... Anlaşma, TBMM tarafından da 26.1.1995’te onaylanmıştı. Ülke sanayiini, ithalat ikamesi sağlayan sınai yatırım teşvikleriyle, ihracat teşvikleriyle, zar zor 1990’lı yıllardaki düzeyine getirebilmiş olanlara Anlaşma ilk ağızda şunu söylüyordu: “Tek başına ya da diğer birkaç koşuldan biri olarak ithal mallar yerine yerli malların kullanılmasına ya da ihracat performansına bağlı olan sübvansiyonlar” yasaklanmıştır! Ülkenin sanayileşme eşiğini aşabilmesi için uğraşanların, sanayicinin elinden tutabilmek için Anlaşma’da bulabildikleri tek çıkış yolu şuydu: “Firmalarca yürütülen ya da yüksek öğretim ya da araştırma kuruluşlarının firmalarla yaptıkları sözleşmeler bazında yürüttükleri sınai araştırmalar ve rekabet öncesi geliştirme faaliyeti için yapılan yardımlar” usulü dairesinde serbesttir! Cumhuriyet tarihinin en geniş kapsamlı ‘sanayie ARGE yardımı’ kararı 1995 yılında bu açık kapıdan çıktı. Çok da iyi olmuş, diye düşünebilirsiniz ve bu düşüncenizde haklı da olabilirsiniz; ama, Profesör Annemieke J. M. Roobeek’in (Nyenrode Business Universiteit) dediği gibi, “Son iki yüzyıldır, devletin müdahalesi olmaksızın sanayileşebilmiş tek bir ülke bile olmadığını” ve İngiliz Sanayi Devrimi’nden bu yana sonradan sanayileşen bütün ülkelerin bir iktisadî sistem olarak kapitalizmi seçmiş olsalar bile kendi sanayileşme süreçlerini tamamlayıncaya dek, şaşmaz bir biçimde, ‘serbest rekabet’ kuralını ihlâl ederek, ellerinden geldiğince, kendi sanayileri için korumacı bir tutum izlediklerini bilenlerdenseniz, kendinize şu soruyu da sormak zorundasınız: Takvimler 1990’lı yılları gösterirken niçin sanayi ile ilgili, yukarıda işaret edilen devlet sübvansiyonları yasaklandı da “sınai araştırmalar ve rekabet öncesi geliştirme faaliyeti” için devletçe verilecek yardımlar mubah (bir tane daha var, ona sonra geleceğim) sayıldı? Ve bu yardımların aynı Anlaşma’da yer alan üst sınırlarına göz attıktan sonra (örneğin, eğer devlet isterse, firmaların yaptıkları ‘sınai araştırmalar’ ile ilgili harcamalarının %75’ine kadar olan bölümünü kendi kesesinden karşılayabilir...) şunu da elbette sormalısınız: Acaba, bu sınırlar konusunda niçin bu denli cömert davranıldı? Bu soruları daha önce kendinize sorup, yanıtlarını da verdiğinizden eminim ama, isterseniz gelecek hafta bu yanıtları birlikte hatırlayalım. Hatırlamak İsteyenler İçin... Ölme riskinizi öğrenin! İnsanlar, her nedense, sağlıksız beslenme ve korunmasız cinsellik gibi son derece ciddi çekinceleri görmezden gelip, köpekbalığının saldırısına uğramak gibi çok daha ender tanık olunabilecek tehlikelerden korkmak gibi garip bir eğilime sahipler. Üstelik aslı astarı olmayan bu tür korkular, saçmalıkları bir yana, dünyayı yaşanması daha da tehlikeli bir yere dönüştürüyorlar. İnsanlar mantık ve duygu ya da beyin ile yürek olarak bilinen iki farklı sistemin etkisinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda yerleşik duygusal bağlantıların ve sezgilerin de insafına kalmış durumdalar G eçen mart ayında tüm dünya Japonya’da meydana gelen deprem/ tsunami/ nükleer patlama eşiğine gelişin sonuçlarını izlerken Batı yakasındaki eczanelerde de ilginç bir olay yaşanmaya başladı. Tiroid beziyle ilgili çeşitli sorunların giderilmesinde kullanılan potasyum iyodür şişeleri kapanın elinde kalıyordu. Genelde herhangi bir ışınım sızıntısının yaklaşık 15 km. yakınında yaşayanlara önerilen bu kimyasalın, onca yan etkilerine karşın, Fukuşima’nın 8000 km. ötesinde yer alan ve insanla tüm dikkatlerini ışınıma odakladıklarına parmak basıyor. rın uluslararası bir uçak yolculuğunda alınanın yüz binde birine eşit miktarda ışınıma maruz kaldıkları ABD’de kapışılması gerçekte bilgi içerikli bir ticari reklam olgusuydu. 40 yıldır bu konuda yapılan araştırmalar, insanların belki de hiç aslı olmayan bir tehlike karşısında böylesine ciddi bir telaşa kapılmalarının, çok saçma görünse bile, son derece olağan bir durum olduğunu ortaya koyuyor. Oregon Üniversitesi bilişsel ruhbilim uzmanlarından Paul Slovic, Japonya’daki ölümlerin gerçek nedeni deprem ve tsunami olmasına karşın, insanların Genellikle insanların son derece mantıklı bireyler oldukları ve kararlarını, saçma sapan isteklerden çok, somut verilere dayandırdıkları düşünülür. Ekonomi uzmanları ve sosyal bilimciler de 19 ve 20. yüzyılın büyük bir bölümünde bu görüşün geçerli olduğu konusunda hemfikirdi. Ancak 1960’ların sonları ve 70’lerin başlarında kesin bilgiler verildiğinde kendi çıkarlarını en iyi biçimde kollayacak bir davranış sergileyen kişi anlamına gelen homo economicus kavramı o dönemde henüz yeşermeye başlayan risk algılaması dalında çalışan araştırmacılar tarafından alaşağı edildi. Bu tarihten sonraki araştırmalar da insanların riskleri ölçüp biçme konusunda epey zorlandıklarını gözler önüne seriyordu. İnsanlar mantık ve duygu, ya da beyin ile yürek olarak bilinen iki farklı sistemin etkisinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda yerleşik duygusal bağlantıların ve sezgilerin de insafına kalmış durumdalar. Açlıktan gözü dönmüş canavarlar ve birbirleriyle kıran kırana savaşan kabilelerle dolu bir dünyada insanların içlerinden gelen sese kulak vermelerinin önemli bir işlevi vardı. Tehlikenin belirdiği ilk anda, beynin düşünen bölümü olan neokorteksin bizi hedef alan okun ayırdına varmasından birkaç milisaniye önce, beynin duygu merkezi olarak bilinen amigdala bölgesinin devreye girmesi muhtemelen çok yararlı bir uyarlamaydı. Bu tür anlık duraksamalar ve sezgiler bugün bile otobüsün altında kalmamızı ya da başımıza bir şey düşmesini önleyici bir etki yaratıyor olabilirler. Ne var ki çekincelerin milyarda birlik istatistiksel oranlarla ya da Geiger sayaçları üzerindeki düğmelerin tıklanmasıyla gösterildiği bir dünyada bu durum amigdalamızın boyunu aşıyor olabilir. BİREYLER MANTIKLI MI KARAR VERİR
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle