Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Elde var... Selçuk Yıldız Eskiden hayırlı evlat hayırsız evlat ayrımı yapılırdı. “Bahtı güzel olsun” denirdi. “İyi evlat”, “iyi insan” yetiştirilmeye uğraşılırdı. Ana babalar bu vasıflara sahip çocuklarıyla gurur duyarlardı. Siyah beyaz bir filmde, bir babanın, kendisini makamına getirten vali oğluna söylediği “Sen vali olmuşsun ama adam olamamışsın” repliği ile hepimizin burun direği sızlardı. Sonra sistem bize yavaş yavaş kazanan evlat, kaybeden evlat ayrımını öğretti. Dahası çocuklar da bu oyunun içine girdiler anababaları ile birlikte. Kazanamayanlara “ezik” dediler, her ezik diyenin de saklı yerlerinde ezildiği bir yer, ya da gelecekte ezilme korkusu olmasına rağmen. Analar babalar (yoksa veliler mi demeliyim?) çocuklarının tutturdukları puanlar, girdikleri üniversiteler ile gurur duymaya başladılar. Toplumsal bir transa girerek bu sinsi rekabetin, yarışın bir parçası olmak zorunda bırakıldık. Atları da vurdular, çocuklarımızı da… Çocuklarımızdan kendilerine kıyanlar, eve gidemeyenler oldu. Ana baba sevgisinin koşulsuz olduğuna inançları sarsıldı. Kendisinin sevgiye değer olmadığını düşündü on binlerce çocuk, iki kırık not, bir düşük puan yüzünden. Biz okuldan kaçardık bazen haytalık yapıp, onlar okuldan kaçtıklarında dershaneye yakalandılar. Bir öğrenci aynı anda iki okulda öğretim göremezken, bütün öğrenciler aynı anda okulda ve dershanede biri diplomasız “double majör” yapmak zorunda bırakıldılar. Hafta sonu tatili ben çocukken cumartesi öğleden sonra başlardı. Önce iki güne çıkarıldı, sonra hafta sonları dershane günleri oldu. Okullar “dershaneye de gitmeli çocuğunuz” dediler. Dershaneler “tek sınav yetmez” dediler. Liseye de sınavla girilmeye başlandı. 40 yıllık mahalle liselerini Anadolu Lisesi yaptılar. Bu da yetmezdi. Daha çok sınav daha çok öğrenciyi ve daha çok veliyi meşgul ederdi. Daha çok dershane daha fazla para kazanırdı. Liselere girmek için 6., 7. ve 8. sınıflara birer SBS koyup, Bu SBS’lerden OYP’leri buldular. Sonra altından kalkamayıp Anadolu Liselerine girişi tek SBS’ye indirdiler. Bu sefer de üniversiteye girişi YGS ve LYS yaptılar. Çocuklarımızı, bizleri, şaşırtmanın, üzmenin, güvensizleştirmenin bin bir şifresini buldular. Okullara, dershanelere paralar verdirip, parasız eğitim isteyenleri hapse attılar. Ben çocuğumun hâlâ okula gitmesine, hâlâ ders çalışmasına, hâlâ umudunu korumasına gizli gizli hayranlık duyuyorum. Çocuğumun körpecik zihninin ilköğretim yıllarından başlayarak düşleri yerine gelecek kaygısı, puan hesapları ile doldurulmasını lanetliyorum. Gelecek kaygısının hüküm sürdüğü yerde özgürlükten bahsedilemez. Bir sorun kendinize: Çocuklarınız ne kadar özgür? Bırakın onları, siz ne kadar özgürsünüz? Dostlarımın çocuklarının, yeğenlerimin girdiği bir LYS sonrasında, çocuğum girsin girmesin, her sınav sonrasında olduğu gibi bu sistemi değiştirememenin aczini ve acısını yaşıyorum. İntihal . Prof. Dr. Aydın Aybay ntihal” olayı Türk bilim ve sanat yaşamının en büyük “virüsü”dür. İntihal, kısaca başkasının fikir ürününü kendi ürünü imiş gibi topluma sunmak; teknik deyimle kendi adıyla “alenileştirmek”tir. Bu eyleme sözcüklerde “aşırma”da denmektedir. Bunun tespiti için bilim alanında Üniversiteler Arası Kurul başta olmak üzere birçok bilim kurumu sürekli çalışmalar yapmakta, “etik komite” adıyla organlar da tesis ederek intihal iddiaları ile ilgili gerçek durumu belirtmeye gayret etmektedirler. Ayrıca,bilimsel yükseltme işlemlerinde de, Doktora, doçentlik ve prof. yükseltme işlemlerinde de jüriler bu konuya büyük önem vermektedirler. Bu kısa açıklamadan hemen anlaşılacağı gibi intihal , bir etik konu olmadan önce, açıkça bir "hırsızlık" eylemidir. Bunu öyle sadece "ahlak" ya da "etik" diyerek yumuşatmanın gereği yoktur. Sizin cebinizden ya da çekmecenizden para çalan hırsız ne yapıyorsa "beyin ürününüzü" çalan fikir hırsızı da aynı eylemi işliyordur. Şimdi gelelim 13 Temmuz günü HÜRRİYET'in 28. sayfasındaki intihal hikâyesine: Yazıda kitabını savunan zat diyor ki, bu intihal suçlaması karşıma Başbakanlık Müsteşarlığına atanmamdan sonra çıktı.Bunu tahrik eden de "şimdi içeride olan bir paşadır". 1. Bir kere bu ifade yanlıştır. Sözü geçen intihal suçlamasının dayandığı olay, o tarihle akademik çevrelerce çoktan öğrenilmiştir.( O tarihteki yazılı basına bakm) 2. Mevhum paşanın kim olduğunu söylemiyor. Bu hem ayıp, hem de günahtır. Hapiste olan adama "şimdi" içerde" diye çamur atmak ciddi bir siyasetçiye yakışmaz;ona, ancak cesaretin yoksa sus bari denir. 3. Demek hazret başbakanlıkta öyle bir tezgah kurmuş ki devlet görevlileri ( polis ve MİT'çiler ) bağlı olduktan örgüt veya birimlerden kopuk olarak ferden bu zata özel casusluk hizmeti yeriyorlar; “İ kendilerine gelen kendisiyle ilgili belgeleri ( asıllarını mı ? ) hemen getirip teslim ediyorlar. Devlette böyle ferdi bir düzen yoktur; her memur kendisine gelen mahrem belgeleri hemen kapıp başkanlık kapısına dayanmaz. Devlette hiyerarşi denen bir mekanizma vardır, her işlem bu mekanizmadan geçerek (icabında ) tepeye çıkar. Buna uymayan ( ajan ) takdir değil tekdir edilir. 4. Bay Dinçer anlattığı referans ( kaynak, dip notu ) hikayesini de "boğuntuya getiriyor". " Önceki basımda vardı; sonra yoktu" gibi boş laflar ediyor.Yayımlanan ilk kitapta referans varsa, mutlaka sonrakilerİintihal , bir etik kode de olur.Üstelik, bir metinde "gidip kaynak nu olmadan önce, listesinde yerinizi bulun" şeklinde referans da açıkça bir "hırsızlık" olmaz. Referansın en doğru ve sağlıklı şekli "dip eylemidir. Bunu öynotu"dur.Bunu bilmeyen bilim insanı olamaz. le sadece "ahlak" 5. Bir de temel yanlışı var: "O dönem ( 199495 ) ders kitaplarında kaynakça olmazya da "etik" diyerek dı; ilk ben koydum". Aman ne buluş ! Demek yumuşatmanın gehazret etrafta hiç ders kitabı görmemiş.Örnereği yoktur. Sizin ğin, İ.Ü. Hukuk Fakültesinde 1940'lardan iticebinizden ya da baren çıkan "ders kitaplarında" da mutlaka liçekmecenizden pateratür bölümü vardır.( Duymamış ise hatırra çalan hırsız ne latayım: Kaynakça demektir !) 6. Öğretim üyeliğinden ihraç cezası YÖK yapıyorsa "beyin yasasında yazılıdır; ve uygulanmaktadır.İntihal ürününüzü" çalan suçu, disiplin suçlarının en ağırıdır; öğretim üyefikir hırsızı da aynı liği sıfatıyla bağdaşması imkansız olan hırsızlık eylemi işliyordur eylemidir. Bu, usulüne göre tespit edilirse bu ceza verilir. Yargı yolu da açıktır. Ama hukuki kaos ve kargaşadan yararlanıp "tarikatçi kardeşlere" iltica ederek ve YÖK'ün yeni başkanı ve heyetine "dahlederek", önceki kararı yargı denetiminden geçmeden sümmettedarik kaldırtırsanız, işte bu olmaz. Sözünü ettiğiniz devlet ciddiyeti ve düzeni ile bu işlem kesinlikle bağdaşmaz.İnsana ( ve heyete ) sorarlar: Önceki kurul ihraç kararı verirken yanlış mı yapmıştır ? Yeni karar sırasında "ilgililerin", bu arada özellikle önceki heyet üyelerinin görüşleri alınmış mıdır ? yın gerçekleşmiş (ve gerçekleşmekte) olduğunu çıkarsayabiliriz: • Uygulama kamu mensupları için yapıldığına ve zaman zaman sürülen kişiler için ek kadrolar açılsa da normal olarak kadro sayıları sabit olduğuna ve sürülen görevlinin gideceği kadrodaki kişi de muhtemelen sürgün gelmiş olabileceğine göre, o kişi daha gerice bir yöreye atanarak yer açılır, • Bu süreç zamanla, en “sorunlu” kişilerin en çok hizmete ihtiyacı olan yerlere doğru akışına yol açar, • Hizmete daha çok ihtiyacı olan yerlerdeki kişiler, bu olayları objektif olarak gözledikçe şöyle bir sonuca varırlar: Yöremiz geri kalmış olduğu için devletimiz bizi cezalandırıyor! • Bu yörelere sürülmüş ya da normal olarak atanmış kamu görevlileri, kendilerinin bir nedenle cezalandırıldıklarını düşünerek, ellerinden geldiği kadarıyla bu haksızlığa, verebilecekleri hizmeti vermeyerek karşılık verirler, • Sonuçta ortaya çıkan kamu yönetimi ortamı, sürgün edilmeyip normal olarak atananlar için de defacto bir cezalandırma halini alır ve kişiler buralardan kurtulmak için torpil, rüşvet vb eğrilikleri kullanmaya itilirler. Eskiden Güneydoğu Sorunu, şimdilerde Kürt Sorunu olarak adlandırılan sorunlar topluluğuna bir de buradan bakılmalıdır. Bakanlık görevi yapmış bir kişi, göreve ilk geldiği gün, kendisine bağlı kuruluşlara yayımladığı bir genelgede, doğu ve güneydoğu başta olmak üzere gerice yörelerin cezalandırma amacıyla kullanılmaması gerektiğini tamim ettiğini anlatmıştı. Şimdi bunun ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyorum. R. Ömür Akyüz (akyuzo@gmail.com) Son yıllarda CERN’de olan biteni izleyen herkes alemdeki “şeylerin” tanımlayıcı niteliği olan kütlenin, varlığını Higgs bozonu denilen bir parçacığa borçlu olduğunu duymuştur. Bu, Tanrı parçacığı olarak da bilinir. Bu terimi adlandırdığına inanılan Leon Lederman’ın (“The God Particle: If the Universe Is the Answer, What Is the QuestionTanrı parçacığı: Eğer Evren Yanıtsa, Soru Nedir?, Delta, N.Y., 1993 kitabına gönderme ç.n.) anlaşılan asıl söylediği “şu tanrının belası parçacık” iken, yayıncıları bunu biraz utangaçlıktan biraz da reklam amacıyla “Tanrı Parçacığı” yapmışlar. Sürgün: Bir Sorun Çözme Aracı! Tınaz Titiz Gün geçmez ki gazetelerde, bir yanlışı saptanan ya da kuşkulanılan bir kamu görevlisinin ülkenin doğu ya da güneydoğusunda bir yerlere tayini haberi çıkmamış olsun. Çalışanına cinsel tacizde bulunan, zimmetine para geçiren, ihmalkarlığı görülen, velhasıl harhangi bir eğriliği görülen, ama yeterli delil olmadığı için yasal yaptırım uygulanamayan ya da yasal yaptırım pek zayıf olduğu için uygulanması uygun görülmeyen herhangi bir melaneti işleyenler, ilgili kurumun doğu veya güneydoğu illerinden birisindeki şubesine tayin edilir. Anayasamızda yazılı olmamasına karşın tartışmasız benimsenmiş bu kural, Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri yürürlüktedir denilebilir. Önce şunu bir izleyiniz.. http://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’AirTrafficWorldwideover024hr1010.wmv‘ adresinde, 24 saat boyunca uydudan kaydedilmiş uçaklar görülüyor. Brownian kuralını hatırlatır biçimde, ancak toplu olarak bakıldığında ne olup bittiğinin anlaşılması olgusunu iyi temsil eden bir gösterim biçimi. Acaba sürgünler de kaydedilseydi ne olurdu? Eski tarihler bir yana bırakılıp en azından cumhuriyet tarihi boyunca bir sorun çözme aracı olarak kullanılagelen sürgün enstrümanı için de yukarıdakine benzer bir kayıt yapılmış olsaydı, acaba oluşabilecek kamu yönetimi ortamı nasıl görünürdü? Bunu bilmiyoruz, ama en azından şu sıra dahilinde bir dizi ola Aşağıdaki yazının aslı “New Scientist dergisinin, 20 Eylül 2008 sayısında, Amanda Gefter’in, Frank Wilczek’in ‘The Lightness of Being: Mass, ether and unification of forces. Varoluşun Hafifliği: Kütle, esir ve kuvvetlerin birleştirilmesi, Basic Books, N.Y., 2008’ adlı kitabı tanıtan yazısı. Bunu güncelleştirerek ve de daha önce CBT’de çıkan kısmını çıkararak sunuyorum. Eller nereye TÜBİTAK yoksa TÜTAK mı demeli artık nereye? CBT 1272/ 19 5 Ağustos 2011 “Tanrı Parçacığı” değil, “Tanrının belâsı parçacık”