Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN Türk Toplumu Tarihi Çevreyi Neden Koruyamaz? UNESCO İstanbul’u Dünya Tarihi Miras Listesi’nden çıkaracakmış. Çıkarmasa ne olacak? İstanbul’u UNESCO listesine sokup çıkarmak cahil bir toplumun tarihi yok etme kaderini maalesef değiştirmiyor. İstanbul’un büyük anıtları kendilerini tarihi prestijleriyle koruyorlar amma, kentsel dokuyu son kırk yılda yok ettik. Kaldı ki adını bir listeye yazdıkları için İstanbul’un tarihi statüsü değişmiyor. stanbul Avrupa kültür başkenti oldu. Şimdi İstanbul sahiden Avrupa kültürünün temsilcisi mi? Ilımlı İslam toplumu Avrupa kültürüne sahip olmak mı istiyor? Bunlar teşvik edici geçici etiketlerdir. Fakat gerçek bir kültür iradesine işaret etmiyorlar. Ayrıca bir tehlike içeriyorlar: Sorumlular, örneğin İstanbul Belediyesinin bu etikete layık bir iş yapmadığını ilan etmek gibi olumsuz kararlar da alabiliyor. Bir olgunun içeriğini doğru tanımlayıp anlamayan bunu başaramaz. Tarihi çevrenin korunması uygar toplumun en üst düzeydeki kültür gösterisidir. Bunun kanıtı Avrupa kentleridir. Türkiye bu uygarlık düzeyinde olmadığı için tarihi çevreyi koruyamadı. Biz iki renkli bir toplumuz. Arap ve Acem ile Bulgar arasında bocalayan bir toplum. İstanbul, Çarşamba ile ‘Canyon’ arasında tanımsız bir yer. Tarihi çevre koruma, uygarlığın en üst düzeyindeki estetik gösteridir. İnsanın ürettiği en büyük boyutlu ‘artifact’ı korumak için, Avrupa’daki sayısız çağdaş yaşamın politik, sosörneğin bizim yal, ekonomik ve teknik belediyelere ilham baskılarına karşın, toplumun bilinçli bir direnişidir. vermemesi Bu bilinç geçmişin yaratıcı şaşılacak bir olgudur. ve özgün olduğuna inanılan Kent toprağını petrol mirasına toplumun sahip çıktığını gösterir. Türk topkuyusu olarak görme lumu tarihi kentlerini bühastalığı devam ediyor. yük ölçüde yok ederek böyle bir bilince sahip olmadığını kanıtlamıştır. Tarihi çevrenin korunabilmesi kentlerin değişik çağlardaki fiziksel yapılarına ilişkin gelişmiş bir sanatsal ve teknik bilginin varlığına, çağdaş kentin gereklilikleri ile tarihi mirasın gereklilikleri arasında kültürel ve bilimsel olarak yapılacak seçimlerde tarihi mirasa öncelik verilmesine, bu bağlamda uluslararası uygulama ölçütlerinin ve uygulamalarının bilinmesine, bu alanda deneyimli uzmanların ve bilim adamlarının danışmanlığına ve bunları anlayan bir politik iradenin varlığına bağlıdır. Türkiye’de bu koşullar oluşamamıştır. Bütün bileşenlerini bir araya getirecek politik bilinç yoktur. Bunun üniversite açmakla, örgüt kurmakla ilişkili olmadığını bugünkü durum göstermektedir. Türkiye’ye özgü koşullarda çok hızlı kentleşen kırsal nüfusun bilgisizlik ve tarihi bilinçsizliğini dengeleyecek bir kentli geleneği ve politik gelenek de oluşmamıştır. Kaldı ki geri kalmış dünyanın her köşesinde hızlı kentleşmeye paralel olarak gelişen toprak ve yapı spekülasyonu, Türkiye’de önlenemez bir salgın olarak toplum yaşamına yerleşmiştir. bir arkeolog grubuna verilmeli ve yıllarca sürecek bir program olduğu unutulmamalıdır. Bunun Sultanahmet’le kentsel bütünleşmesi ise amatör mimarların eline ve paradan başka ölçütleri olmayan turizmcilere kalmamalıdır. SÜLEYMANİYE Roma ve Bizans verilerinin dışında Osmanlı tarihinin en önemli külliyesi olan Süleymaniye’nin çevresinde koruma ile ilgili hiçbir şey yapılmadı. Her şey proje aşamasında kaldı. Belki buna da şükretmek gerek. Burasının bir tarihi doku ve mimari çevre olarak rökonstrüksiyonunun gerçekleşmesi bu alan için yarım yüzyıldır yapılan çalışmaları bir araya getiren ve onların sentezini yapacak deneyimli, bilgili restoratörlere ve tarih bilinci gelişmiş yetenekli mimarlara verilmelidir. Bir belediye ve rant projesine dönüşürse gerçekleşmesi olanaksızdır. Osmanlı üslübunda modern konut ise en bayat 19. yüzyıl düşüncesidir. Kaldı ki Süleymaniye konağında otomobilleriyle oturacak bir zenginler sitesi bir tarihi çevre yaratmaz. Bu zevzek ve ‘absurde’ bir düşüncedir. İstanbul’un tarihi güzelliğinin topografik temeli olan Boğaziçi’nin koruma alanı statüsü ‘rentiye’lerin, belediyelerin ve sıradan halkın hoşuna hiçbir zaman gitmedi. Buna karşın Boğaziçi’nin bu kadar korunmasına bile bir mucize olarak bakmak gerek. Kentin yeşil alan sorununu karşılayacak ve onun denizle bağını kuracak temel alan Boğaziçi’dir. Tarihi kentin kanseri otomobildir. Özellikle sur içindeki büyük anıt çevrelerinde otopark sorununa çağdaş ve insancıl çözümler için bir iki örnek alan planlamak UNESCO uzmanlarına olumlu bir mesaj verebilirdi. Oysa turizm şirketlerinin otobüslerinin düğümlendiği kent mekânları böyle bir çabanın varlığını kanıtlamıyor. Çağdaş kent tasarımında korumanın trafik kontrolu ile doğru orantılı olduğunu ve insanları tarihi eserlere ulaştıran özel yolların aynı zamanda kentin tarihi kimliğini sahneleyen nitelikte olması gerekliliğini de belediye uzmanları anlamışa benzemiyorlar. Avrupa’daki sayısız örneğin bizim belediyelere ilham vermemesi şaşılacak bir olgudur. Kent toprağını petrol kuyusu olarak görme hastalığı devam ediyor. Yine de belediye bütün bu sözü edilen projeleri, bilimsel ve estetik niteliklerini doğru vurgulayıp, bir program olarak, hâlâ kısa zamanda UNESCO’ya sunabilir. Buna politika ve sen ben kavgası karışırsa o şans da yok olacaktır. İ AYDIN EKSİKLİĞİ CBT 1218/2 23 Temmuz 2010 Bu saptamalar bizim İstanbul ya da diğer kentlerimizin tarihi mirasını ve tarihi karakterlerini neden kurtarmadığımızı yeteri kadar açıklıkla göstermektedir. Olay bazı kişilerin, uzmanların varlığı ile çözümlenemez. Toplum kültürünün entelektüel içeriği ile bağlantılıdır. Biz böyle bir gereksinmeyi beyninde ve ruhunda duyan yeteri kadar aydın yetiştiremedik. Türkiye’de aydınsı kulüpler var. Diplomalı aydınlar var. Fakat politik ve ekonomik menfaat baskılarını dengeleyecek entelektüel birikim ger çekleşmedi. İstanbul’a politik ve turistik nedenlerle ve biraz da kentin olağanüstü tarihi konumu ve albenisi nedeniyle, Avrupa kültür başkenti unvanı verildiği zaman birtakım insanlar bunun bir gerçeği yansıttığını sanmış olabilir. Fakat böyle bir hayale kapılacakları yerde, İstanbul’un bu unvana layık bir yer olduğunu göstermek için ellerinden gelen bilimsel çabayı gösterselerdi, koruma etkinliklerini de o amaçla planlarlardı. Oysa bu bir kültür gösterisinden çok bir turistik festival gibi algılandı. Birkaç doğru proje UNESCO temsilcilerini ikna edecek nitelikte idi: Birtakım kısa akıllılar sen ben kavgasına tutuştu. Başlanan projeler 2010’a yetişmedi. Tekfur Sarayı, Anemas Zindanı, Çemberlitaş restorasyonları bitmedi. Çevreleri de düzenlenmedi. Bunların yanında Yenikapı kazısı olağanüstü bir arkeoloji gösterisiydi. Ben bu kazıya da yeteri kadar yardım yapıldığını sanmıyorum. Oysa buna devlet ve belediyenin yanı sıra sivil toplum örgütleri de yardım edebilirlerdi. Belki yeterince bilgilenmedim. Kaldı ki böyle bir kazıya uluslararası sponsorlar da ilgi gösterebilirlerdi. Yine de çalışmaları kutlamak gerek. Fakat bunların yanında İstanbul’a uluslararası ilgiyi yoğunlaştıracak çok büyük bir fırsat kaçırıldı. Bunun Türk idarecilerin Roma ve Bizans geçmişine yeteri kadar ilgi duymamalarıyla ilgisi var. Constantinopolis’in en büyük mirası Ayasofya, surlar ve Büyük Saray’dır. Büyük Saray ve Hipodrom Osmanlı devrinde tahrip edildi. Bu sarayın en önemli bölümlerinden biri Ayasofya’nın arkasından Marmara kıyılarına kadar uzanan bölümü idi. Sultanahmet külliyesinden sonra en büyük tahrip Fossati kardeşlerin yaptıkları ilk üniversite binası kazısında oldu. Bu alanda eski hapishanenin yerine önce Four Seasons Oteline izin verildi. Sonra ilgili kurul ve belediye izniyle ona bir ek yapılması izni verildi. Bütün bunlar yanlış kararlardı. Fakat İstanbul’daki otel furyası ve Bizans düşmanlığı içinde doğal tavırlardı. Son ek yapının mimarı yapıyı ayaklar üzerinde bir kat yukarı kaldırarak Büyük Saray’a ait kalıntıları koruma inceliği gösterdi. Fakat otel Tayfun Akgül üzerinde iş işten geçtikten sonra yapılan geç kalmış polemikler 17 000 m2’lik bir alanı kaplayan Büyük Saray kalıntılarını değerlendirme olanağı vermedi. Oysa şimdilik kapalı olan bu alan, Yenikapı Limanı’ndan çok daha önemli, İstanbul arkeolojisine, İstanbul’un tarihi prestijine ve turizmine olağanüstü bir katkıda bulunacak bir veridir. Eğer burası bu bilinçle değerlendirilseydi, UNESCO için yeterli bir koruma çabası gösterisi olurdu. Burası kent için olağanüstü bir arkeolojik alan olarak büyük bir değer taşıyor. Fakat çok bilinçli ve bilgili