Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
AMERİKALILAR: Zengin, Şişman, Mutsuz ve Çevresel Açıdan Aptal Ne yazık ki, dünya üzerindeki ülkelerin birçoğu A.B.D’nin çevre ve tüketim konusundaki yıkıcı tavırlara öykünüp ona benzemeye çalışıyor. Onlar da her geçen gün daha zenginleşiyor, şişmanlıyor ve bizler gibi, temel çevresel sorunlara ivedilikle çözüm getirilmesi gerektiğinin bir türlü ayırdına varamıyorlar. Harvey Blatt, Jeoloji Profesörü, D ünyanın en gelişmiş 25 ülkesinden biri olan ABD, ortalama harcanabilir gelir düzeyinin de en yüksek olduğu ülke. İsviçre ve Almanya’nın gayrı safi gelirleri çok daha yüksek olmasına karşın, ABD vergi oranlarının, yakıt ve yiyecek fiyatlarının en düşük düzeyde seyrettiği ve buna bağlı olarak da yaşam standartlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri. Öyle ki, yukarıdaki basmakalıp yargının elle tutulur bir yanı olduğu söylenebilir. ABD’de, tabii ki, yoksul insanlar da var. Ancak federal hükümetin “yoksul” tanımlaması kapsamına evlerinde buzdolabı, fırını, sıhhi tesisatı, akan suyu olan ve Amerikalı olmayan 7 milyar kişinin büyük bir çoğunluğunu imrendirecek yaşam koşullarına sahip olan insanlar giriyor. “Yoksul” sözcüğünün ABD’deki karşılığı ile Bangladeş, Haiti, ya da Etiyopya’daki karşılığı çok farklı anlamlar içeriyor. Bu ülkelerdeki yoksul insanlarla kıyaslandığında, tüm Amerikalılar akla mantığa sığmayacak derecede varlıklılar. Ne yazık ki, dünya üzerindeki ülkelerin birçoğu ABD’nin sergilediği bu yıkıcı tavırlara öykünüp ona benzemeye çalışıyor. Onlar da her geçen gün daha zenginleşiyor, şişmanlıyor ve bizler gibi, temel çevresel sorunlara ivedilikle çözüm getirilmesi gerektiğinin bir türlü ayırdına varamıyorlar. TÜKETİCİLİK Alışveriş ediyorum, öyleyse varım! İnsanların toplumsallaşma sürecinde vatandaşlık davranışının yerini tüketicilik almış durumda. Satın almak insana coşku veriyor. Tüketiciliğin ilk küresel din olarak görüldüğü söylenebilir. Amerikalıların büyük bir bölümü neden ülkenin çevresel sorunlarıyla pek ilgilenmiyor? Bu sorunun tek bir yanıtı var: Para. 2000 yıllık İncil’de de (I Timothy) belirtildiği gibi, para sevgisi her türde kötülüğün kökenidir ve Amerikalılar da paraya aşıklar. Denetimin en düşük düzeyde olduğu kapitalist ekonomi düzenimiz maddi gereksinimlerin körüklenmesi açısından dünyanın bugüne dek görüp görebileceği en etkili itici güç olarak karşımıza çıkmakta, para ve “mal mülkün” göklere çıkartılması eğilimini de beraberinde getirmektedir. Alışverişe çıkmanın bir eğlence ya da dinlence aracı olarak algılandığı tek ülke ABD’dir. Alışveriş ediyorum, öyleyse varım. Çevrebilimci David Suzuki’ye göre, insanların toplumsallaşma sürecinde ZENGİN OLMAK, AKILLI OLMAK MI? Dünyadaki insanların çoğu için belki de daha kayda değer bir soru, Amerikalıların göreli zenginliklerinin sahip oldukları servetle ne yapacakları ile ilgili bir bilgeliği de beraberinde getirip getirmediğidir. Oysa, alternatif enerji kaynaklarından ve enerji tasarruflu motorlu araçlardan daha fazla yararlanmak suretiyle karbon salımları büyük ölçüde azaltılabilir. Her ikisini de yapmak bizim elimizde. Kimyasal zehirlerden güvenli bir biçimde kurtulmak yerine, bunları yasal olarak içme sularımıza akıtıyoruz. Bile bile çevreyi kirletmenin âlemi yok. Ekinlerimizi bitki ve haşereleri yok etmek amacıyla üretilmiş ilaçlarla zehirliyoruz. Oysa, onyıllar boyunca yapılan araştırmalar yapay kimyasallar kullanmadan yapılan organik tarımın da en az çağdaş fabrika çiftçiliği denli verimli olabileceğini ortaya koyuyor. Besin üreticilerimizin beslenmemizin büyük bir bölümünü oluşturan hayvanlara hormon ve antibiyotikler vermelerine, bizlere bol şekerli, tuzlu ve yağlı yiyecekleri dayatıp Amerikalıların dünya üzerindeki en şişko ulus olmasına katkıda bulunmalarına göz yumuyoruz. Tüm bunları bizlere yapan terörist bir örgüt ya da yabancı bir ülke olsaydı, muhtemelen hemen küplere biner, ortalığı velveleye verir ve bir biçimde savaş açardık. ABD, tabii ki, dünya üzerinde bu tür çevresel ve biyokimyasal felaketlere neden olan tek ülke değil, yalnızca bu konuda en becerikli olanı. Birçok açıdan olduğu gibi, bu alanda da başı çeken uluslardan biriyiz. CBT 1218/ 23 Temmuz 2010 Çevresel sorunların çoğu, sanayileşmiş ulusların örnek aldıkları, gelişmeye ya da büyümeye dayalı ekonomiden kaynaklanıyor. Çoğu ekonomi uzmanına göre büyüme, soluduğumuz hava denli gerekli bir unsur. Ekonomi uzmanları yoksulları yoksulluktan kurtarabilecek, dünyanın gi Rita Urgan (Orijinalinden biraz kısaltarak..) CBT 1218/ 23 Temmuz 2010 vatandaşlık davranışının yerini tüketicilik almış durumda. Satın almak insana coşku veriyor. Tüketiciliğin ilk küresel din olarak görüldüğü söylenebilir. Tüketimi azaltmak karbon salımlarını azaltmanın en etkili yolu olmasına karşın, hiçbir hükümet kirlenmenin önüne geçilmesi amacıyla halkı daha az tüketme konusunda yüreklendirmeye yanaşmıyor. Para ve maddi değerlere duyulan aşk, sonsuza dek karşılıksız kalmaya mahkum. Zira, kimse yeterince parası olduğuna inanmıyor ve paraya hiç mi hiç doyamıyor. ABD’deki çevresel sorunların temelinde işte bu duygu yatıyor. Ülkede yaşanan çevresel sorunların büyük bir bölümü Amerikalıların ulusun çıkarlarını tehlikeye sokabilecek aşırılıkta paraya sahip oldukları gerçeğinden kaynaklanıyor. ABD’de çevre ile ilgili sorunların kökeninde nüfus patlaması değil, bolluk ve zenginlik yatıyor. Zenginliğin bu denli uç noktalara vardırıldığı durumlar, böylesine büyük bir ısrafa yol açmasa ve zarar vermese, bizlere gülünç bile gelebilir. Televizyonlarda, söz gelimi bir filmin galası ya da Oskar ödül törenleri gibi bir etkinlikte, hepi topu bir kez giyilecek bir giysiye binlerce dolar harcayan kadınlar yüceltiliyor. Erkeklerin birçoğu 5 saniyeden kısa sürede 100 km/s hıza ulaşan bir arabaya 150.000 dolar harcayarak egosunu tatmin eden erkeğe imreniyor. Bir de, çok ayrıcalıklı bir mahallede 30 odalı bir malikaneye milyonlarca dolar döktüren iki ya da üç üyeli ailelerin çevrede yarattıkları kıskançlık var. Daha küçük ölçekte, sırf ünlü bir sporcunun adını taşıdığı için bir çift ayakkabıya yüzlerce dolar ödeyen erkekler ve kendilerini daha çekici yapacaklarına inandıkları için parfüm ve yüz kremlerine çuvalla para akıtan kadınlar var. Peki ya, ortalama hane halkı sayısının her geçen gün azalmasına karşın, Amerikalıların çoğunun giderek daha büyük evler satın almalarına ne demeli? Zenginliğin belki de en belirgin göstergesi, ABD’de her hafta yığınla insanın istenmeyen eşyalarını arka bahçelerinde satışa çıkartıyor olmaları. Sanayileşmiş başka ülkelerde de buna benzer olgular yaşansa da, bunların sayıları ABD’ye kıyasla devede kulak kalıyor. Bir tek ABD’de insanların o denli çok “eşyası” var ki, birkaç ay ya da birkaç yıl kullandıkları yığınla eşyayı daha yepyeni iken sudan ucuz fiyatlarla satışa sunuyorlar. Tüketimde dur durak bilmeyen bir artışa her düzeyde hükümetler ve endüstriler tarafından ulusal bir hedef bağlamında destek veriliyor. Hükümetler satış vergisinden elde edilen gelir artışından ve sürekli artan nüfus karşısında sonsuz bir iş arzına sahip olma üstünlüğünden yararlanıyorlar. Sanayiler planlı eskimeye dayalı tüketimi ve tekkullanımlık eşyaların üretimini yüreklendirmeye çalışıyor. Anababalar da çocuklarını sonsuz sayıda oyuncağa boğarak ve çok kısa sürede üzerlerine küçülecek giysilere yığınla para harcayarak tüketime destek veriyor. Bu eğilimin belki de en uç bir örneğini, kızına yatakhanedeki odasıyla ilgili olarak, “Duvara asmak zorunda kalsan bile bir televizyonun olmalı,” diyen DisneyABC Televizyon Grubu’nun başkanı Anne Sweeney oluşturuyor. derek artan nüfusunu besleyecek, her geçen gün daha da artan kamu harcamalarını karşılayacak ve teknolojik gelişmeyi devinime geçirecek tek gücün büyüme olduğuna inanıyor. Büyümenin asla sınır tanımadığı görüşünde birleşiyor. Yatay büyümenin gelişme paradigmasının yerini tutmasına hiç akıl erdiremiyorlar. Gelgelelim, klasik ekonominin kurucularından biri olan John Stuart Mill, 1848’de kaleme aldığı “Ekonomi Politiğin İlkeleri” adlı bilimsel yapıtında tam da bunu yapıyor; ekonomik büyüme için gerekli işlerin tamamlandığı ve daha fazla mal mülk edinmek yerine insanların gelişimine odaklanıldığı “durağan” bir ekonominin ortaya çıktığı bir dönemi öngörüyor. “Her türde zeki kültüre, törel ve toplumsal gelişmeye her zaman olduğu denli yer verilecek... kafaları kurcalayan geçinme düşüncesi zihinlerden silindiği zaman, yaşama sanatının geliştirilmesi ve bu olasılığa daha fazla ağırlık verilmesi için,” diyor. İnsanoğlunun böylesi bir değişimin yanına bile yaklaşmadığı, büyüme ve mal mülk edinmeye yapılan sürekli vurgulamanın kesin bir felaketle sonuçlanacağı gün gibi ortada. Şair Gary Snyder’in 40 yıl önce Dört Değişiklik adlı yapıtında betimlediği gibi, Çağdaş toplumlarda üretim ve tüketimin büyük bir çoğunluğu, yaşamı sürdürmek şöyle dursun, ruhsal ve kültürel gelişim için bile gereksizdir ve bu yönde bir katkısı da yoktur...insanoğlu bu gezegende çocuklarına bomboş bir dolap bırakacak çekirge misali bir böceğe dönüştü sürekli olarak bolluk, huzur ve sonsuz ilerlemeyi düşleyen bir tür bağımlı gibi...Oysa, gerçek zenginlik hiç bir şeye gereksinim duymamaktır. Snyder’in bakış açısı sanayileşmiş dünya ekonomisinin ilkelerine ters düşüyor. Gelişmiş ülkelerde tüketiciliğin iki hız ayarı varmış gibi görünüyor hızlı ve daha hızlı. Aramızdaki gelecekbilimcilerin (fütüristlerin) hiç biri de bu trenin tarihsel boyutta ekonomik ve toplumsal bir yıkıma yol açmadan nasıl durdurulabileceğine akıl erdiremiyor. FAZLA PARA VE MÜLK, DAHA ÇOK MUTLULUK MU? Herkes daha fazla paraya sahip olmak ister. Peki ama neden? Amerikalıların en az %90’ını içine alan, yeterli miktarda yiyeceğe, başını sokabileceği bir yere, giysilere sahip olan bir grup insan daha fazla paraya kavuşunca daha mı mutlu oluyor? Veriler bu soruya “hayır” yanıtını veriyor. Sanayileşmiş ülkelerde yapılan kamuoyu yoklamalarının da ortaya koyduğu gibi, gelir artışı ile insanların mutluluk düzeyleri konusunda verdikleri ifadeler karşılaştırıldığında, ikisi arasında herhangi bir ilinti olmadığı görülüyor. Örneğin, ABD’de kişi başına ortalama gelir 1957 ile 2002 yılları arasında iki katından fazlasına çıktı (enflasyonun etkisi da hesaba katılarak). Ne var ki, aynı dönemde “çok mutlu” olduklarını belirten insanların oranı %3035 olarak kaldı. Daha da kötüsü, 19601990 yılları arasında boşanma oranları iki katına, gençler arasında intihar olaylarının oranı üç katına çıktı ve depresyona girenlerin sayısı hızla arttı. Görünüşe bakılırsa, bir kişi temel gereksinimlerini karşılamaya yetecek denli paraya sahip olduğunda mutluluk düzeyi, daha şık giysiler, daha büyük arabalar ya da evler yerine, ruhsal gelişimine ve kişisel ilişkilerine bağlı olarak artıyor. Büyük sanayiler işlerin olduğu gibi sürmesine ciddi yatırımlar yaparlar ve kendi dışlarında gelişen değişikliklerden maddi bir zarara uğramaktan korkarlar. Kapitalist ekonomilerde bu durum değişime karşı bir direncin oluşmasına yol açar. Başta su kirliliği, hava kirliliği, toprağın nitelik ve nicelik açısından zarar görmesi, yediğimiz aşırı miktarda tuz, şeker ve yağdan kaynaklanan hastalıklar olmak üzere, sanayilerden neden oldukları zararlı etkilerin bedelini ödemeleri istenmiyor. Doğal olarak, sanayiler bu konuda herhangi bir yasal yaptırım olmadığı sürece verdikleri zararın bedelini ödemeye yanaşmayacaklardır. Bu tür yasaların yürürlüğe girmesinin de ne denli güç olduğunu herkes biliyor olsa gerek. Tüketicilikten çok sürdürülebilirliğe ağırlık veren kültürel bir değişim olmadıkça, ne hükümet güvenceleri ne de teknolojik gelişmeler insanoğlunu tehlikeli çevresel çekincelerden kurtarmaya yeterli olacaktır. Çevresel sorunların çözüme ulaştırılması ve insanları daha mutlu etmenin tek yolu ekonominin işleyiş biçiminde yeni bir düzenlemeye gidilmesidir. BÖYLE BİR DEĞİŞİM NASIL BAŞARILABİLİR? Bu değişimin, insanların büyük bir çoğunluğu tarafından kabul gören, güçlü ve kapsamlı bir felsefi temel olmaksızın başarılabilmesi kuşku götürür. Böyle bir değişimin temelini olsa olsa dinsel inanç oluşturur. Dünya dinleri ahlaki otorite, uzun bir geçmişe dayanan törel öğretiler ve çok sayıda yandaşa sahip olmanın getirdiği siyasal güç gibi sürdürülebilir ilerlemenin oluşturulması yönündeki girişimlere kazandırabileceği çok sayıda değeri içerirler. Bağlam açısından ele alındığı kadarıyla, tektanrılı üç dinin de düşünsel temeli aynıdır. Her üç dinde de dünyanın ve dünya üzerindeki her şeyin Tanrı tarafından yaratıldığına, insanların bunu yok etmeye kalkışmalarının dinsizlik anlamına geleceğine inanılır. İçinde yaşadığımız çevre biz insanlara sürdürülebilir biçimde yararlanmamız amacıyla sunulmuştur. Yaşam kutsal olduğuna göre, onu destekleyen ve ayakta tutan ağ da kutsaldır. Kısa süre önce yapılan bir kamuoyu yoklaması Amerikalıların üçte ikisinin çevreye zarar vermenin bir suç olduğuna inandıklarını ortaya koydu. Papa, 2008 ve 2009 yıllarında verdiği demeçlerde, “evrenin tehlike altında” olduğuna ve hükümetlerin “çevrenin korunması, iklimin ve doğal kaynak kullanımının gözetim altına alınması” için hep birlikte çalışmaları gerektiğine dikkat çekiyor, insanlara “çevreye daha duyarlı davranma” çağrısında bulunuyordu. İnanç toplulukları yeryüzündeki yaşanabilir toprakların yaklaşık %78 kadarına sahip oldukları gibi, dünya üzerindeki okulların da yarısının işleticileri ya da ortakları konumundalar ve uluslararası finans yatırımlarının %7’sini ellerinde tutuyorlar. Bu topluluklar sanayi dünyasının işleyişi ve bireylerin davranış biçimlerinde köklü değişimler yaratabilecek denli büyük bir güce sahipler. YERLE BİR EDİLECEK İLKELER Sorun, ekonomilerle toplumların, bir yandan insanların gereksinimlerini karşılamayı sürdürürlerken, doğal çevreyle uyum içinde çalışabilmelerini sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmeleri ve bu amaçla “büyüme” kavramının yeniden tanımlanması. Bu da, 20 ve 21. yüzyıllara damgasını vuran ve aşağıda belirtilen birtakım ekonomi ilkelerinin yerle bir edilmesi anlamına geliyor: • Bir ekonominin varlık nedeni servet üretmektir • Yaşamın tek hedefi mal mülk edinmektir • Varsıl bir toplumda ısraf kaçınılmazdır • Kitlesel yoksulluk, acı olmakla birlikte, yaşamın kaçınılmaz bir parçasıdır • Çevre, ekonomide ikincil bir kavramdır • Canlı türleri ve ekosistemler ekonomik ve estetik nedenlere bağlı olarak değerlidirler, ancak her ikisi de içkin bir değere sahip değildir •Töreler, ilerleme kavramının tanımında kayda değmeyecek denli önemsiz bir yere sahiptirler İçinde yaşadığımız dünyada bu hedefe nasıl ulaşılacağını önceden kestirmek oldukça güç. MUTLULUK VE ÇEVRESEL SORUMLULUK Sanayileşmiş ülkelerde etkili olan ekonomik sistemlerin dizginlerini koparttıkları ve bu sistemlerin ortalama bir vatandaşın mutluluğunu arttırmadıkları açıkça görülüyor. Gerçekte, bu sistemler toplumsal illetlerin yaygınlık kazanmasında etkili olabilirler. Her düzeydeki sanayi ve hükümetler, anlamsız ve çevreye zarar veren aşırı tüketim yerine, doğa ile uyum içinde bir yaşamın sürdürülmesine ve insanların daha mutlu kılınmalarına odaklanamazlar mı? BÜYÜME EKONOMİSİ