17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Çin biliminde bir öncü: QianXuesen uzay uçağı tasarımı yaptı. Xuesen’in ABD’deki başarılarla dolu bilimsel çalışmaları, Makkartizmin yükselmesiyle beklenmedik bir engelle karşılaştı. 1950 yılında, Makkartizm yanlıları, Xuesen’in 1930’lu yıllarda komünist sempatizanı olduğunu ileri sürdü. Bu kampanyanın güç kazanmasıyla Xuesen tüm akreditasyonlarını kaybetti. Sonunda Çin’e dönmeye karar verdiğinde yetkililer tarafından sorgulandı ve Honolulu’da tutuklandı. Daha sonra evinde gözetim altına alındı. Qian Xuesen 1955 yılında, Çin’in o zamanki başbakanı olan Çu En Lay’a yazdığı bir mektubun ardından, Kore’deki Amerikalı mahkumların değişimi planı çerçevesinde Çin’e dönebildi. Xuesen hemen genç Halk Cumhuriyeti’nin hizmetinde bilimsel çalışmalarına başladı. Başlangıçta çok basit araçlarla donatılmış olan ilk uzay araştırma enstitüsünü kurdu. Savunma Bakanlığı nezdinde, 1964’te patlatılan Çin’in ilk atom bombasının ve daha sonra da nükleer yakıtlı ilk füzelerin yapımı çalışmalarına katıldı. 1970’te ilk Çin uydusunun yörüngesine yerleştirilmesini sağlayan, Qian Xuesen’dir. Çin uzay bilim ve teknolojisindeki son dönemde sağlanmış ilerlemeler de gerçekte Xuesen’in daha önceki çalışmalarının bir devamıdır. 1961’de eski Sovyetler Birliği’nin ve 1962’de de ABD’nin ardından Çin’in 2003’te uydu ile bir insanı uzaya gönderen üçüncü ülke olması da Xuesen’e birçok şey borçludur. 2007’de Ay’a Çinlilerin ilk sondası gönderildi. Ve aynı yıl, mükemmel yönlendirilmiş bir füzenin yardımıyla, ABD’nin özel uydularından biri tahrip edilerek, uzay savaşları alanında ABD’ye meydan okundu. 2009 Ağustosu’nda Başbakan Wen Jiabao, Çin askeri teknolojisine olan katkılarından dolayı tebrik etmek için onu ziyaret etmişti. Ülke ona minnettardı. Xuesen’in cenaze törenine büyük bir kalabalık katıldı. İnternet kullanıcıları da bir “süperstar”ı saygıyla andılar. OOOF OFF LINE Tanol Türkoğlu ([email protected]) Çin uzay bilimi ve teknolojisinin kurucusu Qian Xuesen, 30 Ekim 2009 günü Pekin’de 98 yaşında öldü. Qian Xuesen, ABD uzay biliminin yükselişinde de önemli bir rol üstlenmişti. Eğer Makkartizmin saldırısına maruz kalmamış olsaydı, ABD bilimindeki rolünün çok daha büyük olacağına hiç kuşku yoktu. Osman Bahadır [email protected] Kasım 2009 tarihli Le Monde gazetesi, Qian Xuesen’e sayfalarında geniş bir yer verdi. Herve Morin ve Bruno Philip’in Pekin’den gönderdikleri yazıda, Qian Xuesen’in yaşamı ve çalışmaları ile Çin ve ABD bilim tarihlerindeki yeri hakkında şunlar söyleniyordu: “Xuesen, 11 Aralık 1911’de Şanghay yakınlarındaki Hangzhou’da doğdu. 25 yaşında Şanghay Üniversitesi’ni bitirdikten sonra ABD’de Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’ne (Caltech) girdi. Caltech’te iken ABD ordusu 1939’da, bombardıman uçaklarının havalanma mesafelerinin kısaltılması için Caltech’e yeni bir teknik sistem geliştirmeleri çağrısı yaptığında, Xuesen de bu çalışmayı yürütenler arasındaydı. 1943’te Caltech’te füze programlarıyla ilgili askeri projenin sorumlularından biriydi. O yıllarda Pentagon’un en gizli projelerinde çalışabilmek için gerekli görülen güvenirliğe sahipti, Qian Xuesen. 1945’te, Nazilerin V1 ve V2 füzelerinin yaratıcısı Wernher von Braun’u sorgulaması için albay Qian Xuesen rütbesiyle Almanya’ya gönderildi. Bu eski Nazi, daha sonra John Kennedy tarafından başlatılacak olan Ay’a gitme programının temel direği olacaktır. Caltech’te füze teknolojisinin öncüsü olan Theodore von Karman, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, 1947 yılında, aerodinamiğin gelişmesine büyük katkılar sağlayan çalışmaları nedeniyle Xuesen’i, ABD Hava Kuvvetleri’nin bilimsel danışma komitesi üyeliğine önerdi. Qian Xuesen, 1949 yılında, bazılarınca Amerikan uzay mekiğinin atası olarak görülen bir Acaba bugün (sanal dünyada ya da bilimkurgu ürünlerde) kendi yarattığı avatarları yöneten pozisyonunda olan zekâ gücüne sahip varlık konumundaki insanlar, daha üst bir zekâ gücü sahibi varlıkların avatarları olabilir mi? 6 İnsan Bir Avatar mı? ABD’li yönetmen James Cameron’un sinemada teknik bir devrim yaratan filmi sayesinde “avatar” kelimesi herkesçe bilinir hale geldi. Oysa daha önce Avatar isimli çizgi film serisi sayesinde çocuklar, dijital dünyadaki kullanımı itibarıyla da sanal dünya müdavimleri bu kelimeye aşina idi. Avatar aslında Hinduizm’den devşirme bir kelime. Basit olarak tanrıların yeryüzüne indiklerinde büründükleri fiziksel şekil anlamına gelmektedir. Dijtal dünyada avatar daha ziyade oyunlarda ya da sanal ortamlarda bireyin kendisini temsil etmesi için yarattığı karakterdir. Popüler internet sitelerinden ve dünyanın bir tür simülasyonu şeklinde yorumlanabilecek SecondLife’da her bir üye bir avatara sahip olur. Ona verdiği komutlarla SecondLife’da “yaşar”. Ya da popüler konsol oyunlarından Nintendo Wii’de oyuncu önce kendisine bir avatar seçer ve elindeki cihazlarla yaptığı hareketler avatar tarafından oyuna yansıtılır. Avatar olgusu sinemada daha önce Matrix üçlemesinde karşımıza çıktı. Daha sonra Bruce Willis’in son filmi Suretler ile Cameron’un son filmi Avatar filmlerinde. Her üç durumda da orijinal avatar deyiminin işaret ettiği anlamla paralellik arz eden bir durum var. Avatar’ı (ya da “bir başka” dünyanın doğal üyesini) uzaktan yöneten asıl zekâ sahibi varlık, fiziksel olarak uzak bir mekânda ya da kendi doğal dünyasındadır. Avatar’ı yönetirken başka bir işle uğraşamaz. Avatar kullanmanın en büyük avantajı, avatarın içinde bulunduğu sanal dünyada olanlar avatarın başına gelmesidir. Onu yöneten zekâ sahibi varlık ise nispeten daha güvenlikli bir ortamda, bir tür trans halindedir. Matrix filminde avatarın başına gelenler onu yöneten zeka sahibi varlığı da etkileyebilir. Suretler filminde normal şartlarda böyle bir durum yoktur ama geliştirilen özel bir teknoloji avatar üzerinden zekâ sahibi varlığı da etkileyebilmekte, onu öldürebilmektedir. Avatar filminde ise iş bir kademe daha ileri götürülmekte ve zekâ sahibi varlık, kendi doğal varlığını terk ederek, yönettiği avatarın içine girebilmekte (?) ve artık avatar zekâ sahibi o varlık haline gelmektedir. Avatar aslında televarlık olgusunun daha popülerlik kazanmış bir ismi olarak yorumlanabilir. Televarlık, teknolojik imkânlar sayesinde zaman ve/veya mekânda farklı bir konumda olabilmekle ilgili. Bu açıdan değerlendirildiğinde örneğin görüntülü/görüntüsüz telefon görüşmeleri de bir tür televarlık olma imkânıdır. Bir telefon görüşmesi sayesinde bulunduğunuz yerden binlerce kilometre uzaktaki birisinin yanına “gidebilirsiniz”. Hatta zihnimizin sınırlarını biraz daha zorlarsak tarihte bir miras bırakmak da bir tür televarlık olma hali olarak yorumlanabilir (bir yapı, bir sanat eseri ya da bir sonraki nesil, vb).Telefonla yapılan mekânı aşmak ise bir eser bırakmak zamanı aşmak olarak değerlendirilebilir. Tabii bunlar televarlık olgusunun en ilkel versiyonları. Sanal gerçeklik alanında son yıllardaki gelişmeler kişinin bedenini bir kenara bırakıp zihin gücünü bir başka dünyadaki bir başka varlığa aktarma imkânını sunabilir hale getiriyor. Bugün bilimkurgu alanından giriş yapan bu olgular gelecek on yıllarda gündelik hayatımıza da ulaşacak gibi görünüyor. Burada tabii evrenin fraktal ya da döngüsel yapısını da dikkate alarak şu soru da sorulabilir. Acaba bugün (sanal dünyada ya da bilimkurgu ürünlerde) kendi yarattığı avatarları yöneten pozisyonunda olan zekâ gücüne sahip varlık konumundaki insanlar da daha üst bir zekâ gücü sahibi varlıkların avatarları olabilir mi? Düşünce, zekâ ya da ruh gibi isimlerle adlandırılan şeyler, insan denilen avatarlarla onları kendi doğal dünyasında yönetmekte olan üst varlıklar arasındaki iletişim kanalı mı? Beden, fiziksel ömrünü tamamladığında, bu iletişim üst varlık tarafından bir başka bedene mi geçmekte? İnsan avatarların bu durumu tespit etmemesi için üst varlık konumundakiler o nedenle mi bir önceki bedende yaşanan deneyimi bir sonraki bedene transfer etmiyor? Dan Brown’ın son kitabı olan Kayıp Sembol’de yan konulardan biri olarak tanıttığı noetik bilim alanı acaba bu alandaki soruları cevaplamada yardımcı olabilir mi? CBT 1190/ 10 8 Ocak 2010 Baştarafı orta sayfadan kaynaklandığını ortaya koyuyor. Bu durumda en iyi çözüm uyuşturucuların yasal kılınması olsa gerek. Statükoyu koruyan gerekçe şu: Uyuşturucuların yasadışı kalması, yasalara boyun eğen çoğunluk arasında uyuşturucu kullanımını önlüyor ve böylelikle zarar azaltılıyor. Ne var ki, konu çok daha kapsamlı bir biçimde ele alındığında bu gerekçenin hiç de geçerli olmadığı görülüyor. Birçok ülkede ve Britanya’da uyuşturucuları engelleme girişimi 1960’ların sonlarında başladı. Ancak resmi istatistikler, sağlık hizmeti alan eroin ve kokain bağımlılarının o günden bu yana artış gösterdiğini, o tarihte yılda 1000 kişi olan bağımlı sayısının şimdilerde 100.000’e ulaştığını gözler önüne seriyor. Soruna ikinci bir yaklaşım, uyuşturucu konusunda daha katı yasalar uygulayan ülkelerde uyuşturucu kullananların sayısının öteki ülkelere kıyasla daha az olup olmadığına bakmak. 2008 yılında Dünya Sağlık Örgütü 17 ülkeyi araştırdı ancak böyle bir bağlantıya tanık olmadı. Uyuşturucu konusunda cezalandırıcı politikalar uygulamasına karşın, dünyada uyuşturucu kullanımının en yüksek düzeyde olduğu ülke A.B.D. Yasaklama birçok yönden suç işlemeyi körüklüyor: devlet yardımı olmadığında, bağımlılar uyuşturucu bulmak için soygun yapmak zorunda kalabilirler; ya da para ve statü kazanma uğruna insanlar çok genç yaşlarda uyuşturucu ticaretine bulaştırılabilirler. Uyuşturucuların yasadışı olması onları daha da tehlikeli kılıyor. Uyuşturucuyu şırınga yoluyla alan bağımlıların temiz iğne bulamamaları HIV ve hepatit C gibi ölümcül virüslerin yayılmasına yol açan başlıca nedenlerden biri. Ne yazık ki, başta çocuklar olmak üzere, kırılgan insanları korumanın en iyi yolunun uyuşturucuları yasaklamaktan geçtiği görüşünün, politikacıların da kullanmaktan hoşlandıkları duygusal bir gücü var. Rita Urgan
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle