17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

AYLAK BİLGİ Tahir M. Ceylan Daha iyi bir dünya arayışı ve tasarısı Kusurlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Yoksulluk, hastalık, eğitimsizlik, çevresel yıkım gibi sorunlar tüm çıplaklığıyla ortada. Çok kişi, bırakın yeterli beslenmeyi, temiz sudan bile yoksun. Küçük bir azınlığı oluşturan varsıl kesimin savunulması olanaksız yaşam biçemleri yıkıcı iklim değişimini körüklüyor. Peki, bu konuda bir şey yapabilir miyiz? Kesinlikle evet. Teknoloji iki yanı keskin bir kılıç, ama bilim ve mantık sayesinde yaşamlarımız genelde inanılmaz bir gelişme kaydetti. Gelecekte gerçek anlamda bir farklılık yaratmayı, yine yalnızca bilim ve mantık sayesinde başarabiliriz. [email protected] P eki neler yapılabilir? New Scientist dergisi (12 Eylül) daha iyi bir dünya yaratmamıza olanak tanıyacak farklı görüşleri ve ardında yatan kanıtları araştırıyor. İlk aşamada, toplumda dönüşüm sağlayacak ve ülkelerin yönetim biçimlerini değiştirecek köktenci görüşler ele alınıyor. İkinci aşamada, birey olarak her birimizin fark yaratmak için neler yapabileceği konusu işleniyor. Üçüncü aşamada, çoğu kişinin asıl sorun olarak gördüğü aşırı nüfus konusuna odaklanılıyor. Son olarak da, üzerinde yaşadığımız gezegende yarattığımız derin ve kalıcı değişimler masaya yatırılıyor. BÖLÜM 1: KÖKTENCİ GÖRÜŞLER CUMA GÜNLERİ HEP TATİL OLSUN Üç günlük bir hafta sonu düşünün üstelik arada sırada değil, her hafta sonunda. Patronunuzun böyle bir öneriye asla yanaşmayacağını düşünebilirsiniz, ama araştırmalardan elde edilen kanıtlar böyle bir uygulamanın işverenin de, işçinin de, çevrenin de yararına olacağını gözler önüne seriyor. Dört günlük hafta önerisi iki seçenek sunuyor: ilk seçenek, toplam çalışma süresi ve ücretlerde bir değişikliğe gidilmeden, beş gün boyunca 8 saat çalışılan bir programdan dört gün boyunca on saat çalışılan bir programa geçilmesi. İkinci seçenek de, yalnızca dört gün boyunca eskisi gibi sekiz saat çalışılması ve ücrette yüzde 20 oranında bir kesinti yapılması. denetimli deneyler yoluyla elde edilir. Daha iyi bir yöntem ise, çoklu rastgele deneylerin sistematik yapılmasıdır. Ama örneğin, bizleri yöneten kişilerin kendi kafalarına göre uygun gördükleri politikaları uygulamalarına pek ses etmeyiz. Etkili olduğu kanıtlanmış politikalar izlemelerini beklemeyiz! Eğitimden hukuka ve sera gazı salımlarının azaltılmasına kadar, birçok alanda politikaların etkili olup olmadıkları deneylerle saptanabilir. Kanıtlara dayalı yönetimlerin bir yığın sorunu beraberinde getirdiğini de kabul etmek gerekir. Hükümetler söz konusu olduğunda, bilimsel yöntemin uygulanamayacağı birçok alan var. Yine de, uygun deneyler denemeye değer. Bu tür deney sonuçları, genellikle politika ve yasaların beklentilerin tersine bir etki yaratır. “Sağduyu” ve iyi niyet asla somut kanıtların yerini tutmaz. Söz gelimi, yasalara karşı çıkan gençleri, cezaevi ile ürküteceğinizi ve suç işlemekten vazgeçireceğinizi düşünebilirsiniz. Oysa, ABD’deki deneyler, bu yöntemin yeniden suç işleme oranlarını arttırdığını ortaya koyuyor. Asıl amaç, politikacı ve yasa koyucuların, kesin kanıtları göz önünde bulundurup kararlarını, lobicilerin baskıları yerine, bu kanıtlara dayandırmalarıdır. Yeni Ekonomi Vakfı’na göre bunun çözümü Mutlu Gezegen Endeksi. Bu gösterge, farklı ülkelerde vatandaşlara uzun ve mutlu yaşamlar sunmak amacıyla doğal kaynakların ne denli verimli kullanıldıklarını belirtir. Bu ölçütten yararlanıldığında Kosta Rika’nın 143 ülkenin en başında yer aldığı, Britanya (74), Avustralya (102), ABD (114) gibi ülkelerin geride kaldıkları görülüyor. Kimse bu göstergenin kusursuz olduğunu öne sürmüyor. Çünkü, mutluluk ile ilgili her ölçütte her zaman belli oranda bir öznellik var. Ancak en nesnel diyebileceğimiz ölçütlerin bile kimi kusurları var. Ekonominin büyük alanları resmi olmayan ya da “kayıt dışı” sektörler bir ülkenin GSMH’sinde gözükmezler bile. Mutlu Gezegen Endeksi gibi alternatif denektaşları hükümetlerin benimsedikleri politikaların mali yönlerinin yanı sıra, toplumsal ve çevresel etkilerine de odaklanmalarını sağlar. sil yakıtların kaynağında, ya da bir ülkeye girişinde vergilendirilmesini öneriyor. Karbon salımı açısından havayı en çok kirleten kömür ve ziftkumtürevli yağ gibi maddelerden daha yüksek oranda vergi alınması, bu vergiden elde edilecek gelirin tüm vatandaşlara eşit miktarda dağıtılması öneriliyor. Maratoncular antrenman için kamp kurar, her sabah grup halinde koşar. O günün en iyisi kimse o sabah koşuyu o zorlar, bir önceki zamanı birkaç on saniye ileriye götürürler. Her günün iyisi başkası olur, gruptan kopmamak için diğerleri ona ayak uydurur, böylece grup ortalama zamanı diyelim dört saatten başladıysa, dört haftalık bir zaman diliminde ine ine üç saat elli beş dakikaya vurur. Yüz metrecilerin aksine maratoncular tek başlarına antrenman yapmaz. Bütünü Büyütmek İnsan zorlandığı her yerde ellerini, bacaklarını ve aklını birleştirmiş büyük bir organizma gibi hareket etmektedir. Bedeninin ve aklının benzerliği buna zaten müsaittir. Mesela karşımızdaki elini kaldırdığında biz de elimizi kaldırmak istemekten (ekopraksi) başka, kaldırmasak bile beynimiz sanki elimizi kaldırmışız gibi elektriklenir (ayna nöronlar). Bunun, karşıdakinin elini kendi elimiz olarak algılamaktan zerre kadar farkı yoktur. Yani beyin dikkatine geldiğinde bütün elleri, ayakları, kendi eli, ayağı zannetmektedir. Futbol maçında mesela, oyuncular kendi beyinleriyle arkadaşlarının ayaklarına talimat verirler: “vur,” “bas şimdi”. Hatta seyirciler bile topa vurulurken bedenlerini yatırır, ayaklarını kaldırır, boşluğu tekmelerler. Bebek doğduğunda beyni vardır ama zihni yoktur. Zihin, annenin çocuğuyla yarattığı eşduyumla kurulur. Yani anne, dünyadan aldıklarını duygusal bir tatlandırıcıyla bebeğe yutturur ve zihin kurulur; milyonlarca anne, annelerinin kendilerinde kurduğu zihni bebeklerinde kurar, kurulan hep aynı zihindir: Dünyanın beyne yüklediği çalışma modalitesi. Öğretmenler eğitim modalitesi olarak anaokulunda sütle sevgiyi kullanırken, lisede bireysel sorumluğu ve yarışmayı gündemlerine alırlar. Toprak, buğday için, altını tıkız tutup yumuşayarak ve içinde iki buçuk fosfata bir azot bulundurarak bir mod hazırlarken, çapa bitkileri için yüzeyini derin derin havalandırmaya ihtiyaç duyar. Toprağınki böyle, beynin çalışma modu ise zihindir. Zihinlerimizi tek dünya yarattığına göre, her zihin, bütünleşebilecek kadar ötekine benzer, köleleşecek kadar diğerine hizmet eder. Yoksa bir tabur nasıl uygun adım gidebilir, bir demirci çırağıyla demirini şaşırmadan nasıl dövebilirdi? Dünyanın üzerinde insanlar, maddenin içindeki atomlar gibidir. Atomlar arada boşluklar göstermesine rağmen geçit vermez, sükut halleriyle meşdut ve sübut maddeyi oluştururlar. Her atom, maddeyi varetmek, varoluş dediğimiz muazzam bütünü büyütmek için didinir; annenin büyüttüğü delikanlı, kalbin beslediği doku, yağmurun yeşerttiği ağaç gibi. İnsan kendisi olmadan, bebekken şeklini alır; doğumdan sonra göz görüp, el dokundukça beyin büyür, dünyaya uygun bir kurulum alır. Sıcaklık gibi dereceli bir varoluşu vardır bebeğin (Meinong). Kendini bulunca değişmek ama zordur, kaynama noktası gibi sabitliği, kadı kararı misali kesinliği, kum kamyonu gibi ağırlığı olur erişkin insanın. Bu demektir ki, insan kendisi olmadan önce dünya onu istediğince şekillendirir. Yani herkes kendinin olmadan dünyanın olur; bu noktadan sonra değişim kolayına istenmez. Dünya bizi, haklı olarak kölesi olarak yetiştirir ve sonra bir büyük aklın parçaları olarak birleştirir. O yüzden bir cani bizim katil tarafımızsa, bir dahi de akıl tarafımızdır, ikisi de bizimdir, bizdir. Şaşırmamalıyız, farklı olanların ayrı olması gerekmiyor. Maddenin içinde birbirinin tamamen aynısı, akılsız atomlar değil de, yine maddeye hizmet eden ama kısmen farklılaşabilen yapıtaşları olsaydı, kendini daha hızlı geliştirmez miydi? Dünyanın insana yaptığı budur, bilinçlenmeden önce şekillendirmek, o şekil içinde bireyselliğe hız verip yaratıcılığı maksimize etmek, böylelikle bütünlüğünü sonsuza genişletmek, giriftleştirmek, yetkinleştirmek, esnetmek ve nihayet kendi (doğal) yasalarına mahkumiyetten serbestleştirmektir… Dünya hantal inorganiği bırakmış, yeni “atom” ve “moleküller”iyle(gelişkin hücreler, organlar, canlılar) üst düzey organik yapılanma peşinde koşuyor. Organiğin inorganik karşısında özgürleştiği noktada yerçekimi, rölativite ve doğal seçim kanunları düzeltmeye uğrayacaktır, çünkü artık bildiğimiz maddenin üstüne çıkılmıştır. Hegel şöyle demişti: Tanrı’nın amacı doğayı yaratarak kendini anlamaktır. Onun felsefesini tersyüz etmekte Engels gibi usta bir filozof yaşasaydı bugün belki şöyle derdi: Maddenin amacı organiği yaratarak Tanrı’ya ulaşmaktır. GENETİK MÜHENDİSLİĞİNİ SEVMEYİ ÖĞREN 2040 yılına gelindiğinde gezegenimizin nüfusu 9 milyara ulaşabilir. Yakıtın sıfırı tükettiği, iklimin değişimden geçtiği bir dünyada asıl sorun, onca insana yetecek kadar yiyecek üretmek değil, bunun gezegene daha fazla zarar vermeden yapılmasıdır. Bunu başarmak hiç de kolay olmayacak. Tarımın yol açtığı küresel ısınmanın yanında, dünya üzerindeki tüm araba, tren, gemi ve uçakların neden olduğu ısınma solda sıfır kalır. En büyük suçlu, azotlu gübrelerin (organikler de dahil) ayrışmasından oluşan nitrik oksid adlı sera gazıdır. Genetik mühendislik durumu daha da beter edebilir. Söz gelimi, Craig Venter’in Yapay Genomik adlı şirketi ve kimi başka kuruluşlar kömür, katran ve petrol gibi maddeleri metan gazına dönüştüren mikroplar üretmeye çalışıyor. Bu da sera gazı salımlarını büyük ölçüde arttırabilir. Gelgelelim, tüm teknolojiler gibi, genlerle oynamadan da olumlu biçimlerde yararlanılabilir. Bu yöntem, yosundan elde edilen yağ miktarının artmasına ve bitkisel atıkların yakıta dönüştürülmesine katkıda bulunabilir. Uzun erimde bitkilerin çok daha sıcak ve kurak ortamlarda yaşamlarını sürdürmelerine bile olanak tanıyabilir. Başta Avrupalılar olmak üzere, çok kişi genleriyle oynanmış besinlere karşı çıkıyor. Ancak geleneksel yöntemlerle üretilen besinlerle genetik değişimden geçirilmiş besinler arasında kesin bir sınır çizilmesi hiç de mantıklı bir temele dayanmıyor. Binlerce yıllık seçici üretim, yediğimiz bitki ve hayvanların genetik bir değişime uğramalarına yol açtı ve bu değişimlerin tümü olumlu yönde olmadı. Patates gibi birçok “doğal” ürün belli ölçülerde zehir içerir ve geleneksel yetiştirme yöntemleri bunları daha da zehirli kılabilir. Transgenik canlılar da yeni bir şey değil: Farklı türler arasındaki gen değiş tokuşu neredeyse yaşamın kendisi denli eski. Beslenmeyi geliştirmenin daha iyi yolları olduğu bir gerçek, ama bu yöntemleri genetik değişim yöntemiyle birleştirmek onların çok daha etkili olmalarını sağlayabilir. Yeryüzündeki canlı türlerinin üçte birinin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu şu günlerde, çevrecilerin bunların birçoğunu kurtarmamıza yardımcı olabilecek bir teknolojiye kucak açmaları gerekiyor. GEZEGENİMİZİ SOĞUTMANIN YOLLARI Sorumsuzca yaydığımız sera gazları gezegenimizin geleceğini tehlikeye düşürüyor. En iyi senaryo durumunda, kısa süre içinde salımlarda çarpıcı bir düşüş sağlansa bile, deniz düzeylerinde önümüzdeki birkaç bin yıl içinde 10 ile 25 metrelik bir yükselme meydana gelmesi bekleniyor. Bizden sonraki kuşakların onca değerli toprağın yitirilmesi karşısında gezegenin soğutulması ve buzullardaki erimenin önüne geçilmesi yönünde bir megaproje başlatmaları oldukça mantıklı görünüyor. O halde, neden şimdiden kolları sıvayıp onca canlının yaşamını kurtarmıyoruz? Jeomühendislik alanı bir yığın çarpıcı fikirle dolup taşıyor. Güneş ışığını dağıtmak için atmosfere soğutucu kükürt pompalayabilir ya da özel gemilerden gökyüzüne deniz suyu püskürterek yansıtıcı bulutlar üretebiliriz. Hatta, gezegenimizi güneşten korumak için uzaya güçlü şemsiyeler fırlatabiliriz. Tüm bu önerilerin tek ortak sorunu işe yarayıp yaramadıkları konusunda çok az kanıt olması. Yine de, jeomühendislik, sera gazı düzeylerinin azaltılması yönünde bir seçenek olarak şimdiden desteklenmeye başladı. İklim değişiminin boyut ve hızının araştırmacılar tarafından hafife alındığı düşünülürse, jeomühendisliğin neler başarabileceğini araştırmamak aptallık olur. lere çok sayıda yaşamsal hizmetler sunuyor: Yediklerimizin önemli bir bölümünü ve turizm endüstrisinin temelini oluşturan okyanuslar, atmosfere yaydığımız karbo dioksidin hemen hemen yarısını emiyor ve daha nice yararlar sağlıyor. Gelgelelim, kirlilik ve aşırı avlanma okyanuslara sayısız zararlar veriyor. Bu konuda alınabilecek önlemlerin en önde gelenlerinden biri, deniz koruma alanlarının çoğaltılması. Araştırmalar deniz parkı adı verilen bu alanların ciddi bir farklılık yarattığını ortaya koyuyor. Daha geniş alanların korunması gerektiği görüşü her geçen gün daha da yaygınlık kazanıyor. Ancak tüm bu önlemler yine de yeterli olmaktan uzak. Bir ülkenin yetki sınırı dışında yer alan açık denizler için herhangi bir koruma söz konusu değil. Bu sularda köpekbalıkları ve sarı solungaçlı orkinoslar gibi iri ve farklı türlerdeki canlılar kitleler halinde yok oluyor. Bu türlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için geniş alanların koruma altına alınması gerekiyor. ALT SINIRI YENİDEN TANIMLAYIN Yaşam kalitesi en yüksek olan ülke hangisi, Kosta Rika mı yoksa ABD mi? Standart ekonomik gelişme ölçütlerine göre, ABD tartışmasız üstün gelir. Kosta Rika’da kişi başına GSMH 10,000 dolar iken, ABD’de 45,000 doların üzerinde. Gelgelelim, esenliğin çok daha önemli göstergeleri olan sağlık ve mutluluk söz konusu olduğunda Kosta Rika başı çekiyor. Daha çok paranın mutlaka daha çok mutluluk anlamına gelmediği görüşü, ekonomi uzmanları için bile yeni değil. Örneğin, 1975 ile 1997 yılları arasında 350,000 Avrupalı ve ABD’lilerin incelendiği araştırmaları ele alalım. Bu araştırmalar, kişi başına GSMH’nin yılda ortalama %2.1 oranında artmasına karşılık, mutluluk düzeyinde hafif bir düşüş meydana geldiğini gösteriyor. Bu durum paranın insanların mutluluk ve esenliğinde hiç bir rol oynamadığı anlamına gelmiyor: En yoksul ülkelerde yaşayanlar en sağlıksız ve yaşamdan en az hoşnut olan kişiler. Ne var ki, belli bir noktadan sonra para insanın mutluluğunu giderek daha az etkiliyormuş gibi görünüyor. Sonuç olarak, gelişmenin asıl ölçütü olarak GSMH’ye odaklanmak toplumsal ve kişisel esenlik konusunda ancak kısmi bir görüntü sunuyor. Bu yüzden daha iyi bir göstergeye gerek var. YENİLENEBİLİR ENERJİYE DESTEK VERİN Günün birinde enerjimizin tümü yenilenebilir kaynaklardan gelmek zorunda kalacak. İyi de bunu nasıl gerçekleştirebiliriz? Yenilenebilir enerji uygulamasının hızla yaygınlaşmasını sağlamanın kanıtlanmış bir yolu, hükümetlerin yeşil enerji üretmek isteyen şirket ya da bireylere şebekeye erişim olanağı tanımaları ve bunu izleyen yaklaşık 20 yıl boyunca şebekeye “besledikleri” elektrik miktarı için ek bir ödeme yapmayı vaat etmeleri. Tarife garantisi adı verilen bu yaklaşım ilk kez 1990 yılında Almanya’da uygulanmaya başlandı. O tarihte %3’ün altında olan yenilenebilir kaynaklardan elde edilen enerji oranının 2008 yılında yaklaşık %15’e ulaştığına tanık olundu. SAĞDUYUDAN SAKININ Kolunuz k ı r ı l d ı . Hastanede doktorunuz kırılan kemiğinize demir nanoparçacıklar enjekte edilip, yeniden eski durumuna gelmesi için elektromıknatıslar yerleştirileceğini söylüyor. Doktor yöntemin daha önce kimseye uygulanmadığını, ancak kulağa son derece etkileyici gelen bu yüksek teknoloji ürünü yöntemin hastanenin tanıtımı açısından epey yankı uyandırabileceğini belirtiyor. Siz şaşırıp kalıyorsunuz, çünkü bu yöntemi hiç duymadınız. Hastaneler sağaltım yöntemlerini böyle bir yaklaşımla seçiyor olsalardı, haklı olarak dehşete kapılırdınız. Çünkü, doğal olarak tüm sağaltım yöntemlerinin hastalara uygulanmadan önce, ciddi deneylerden geçerek güvenli ve etkili olup olmadıklarının kanıtlanmasını beklersiniz. Çünkü kurallar da böyle. Tıpta en somut kanıtlar, rastgele KARBONU VERGİLENDİR, GELİRİNİ İNSANLARA DAĞIT Haksızlığı d ü ş ü n ü n . Hükümetler işgücünden vergi kesip gelir sağlarlarken, ekonomik esenliğin en büyük tehditlerinden olan hava kirliliğine ve kaynakların tüketilmesine katkıda bulunanlara hemen hemen hiçbir tavır alınmıyor. Çöken ekonomimizi yeniden kalkındırmanın yollarını araştırdığımız şu günlerde, küresel çapta bir karbon vergilendirme sistemi yeni bir çözüm olabilir. NASA iklimbilim uzmanlarından James Hansen, fo UYUŞTURUCUYU YASALLAŞTIRIN Bu yıl içinde Meksika’daki uyuşturucu savaşında bugüne dek yaklaşık 4000 kişi yaşamını yitirdi. Keşke bir iyilik perisi sihirli değneğini sallayıp tüm yasadışı uyuşturucuları yok edebilseydi; o zaman dünya çok daha yaşanılır bir yer olurdu. Düş kurmaya devam edin. Keyif amaçlı uyuşturucu kullanımı insanlık denli eskilere uzanıyor. Bugüne dek uygulanan en katı yasalarla bile bu alışkanlığın önüne geçilemedi. Öyle ki, daha uzun süre uyuşturucular bizlerle olacağa benzer. O zaman, bunların verdiği zararı nasıl en aza indirebiliriz? Elde edilen veriler sorunların büyük bir bölümünün bizzat uyuşturuculardan değil, onların yasadışı olmalarından kaynaklandığını ortaya koyuyor. Bu durumda en iyi çözüm Yazının devamı arka sayfada CBT 1190/8 8 Ocak 2010 Okyanusların yüzde birinden azı korunabiliyor. Bu durumun bir an önce değişmesi gerekiyor. Okyanuslar biz CBT 1190/9 8 Ocak 2010 AÇIK DENİZLERİN YAĞMALANMASINA SON VERİN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle