02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ZÜMRÜTTEN AKİSLER A. M. Celal Şengör 17 Ağustos 1999 depreminin akabinde, o zamanki İTÜ rektörü Prof. Dr. Gülsün Sağlamer’in ricası üzerine verdiğim akademik yılı açış dersinde şöyle demiştim: “Açılıma“ Doğa Bilimleri Köşesinden Bakış! «Bu tür felaketlerdir ki, bizlere dünya denilen bu uzay gemisi üzerindeki tüm yolcuların birbirine o geminin kaderiyle sıkı sıkıya bağlanmış olduklarını hatırlatır. Yolcular arasında bulunması kaçınılmaz türlü çeşitli farklılıkları öne çıkarmak, hele bunları vurgulayarak gruplar, kabileler yaratmak; ümmetler, milletler, sınıflar görmek, ancak doğanın izin verdiği müddet ve yerlerde olabilecek bir lükstür. Geçen yüzyılın [1999’da 19. yüzyıl kastedilmekteydi] büyük jeologu Prens Piyotr Alekseyiç Kropotkin, Charles Darwin’in «hayatta kalabilmek için mücadele» formülünü türlar arası mücadele değil, canlıların cansız doğaya karşı verdikleri mücadele şeklinde yorumlamıştı. Büyük bilim adamı, Sibirya’nın uçsuz bucaksız tundralarında her ilkbahar mevsiminde meydana gelen korkunç sel âfetlerinde, yiyeceğin ve suyun kıt olduğu çöllerde, yaşamın ne denli nazik olduğunu görmüş, yaşayan her canlının yaşamını sürdürebilmek için diğer canlılarla bir işbirliğine gittiğini müşahade ederek, doğanın canlılara karşı cimri olduğu bölgelerde evrimin türlar arası bir rekabetle değil, bilakis türler arası dayanışma ile gerçekleştiği tezini ortaya atmıştı». Bu tezi Kropotkin’den önce patolojik anatominin büyük yaratıcısı Baron Rokitanski ve büyük jeolog Eudard Suess’ün desteklediklerini de biliyoruz. Modern evrim tartışmalarında Kropotkin’in tezi gene güncel hale gelmiştir. İnsanların kendilerine milletler, ümmetler gibi gruplar yaratmaları ve bu gruplara isimler takmaları kültürel bir olaydır. Bu kültürel olayların temelinde ise biyoloji vardır. Aile, türün sürdürülebilmesi için gerekli bir kurumdur. Dolayısıyla önce ailenin bir arada durabilmesi, sonra da korunması gerekir. Mesela, dişinin memelerinin büyümesi, avlanan erkeği, avı eşi ve yavrusuyla paylaşmak üzere yuvaya cezbedebilmek için gelişen evrimsel «tuzaklardan» biridir. Ailelerin korunmak için bir araya gelmelerinden klanlar, klanların bir araya gelmesinden de kabileler oluşur. Bu düzeyde, kabilede ortak kültürel öğeler ortaya çıkar. Bu, ortak av taktiklerinden, dinsel öğelere kadar değişen bir tayf sunan bir olaydır. Gelişen kültürel öğeler ortak dilin, ortak dil de ortak düşünce kalıplarının oluşmasına neden olur. Bu düşünce kalıplarının yemek, içmek, seks yapmak ve korunmak dışında kalanları temelde lükstür ve insan yaşamının çeşitlenmesi ve yaşama zevkinin artmasına katkıda bulunurlar. Bir kez ortaya atılan bir fikir, onu ortaya atandan bağımsız olarak başkalarının kafasında gelişebilir ve sık sık, kendisini yaratanın niyetinin tam tersine bir hüviyete bürünebilir. Bu nedenle, yaşamı hoş ve emin kılmaya adanmış dinsel bir düşünce mesela insan kurban etmek gibi korkunç bir türevi üreterek insan yaşamını tehdit eden bir tehlike haline gelebilir. Milliyetçilik dediğimiz, insanın kültürel ve kısmen biyolojik bağlarla bağlandığı bir grubun menfaatlerini kollamak istemesi gibi hoş bir fikir de, bazen bunun tam tersi neticeler veren, örneğin bir Nasyonal Sosyalizm örneğindeki gibi bir cinayet mekanizmasına dönüşebilir. Bu tür nahoş etkilerden kurtulmak isteyen her insan bağlı bulunduğu grubun biyolojik ve kültürel temellerini düşünmek, kendisini başka bir gruptan ayırdığını zannettiği öğelerin aslında ne kadar yüzeysel şeyler olduğunu idrak etmek zorundadır. Dâhi Atatürk «Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir» diyerek, millet kavramının aslında ne denli sun’i bir kavram olduğunu vurgulamış, insanları biyolojik veya dinsel değil, entelektüel bir birlikteliğe davet etmiştir. O birlikte, temelleri sun’i ayırımlara dayanan ırkçılığa, sınıfçılığa, ümmetçiliğe ve benzeri grupçuluklara yer yoktur. Teklif edilen milliyetçilik aslında bir menfaat birliğidir ve herkes menfaatini en iyi şekilde bilmeye çağırılmaktadır. Bireyin menfaati, yanındakiyle birbirini yemekten değil, tam tersine onunla işbirliği yaparak yaşamaktan geçer. Bilimin bize gösterdiği bu yolu ise ancak ilkel yaratıklar anlayamaz. Onun için, Darwin’e küfreden yahut o veya bu çobanın peşine takılan zavallılar mutlu ve müreffeh insan cemiyetleri kuramazlar; onun için bugün Atatürk Türkiyesi’ndeki iyimserliğe sahip olamıyoruz. Ne demişti? Hayatta en hakiki yol gösterici bilimdir, gerisi safsatadır. Bilimde yaşam ve refah, safsatada kan ve sefalet var. Buyrun seçin; zaten biz aklımızla seçemezsek tabiat er veya geç bize o seçimi yaptıracak.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle