23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Türban takma istemi bir insan hakkı değildir Gündemden düş(ürül)meyen türban konusundaki tartışmalarda, tam anlamıyla bir kavram kargaşası fırtınası estiriliyor. Herkes, konuya ilişkin kavramları kendi bildiği ve yorumladığı şekilde kullanarak ve bunları mutlak doğrular kabul ederek tartışmaya katılıyor. Türban takma istemi ile, haklarında olumlu değer yargılarının yaygın olduğu; "insan hakları", “özgürlükler” ve "hoşgörü" kavramları arasında bağlantılar kuruluyor. Neval Oğan Balkız, Akademisyen/Hukukçu de dayandırılarak yaygınlaştırılıyor. Küreselleşme süreci de; bütün kültürlere saygıyı, farklı olma hakkını (yani insan haklarına ters düşen temel öğelere sahip kültürlere de saygıyı) postmodernizm temelinde teşvik ediyor. TÜRBAN VE İNSAN HAKLARI “İnsan hakları her şeyden önce düşüncedir. İnsanlar insan oldukları, yani bazı özellikleri olan insan türünün üyeleri oldukları için; özel muamele görmeleri gerektiği düşüncesi”. Hak olarak da bu ilkeler, “insanın değerini tanıma ve koruma istemleridir. İnsanın değeri, insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini ona sağlayan, özelliklerinin, olanaklarının bütünüdür. Bu olanaklar veya özellikler, insana özgü etkinlikler ve ürünler olarak ortaya çıkar. Bunlar da insanın değerini ya da onurunu oluşturur”. İşte insan hakları; “insana özgü etkinlik ve ürünlerin (yani; düşünme, düşündüğünü ifade etme, irade sahibi olma, maddi ürün ve her türlü sanat ürünü üretme, değiştirme, paylaşma, organize toplumsal yapıları oluşturma, yönetme vb.gibi) gerçekleşebilirliğinin koşullarına ilişkin talepleri dile getiren ilkelerdir”. Yaşama hakkı, işkence yasağı, kulluk ve kölelik yasağı, düşünceyi ifade etme, eğitim, sağlık, çalışma hakları gibi. Bu hakların talep ettiği şey; “kişinin insan türüne özgü yukarıda sayılan belirli bazı etkinlikleri gerçekleştirirken engellenmemesi ve buna ilişkin koşullarının sağlanmasıdır”. Bu hakların dediği şudur; bu koşullar varsa ancak kişiler, normal olarak insanın yukarıda sözü edilen olanaklarını ve etik olanaklarını gerçekleştirebilirler. Dolayısıyla kişi açısından bakıldığında bu haklar, kişilerin birbirlerine nasıl davranmaları veya davranmamalarını gerektiğini gösteren etik ilkelerdir. İnsan haklarına devlet açısından bakıldığında ise bunlar, belirli bir devlette devletin yurttaşlarına karşı temel ödevlerini dile getiren ilkeler oluyor. Bu haklar, insanın, değerine zarar veren insansal yada tarihsel koşullar karşısında, bu değere zarar veren bir muamele görmemesi talebinden türetilirler. Öldürmemek veya işkence yapmamak gerekir, gibi. Oysa; belirli bir öğretiden ve bununla bağlantılı olan bir ahlak sisteminden oluşan dinler; mensuplarına, kendilerine öğretilen öğretinin doğruluğuna inanmalarını ve bu öğretiyle ilgili olan değerlendirme ve davranış kurallarının gereklerini yaşamda yerine getirmelerini isterler. Dolayısıyla dinsel normlar hem özellikleri, hem türetilme kaynakları, hem de talep ettikleri bakımından insan hakları normlarından oldukça farklıdır. Bunlar insan hakları değildir ve insan haklarının türetileceği öncülleri de oluşturamazlar. Bu bilgilerin ışığında bakıldığında; türban takma isteminin insan haklarından olamayacağı ortaya çıkmaktadır. Zira türban takma istemi, insanın değerinden türetilen bir norm değil, belirli bir dinsel öğretiden ve bununla bağlantılı olan bir davranış normları sisteminden kaynaklanır.Bu nedenle türban ancak “kişi tutumu olan toleransın” konusunu oluşturabilir, fakat kamu işlerinin düzenlenmesi ve yönetilmesiyle ilgili istem niteliğindeki toleransın konusunu oluşturamaz. Yazının devamı arka sayfada T ürban takma istemini savunanlar iddialarını bilgisel temelde değil, yaygın kanılara göre oluşturuyor. Türban takma isteminin insan hakkı olduğunu, sınırlanamayacağını, demokrasinin gereği olan farklılığa ve kültürlere saygı temelinde hoşgörülmesi gerektiğini iddia ediyorlar. Bu iddiaların bilgisel olarak birbiri ile çelişkili ve bağdaşmaz olduklarını görmezden geliyorlar. Zira açıktır ki; türban takma istemi bir insan hakkı ise bunun hoşgörü veya tolerans konusu olması mümkün değil. Çünkü haklar (insan hakları da elbette), hoşgörü veya tolerans değil, pozitif hukuk (anayasa, yasa vb.) konusu olur. Bunlara da hoşgörü gösterilmesi değil, uyulması gereklidir. Yok eğer türban takma istemi hoşgörü veya tolerans konusu ise, o zaman bu talebin insan hakkı olmadığı zaten açıktır. Tartışmalarda türbanın bir simge olduğunu, bunu takmaya ilişkin istemin belli bir siyasal ve toplumsal sistem oluşturma amacına yönelik propaganda niteliği taşıdığını ve sınırlandırılması gerektiğini savunanlar ise; ne yazık ki yukarıdaki bilgisel çelişkiyi fark edememekte ve bu bilgiyle dayalı yanıtlar oluşturamamaktadırlar. Dolayısıyla bu kesimler; öncelikle türban takma isteminin niteliğini sorgulamak ve insan hakkı olmadığını ortaya koymak yerine, farklı gerekçelerle bu talebe karşı çıkmaktadır. Bu kesimler; türban takma isteminin niteliğini sorgulamadan, bu istemin tehlikeli sonuç doğuracağı veya aşındıracağı toplumsal ilkeleri (laiklik gibi) veya kavramları (kamu alanı, devletin özellikleri vb.) öne sürüyor veya Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını gerekçe gösteriyorlar. Ama böyle davranarak, devletin, hukukun oluşturulmasını ve kamu işlerinin yönetimini insan haklarına göre düzenleyebilmesi için türetilmiş olan bu ilkeler ve kavramlar açısından, türban takma isteminin taşıdığı tehlikelerin görülmesine ve kavranmasına engel oluyorlar. Hatta ayrıca; Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda türban sorununa yer verilmemiş olmasını, bunun bir hak ve özgürlük sorunu olmadığına bir kanıt olarak gösterenler, daha da tehlikeli bir duruma yol açıyor ve “neyin insan hak ve özgürlüklerinden olup olmadığını” belirleme yetkisini bir örgütün, bir yapının inisiyatifine takdirine bırakmış oluyorlar. Tartışmanın her iki tarafı da, insan hak ve özgürlüklerini belirlemenin bilgisel bir temellendirme konusu olduğunu ve dolayısıyla epistemolojik, antropolojik, felsefietik ve hukuki bir sorun olduğunu görmezden geliyorlar. noloji ithal etmeyi hedeflediler. Sanayileşmiş ülkelerin çoğunda ise, daha fazla gelişme ya da ilerleme çabaları, endüstriyel üretimi sürekli arttırma çabalarına dönüştü. Her şey, başta insan olmak üzere, bu acımasız yarışa bağımlı kılındı. YARDIMLA KALKINMA Fakat, gelişme/kalkınma ideali, onu çözüm olarak getirenlerin beklentilerine ters düşen sonuçlar yarattı. İzlenen gelişimci politikalar yalnız ülkelerdeki sosyal adaletsizliği pekiştirmekle kalmadı, global adaletsizliği de pekiştirdi. Gelişmekte olan ülkelerde, önemli ölçüde dış yardımla yani gelişmiş ülkelerin siyasal beklentileri ile verdikleri faizli borçlarla finanse edilen bu gelişimci politikalar, yalnız bu ülkelerde zengin ile fakir arasındaki uçurumu genişletmekle kalmadı, zenginle yoksul ülkeler arasındaki uçurumu da genişletti. Bu sürecin çıkmazlarından kurtulmak için de son dönemlerde, yine gelişme sabit fikrine dayalı olarak öngörülen yol; serbest pazar ekonomisi ve küreselleşme olarak ortaya konuyor. Fakat bu süreç beraberinde başka bir şeyi de getirdi/getiriyor. Özellikle başta sanayileşmiş ülkelerde olmak üzere, gelişmeci politikaların götürdüğü çıkmaz ve karşılaşılan global sorunlar, yeniden insanı içine alan bir gelişme anlayışının yaratılması ihtiyacını doğurdu. İşte bu anlayış; gelişmeye kültürel bir boyut getirme gerekliliğinden hareketle –“kültürel gelişme”den söz edilmesine yol açtı. Fakat "Kültürel Gelişme" kavramından Batı’nın gelişmiş ülkeleri ile, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerin anladığı ve dolayısıyla bunların eylem için gerektirdikleri de farklı oldu. Batı’da, sanayileşmenin götürdüğü çıkmazdan kurtulmanın bir yolu olarak düşünülen kültürel gelişmeden; kitlelere, kültüre ulaşma ve kültürel etkinliklere katılma (insansal olanaklarını geliştirmelerini sağlayan etkinliklere sanatsal, bilimsel, felsefi etkinliklere) olanağının yaratılması anlaşıldı. Bağımsızlığına yeni kavuşan azgelişmiş ülkeler ise, kültürel gelişmeden; “en başta kendi kültürlerini geliştirmeyi, yani, önceden sahip oldukları ve bir şekli ile bastırıldığını ya da unutulduğunu düşündükleri–kendi dünya, yaşam, insan görüşlerini ve değerlilik anlayışlarını arayıp bulmayı ve geliştirmeyi” anladılar. Üçüncü bir kategori oluşturan bazı ülkeler de ki bunlar çağdaşlaşmayı kendi tercihi ile seçmiş ve çağdaşlaşma sürecinde olan bazı ülkelerdir kimi kesimler bu tartışmaya katılmış ve neticede ikinci anlamdaki kültürel gelişmeyi benimsemişlerdir. Bunların kültürel gelişmeden anladıkları; Batı ile temasa geçmeden önce, o ülkelerde egemen olan kültür, yani dünya–insan–ve değerlilik anlayışını canlandırmak, kendi deyişleriyle de kendi kültürlerini korumak oluyor. Bu kesimler kendi kültür, kimlik, dünya–insan ve değerlilik anlayışlarını çoğu zaman şu andaki durumlarda bulamıyor ve geriye bakıyorlar. Kendi kültürlerini, yani Batı kültürü ile karşılaşmadan önce o ülkedeki insanların sahip olduklarını düşündükleri dünya–insan ve duyarlılık anlayışları ve bunlardan kaynaklı normları bulup canlandırmaya çalışıyorlar. İşte türban, bu canlandırma çalışmalarının bir parçasıdır. Bu tür talepler düşünce, din, kanaat özgürlüklerine SÜREÇ ANALİZİ VE KÜLTÜREL GELİŞME Yüzyılımıza baktığımızda; sorunların büyük bir kısmı için çözüm arayışlarının sonuçsuz kaldığını, sorunlarla çözümlerin çoğunlukla yer değiştirdiğini, birbirine karıştırıldığını, üretilen çözümlerin sorun haline geldiğini ve yeni sorunlara yol açtığını görmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yoksullukla savaşmanın ve toplumsal ilerlemeyi sağlamanın yolu olarak; gelişme/kalkınmanın fikrine dayalı model; bütün ülkelerin ulusal politikalarının ana amacı haline getirildi. Ülkeler de, bu fikre dayanılarak, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler olarak ikiye ayrıldı. Gelişmekte olan ülkeler bu model doğrultusunda milli gelirlerini yükseltmeyi, sanayileşme ve tek CBT 1113 / 21 18 Temmuz 2008
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle