Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
kitap Atatürk’ten özür Muazzez İlmiye Çığ 27 Nisan 2008... İzmir Kitap Fuarı’nda kitap imzalamaktayım. Etrafım öyle kalabalık ki, bu kalabalık arasında yazdığı kitabı bana imzalayıp getiren okuyucularım oldu. Elime tutuşturulan kitaplardan birinin adı hemen gözüme çarptı: “Atatürk’ten Özür Diliyorum”. Ne yazık ki verenin yüzü hiç aklımda kalmamıştı. Geç saat otele döndüğümde, aklımda olan bu kitabı diğer kitaplar arasında bulup hemen okumaya başladım. Fakat çok yorgundum. Ancak oradan buradan okuyor, neden Atatürk’ten özür dilendiğini bir an evvel öğrenmek istiyordum. İki günlük fuar çalışması arasında, neden özür dilendiğini aşağı yukarı öğrenmiştim. Ama onu daha dikkatli okumam gerekti. Fuar dönüşü yoğun işlerim arasında onu yeniden okumaya vakit bulamamıştım ki, bir gece kitabın yazarı ve kahramanı ile telefonda yaptığımız sıcak konuşma, beni hem mutlu etti, hem de kitabı tam olarak okuyamadığım için üzdü. Kendilerine tekrar okuyup kitap hakkındaki düşüncelerimi yazacağımı söyledim. Kitap çok temiz bir Türkçe ve gerçek bir edebi dil ile yazılmış biyografik bir roman. Sayın Ekmel Ali Okur’u böyle bir kitap yazdığı için ve yaşamı söz konusu olan Sayın Yüksel Mert’i, o kadar ağır koşullardan sıyrılıp çıkarak en doğru bulduğu yola yönelmeyi başardığı için candan kutlarım. Kitabı okurken içim sızladı, daha doğrusu cayır cayır yandı. Biz nasıl oldu da yüzyıllar içinde ancak dünyaya gelip biz Türklere nasip olan bir dâhinin açtığı o çağdaş yolu bırakıp gençlerimizin dibi olmayan karanlık kuyulara atılmasına göz yumduk, diye. Dünya milletleri bilimde, teknolojide en iyilerini bulmak ve yapmak yarışında iken, 1000 yılda ancak kazanabildiğimiz insan haklarına saygılı, çalışkan, ülkesini kurtarmak, yüceltmek için canını verebilecek, dinini, yüce Allah’ını kendi yararları için kullanmayı en büyük dinsizlik sayan gençler yetiştirmeyi amaçlayan Cumhuriyetimize, Atatürk’e saldıran ve küçücük beyinleri o yolda yetiştirmekte olan, o içi zift dolu kafalara lanet ediyorum. Ülkemizi yüz yıl ileriye götürecek olan Köy Enstitüleri’ni kaldırıp yerine bu çağdışı Kuran kurslarını koyduranlara, insanlarımızın böylece ikiye bölünmesine neden olanlara lanet ediyorum. Cumhuriyetin yetiştirdiği onurlu, saygılı, çalışkan, bilim yolunda koşan, nedeninasılı araştıran, en az 500 yıl geri kalmış ülkesini esirlikten kurtarıp çağdaş uygarlığa kavuşturmaya çırpınan gençler yanında, Kuran kurslarındaki çocuklara güçsüzlerin nasıl kolay ezileceğini, yağ çekmeyi, dalkavukluğu, yalakalığı, alttan alıp üste çıkmayı, dilenciliği, insanların sağılacak bir inek, eti yenecek kuzu, üzerine binilecek at veya eşek olduğunu, Allah, peygamber ve din yoluyla insanların nasıl kandırılacağını, nasıl sırtüstü düşürüleceğini ve akıllı olmak yerine kurnaz olmayı öğretiyorlarmış. Atatürk, Kuran’ı Türkçeye tercüme ettirerek herkesin dinimizi kendi kitabından öğrenmesini, hoca geçinenlerin Kuran’da yazıyor, diye uydurdukları saçma sapan laflara inanmamalarını istemiş, çıkarlar uğruna kullanılmasını önlemek için de “Laiklik”i getirerek dinimize en büyük hizmeti yapmıştı. Kuran kurslarında ise Kuran anlamadan ezberletiliyor, yazarın dediği gibi körün dünyaya baktığı, hastanın sayıklaması gibi okutuluyor ve vurgun vurmada, siyasal nüfuz sağlamada, sosyal bir mevki edinmede araç olarak kullanılması öğretiliyor... Dinimizi bu şekilde kullananların elinden kurtarmak için başını koyan Atatürk’e, dinimizin büyük günah saydığı en kötü iftiraları atanları, benim inandığım Allah cehennemin en dibine atacaktır. Kuran’ın Türkçesini ve Atatürk’ü okuyup bunları anlayarak hidayete erdikten sonra Atatürk’ten özür dileyen sayın Yüksel Mertoğlu’nu ve yaşananları büyük bir özveri ve edebi bir dil ile yazıya döken Sayın Ekmel Ali Okur’u tekrar candan kutlarken, bu kitabı herkesin, özellikle Kuran kurslarında ve imam hatipte öğrenim görenlerin okumalarını önemle tavsiye ederim. GÖNÜLDEN BİLİME Ahmet İnam Romanı yazılabilir, seramiği olabilir, musikiye aktarılabilir... Peki, hani bunun felsefe diliyle, felsefi tavırla anlatımı, dediğiniz zaman orada apışıp kalıyorsunuz... Felsefece dile getirilemeyen bir hayat, insanın bu gezegende yarattığı kültürun içinde nasıl bir yer tutabilir, düşünmek gerek. Türkiyede Felsefenin Durumuna Dair Bir Tespit Felsefe tarihinin en ayrıksı filozofu kimilerine göre Arthur Schopenhauer. Bulunduğun noktadan, gerçeklikten bakış atma hadisesi vardı. Schopenhauer ne kattı dünya felsefesine? Biz onu Batı’dan doğuya sarkan filozof olarak biliyoruz...Bu aydınlanma felsefesi Batı’nın teknoloji ve bilim birikiminde önemli bir yer tutuyor, Aydınlanma felsefesi belli bir akıl anlayışı içinde darlaştırdı kendini aynı zamanda. Yeni açılımlar kazandırma çabaları başladı. Bir çeşit reaksiyon. Scheling, Hegel. Schopenhauer o gelenek içinde Hegel’in çağdaşıdır. Schopenhauer’un irade kavramını ortaya atması dikkat çekicidir. Şunu iddia etti: Bizim akıl dediğimiz şeyin altında hayatın kendisi var. Büyük bir güç, yaşam enerjisi. Onu anlayamadığımız sürece kuru bir akıl anlayışı bizi güdük bırakır. Aklı bereketli biçimde kullanmak istiyorsak, aklın altında durduğunu iddia ettiği temel yaşam enerjisiyle temasa geçmek gerekir. Bu Bergson’da da kendini göstermiştir. Postmodern felsefede Guattari ile kendini göstermiştir. Guattari’nin virtualité dediği kavramının içinde elan vital bir yaşam atılımı var. Belki köklerini bir manada Spinoza’ya kadar götürebileceğimiz. Bu bizim gibi kültürlerde çok çok önemlidir. Hayatın kendisiyle temasa geçmemiş bir felsefe yapma, hayata yukardan deli gömleği giydirmeye çalışan, hayatla temasını koparmış soyut düşüncede o bağın koptuğunu görüyoruz. Frankfurt Okulu’nun yaşama dünyası dediği zeminden uzaklaşılıyor... Bütün bu kavramları bize veren hayatın kendisidir. Dolayısıyla kavramlarımız oradan beslenmelidir. Anadolu’da yaşayan insanlar olarak bize mahsus olan yaşam deneyimleri varsa, ki ben olduğunu düşünürüm, onların keşfedilip ortaya çıkarılması, kendi hayatımızın anlamını sağlayan, bize özgü olanla ilişkiye geçmek gerekir. Kavramlarımızı, hayatımızın o çok somut olan, henüz kavramlaştırılmamış ama kavramlarını bekleyen yaşamın özüyle temasa geçirmekle bunu sağlayabiliriz. Bu, hayat tarzını anlamakla ilgilidir. İklim sözcüğünü kullanmak istiyorum. İklimi koklamakla ilgili. İklim çok önemlidir. İklimi anladığımız zaman, Eski Yunanca bir kavram kullanalım bios (hayat), logos oradan neşet ediyor. Önce kelam vardı sözünü bu referansla anlamak lazım. Hayatın kendisinden neşet eden. Biz kelamı, logosu, nutku, sözü hayatla birleştiremediğimiz sürece ki yapamıyoruz, zorlanmış bir uğraş olacaktır, felsefe. Göstermelik bir uğraş değildir oysa, felsefe. Felsefe hayatın içindedir. Felsefe buram buram hayat kokar. O hayatı yakalayabilme, ona mahsus mantığı ve düşünme tarzını yakalayabilme büyük beceri gerektirir. Schopenhauer o noktada çok önemli. O kendi kültürü içinde bunu başarmaya çalışmış. Başarırken de Uzakdoğu ile ilgisini fark etmiş. Batı’ya karşı duruşumuzu felsefece belirlemek çok önemli. Batı’nın yaptığı felsefe, dergilerindeki makalelere bakın, kendi hayatlarıyla ilgili. Buna safça, “Batı yapıyor o halde evrenseldir” diyemeyiz. Onlara özgülüğü anlayamadığımız sürece, kendimizi onlardan biri saydığımız sürece yanılırız. Elbette insan olarak, bu gezegenin gezegendeşi olarak onlardan biriyiz. Bize mahsus bir özellikten gelmeli felsefemiz. Felsefe ironik kökenlidir. Sokrat’ın yapmaya çalıştığı. Felsefenin terbiyesi bir modaliteden gelir. Kökünü, esasını kendi kültüründen alır. Felsefi arayış, sürekli sorgulamalarla giden bir arayış. Felsefe kendi hayat ve geleneğimizle birleşmediği sürece bizi sapkın taraflara götürebilir. Düşünebilme, bir yerde durarak, bir yerden bakarak, belirli bir perspektiften düşünebilme. Bu, düşüneni göreceliğe götüren bir durum değil. İnsana ait olana buradan, Anadolud’an, Türkçe’den çıkışla katkıda bulunabilmek. Batılı böyle de kavranabilirmiş diyecektir. Diğer taraftan burada yüzyıllarca yaşanan hayatın heba olup gitmesini önlenecektir. Buradaki hayatın felsefece anlatılamaması çok ayıp geliyor bana. Romanı yazılabilir, seramiği olabilir, musikiye aktarılabilir... Peki, hani bunun felsefe diliyle, felsefi tavırla anlatımı, dediğiniz zaman orada apışıp kalıyorsunuz... Felsefece dile getirilemeyen bir hayat, insanın bu gezegende yarattığı kültürun içinde nasıl bir yer tutabilir, düşünmek gerek. CBT 1110/11 27 Haziran 2008